- 543 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
Lord James
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Her on yılda dönüp dolaşıp tekrar okuduğum bir romandır Gülün Adı. Farklı okumalara açık, üstüne her okuyuşunda değişmiş olan benimle yeni noktalara giden bir metindir. Kağıda basılmış her metin bir sonu vardır ve o son da otel odasında Kaliforniya’nın neresinden geldiği belli olmayan şarabımı yudumlarken geldi. Öksüz şarabımı bir kenara bırakıp, bir sonraki kitabımın ne olacağını düşünmeye başladım. İyi bir gezgin yanına gereğinden fazla kitap alır düsturunu uygulamamış, sadece sonuna epey yaklaştığım Gülün Adı’nı getirmiştim. Durumun sorumlusu ihmalkarlıktan olmasa da cimrilikten dolayı bendim: Bulabildiğim en ucuz uçuşu almış ve kendimi Frontier Havayollarında bulmuştum. Kabin içi bagajdan bile para kesen bu havayolu beni ister istemez bir sırt çantasıyla sınırlı kalmaya zorlamıştı. İki günlük iş kıyafetlerim, dükkana ait dizüstü, diztüsüne ait kulaklıklar, fare ve adaptörler derken Eco güç bela çantaya girmişti. Şimdi o da bitmiş, dımdızlak kalmıştım. Gecenin yarısında kalkıp, açık bir benzinciden ucuz bir roman alabilirdim ama gerek yoktu. Üstüne öksüz şarap hala damarlımdaydı, kiralık aracımın 276 beygiriyle birleşip beni bir duvara kazıyabilirlerdi. Çaresiz ertesi günü bekledim.
...
İşten bir çocuk sevinciyle, koşarak çıktım. Hemen civardaki ikinci el kitapçıların listesine baktım. Yeni bir kitaba on, on beş dolar vermek istemiyordum. Evdeki okuma listem beni zaten bekliyordu; araya alacağım bu kitaba çok da yatırım yapma meraklısı değildim. Güzel bir yer buldum West Chester denilen yüzyıllık taş binaların olduğu kasabada. Kitapçının yorumlarında (Yoksa siz yorumlarını okumadığınız kitapçılara mı gidiyorsunuz?) çalışanların epey kaba olduğu, gelenlerin etnik kimliklerine bakıp onları belli raflara yönlendirdikleri bahsediliyordu. Belli ki renkli bir yerdi ve ben de renklerin her çeşidini severdim.
İlk hayalkırıklığı dükkanın büyüklüğü ile ilgili oldu. Ben çok daha büyük ikinci elcilere alışmışken burası sahafların bakkal dükkanı durumundaydı. İkincisi dükkanın tek çalışanı, yaşını almış kasada oturan beyefendi bana hafif bir selam verip kendi işine dönmüştü. Yorumlara bakılırsa adamın beyaz bir cübbe üzerine beyaz kukuleta giymesi gerekiyordu ama kendisi gayet efendiden bir kişilikti. Mekan ve kişiler soluk çıkınca bütün yük kitaplara kaldı. Küçük dükkanın kitabı da az oluyor. Gülün Adı’nda labirente gömülmüş bir kütüphanenin hikayesini okuduktan sonra buradaki üç sıra raflar haliyle hayalkırıklığı yaratıyor. Hiç mi idare eden bir kitap yok? Var tabi ama ben onların havasında değilim: West Chester’ın kendi havası Henry James okumaya uygun ama ben bu kasabada kalmıyorum. Rus ya da Güney Amerika klasiği de okumak istemiyorum (Halbuki Gülün Adı’nda o kadar kör Jorge’den bahsedilmiş; insan bir Alef okumak istemez mi?) Dahası kitapların fiyatları yazmıyor, elime aldığım ciltlerin yirmi beş doların altında olmayacağını hissediyorum. Sonunda elime ciltli bir Lord Jim geçti. Kasadaki beyefendinin benden sonra gelen, hiç bir şey satın almayan ama konuşmayı seven diğer bir yaşını başını almış beyefendi ile sohbeti bir on dakika dinledikten sonra ister istemez araya girdim ve iki dolarımı ödeyip çıktım.
Kitabın yazarı Joseph Conrad beni karanlıklarda, yıllardır ağına düşmemi bekleyen bir karakterdi. Genç yaşta hiç bir kitabını okumadan, onu sinema yoluyla tanımıştım. Yanlış anlamayın, sinemaya uyarlanmış eserlerinden bahsetmiyorum. Bir isimdi Conrad’ı bana tanıtan. En çok etkilendiğim filmdeki uzay gemisinin adıydı: Nostromo. Condrad’ın aynı isimli romanından (ve romanın kahramanından) çıkagelmişti Nostromo adı. Hatta devam filminde kitaptaki liman şehri ikinci bir uzay gemisinin adı olacaktı: Sulaco. Bu bilim kurgu filmlerinin Joseph Conrad ile bağlantısını daha sonra çözecektim: İlk filmin yönetmeni Ridley Scott’ın bir önceki filmi bir Joseph Conrad uyarlamasıydı: The Duellists. Devam filmi Aliens ise uzayda geçen Vietnam Savaşı olarak çekilmişti. Geminin adını Sulaco koyarak bir anlamda en ünlü Vietnam filmlerinin zirvesinde yatan Apocalypse Now’a göz mü kırpıyordu? Apocalypse de aslında bir diğer Joseph Conrad uyarlamasıydı. Özetle Conrad benim için bir çok yerden çıkagelen bir yazardır ve benim de artık onu okumam gerekiyordu.
Bir kafeye oturup iki dolarlık Lord Jim’i elime aldım. İlk dikkatimi çeken basım tarihi oldu: 1931. Sekiz yıl kalmış yüzyılı devirmesine. Her ne kadar sahip olduğum en eski kitaptan bir yarım asır genç ise de gayet yaşlı. İki akşam sonra seyredeceğim Indiana Jones’un geçtiği 1936 yılına daha beş yıl var bu cilt baskıdan çıktığında. Filmdeki svastikalı bayrağın resmi Alman simgesi olmasına da dört yıl. Bu kitaptan iki yıl sonra Hitler iktidara gelmiş ve ilk iş olarak bugün de kullanılan ‘Yas tutan Galatasaray’ bayrağını yasaklamış. Ama Joseph Conrad Alman bayrağının evriminin böyle gelişeceğini hiç bilmeyecekti, ne kitabı yazdığı 1900 yılında, ne de önsüzü eklediği 1917 de.
Sonra dikkatimi Bernard çekti. 1929 krizinden sonra kitap almaya parası yeten, aklını krizden çok kitaba verebilen arkadaş. Kitabın başına adını yazmış, Bernard Klopfer, 1931. Belki de Bernard’ın Alman geçmişi beni Hitler Almanyasına götürdü, kim bilir. Bernard çeşitli yorumlar yapmış kitap boyunca. Bir yerine ‘aptallık’ diye not düşmüş geminin okyanusun ortasında ne olduğu belirsiz bir cismin üzerinden geçmesine. Bir başka yerde ‘Herkes ölümün kardeşi olan uykunun önünde eşittir’ cümlesinin altına çizmiş. 92 yıl sonra iyi bir olasılıkla birinci elden öğrenmiştir uykunun gerçekten ölümün kardeşi olup olmadığını.
Sayfa 336 da, bu sefer dolmakalemle, bir takım kavramları sıralamış: ‘İdealizm, sömürgecilik, çoğulculuk (aslında) idealist olmamaktır’ Bu nottan sonra kitabın ‘Bu sözlerle Marlow hikayesini tamamladı’ cümlesi geliyor. Acaba Bernard anlatıcı Marlow’un ağzına kendi yorumlarını eklemeye çalışıyordu? O sayfaya gelince ben de aynı şeyi yapacak mıyım? Yoksa buraya dönüp bütün okuduklarımdan ilgisiz bir öykü mü yazacaktım, su akıp gitmiş de hiç tortu bırakmamış gibi.
Kitabı kapattım. Garsona boşalmış kadehimi işaret ettim:
‘Bu içtiğim neydi?’
‘Santa Carolina’nın Cabarnet’si. Şili şarabı.’
‘Tamam, ondan bir daha getirme.’
Garson yeni bir kadeh getirdi: Casillero del Diablo, Şili. Kuşların içine sıçmadığı topraklardan bir şarap yok muydu bu ülkede? Kadehten bir yudum aldım ve altı ayaktan bir ya da iki inç kısa Jim’in hikayesini okumaya başladım. İlk sayfanın sonuna doğru ağzıma guano tadı gelmez oldu.
YORUMLAR
ne yalan söylim daha ilk cümlede kararsız kaldım yazının devamını okumalı mı yoksa çaktırmadan arkamı dönüp gitmeli miyim diye...çünkü seneler öncesinden adını sıkça duyduğum ve okunacaklar listesinde üst sıraları zorlamasına rağmen, okumaya hãlã vakit ayıramadığım bu kitaptan özet geçip, benim de okuma hevesimi kırarak kitaba olan ilgimi yok edeceksiniz diye çok korktum. Neyse ki korktuğum gibi olmadı aksine merakım birken ikiye katlanıp çoğaldı. Joseph Conrad ismi'yle de yazınız sayesinde tanıştım. Umberto Eco'yu da hiç okumamış olmama rağmen -yoksa Gülün Adı'nı okudum da ben mi unuttum acaba?- bana çok tanıdık geliyor, sanki bütün kitaplarını okumuş gibi hissediyorum. Bu da çok ilginç...bazı kitaplarla çok yakın bağ kurabilir okurseverler, tıpkı şuan benim yaptığım gibi...ya da kendilerini kitap kahramanlarıyla birebir özdeşleştirebilir bazen...
Yazıya gelecek olursak, tasvirlerinizi, benzetmelerinizi ve yazı dilinizi seviyorum İlhan Bey...dozunda ve deminde her şey...Bagaj örneğinde olduğu üzre en ufak ayrıntıyı verirken bile okuru boğmadan, yormadan, tempolu değil de daha sakin ve dingin bir ritimle akıyor cümleler. Öyle ki konudan konuya geçişlerde bile bunu okura hissettirmeden ya da bir anda o konunun içine nerden, nasıl geldik yanılgısına hiç düşmeden, sorgulatmadan güzel bir şekilde konuşturuyorsunuz kaleminizi...Bernard örneği çok iyiydi misal...
El bagajına sığmayan ikinci kitap sayesinde güzel bir yazı okuduk sizden...
p.s: bundan bir önceki yazınız da çok güzeldi ama yorum yapamamıştım, sanki Rus edebiyatı klasiklerinden bir kesiti okuyormušum gibi anımsatmıştı biraz...
İlhan Kemal
'Umberto Eco'yu da hiç okumamış olmama rağmen -yoksa Gülün Adı'nı okudum da ben mi unuttum acaba?- bana çok tanıdık geliyor'
Böyle bir şeyin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Gülün Adı'na çok ayılıp bayılmanıza gerek yok, size daha önce onu okuduğunuzu hatırlatan bir kitap. Yer yer Ortaçağ insanın anlayışını vermek üzere yavaşlayan bir anlatım hafızada ister istemez izlerini bırakıyor. Eğer okumadan tanıdık gelme durumu varsa, bir olasılıkla başrolünde Sean Connery'nin oynadığını filmini seyretmişsinizdir. 'Filmi mi seyrettim, kitabımı okudum bilemiyorum' durumunda anahtar kelime Brunellus'tur. Kitapta vardır, filmde yoktur. Hatırlamıyorsanız kitabın başını bile okumamışsınız anlamına gelir.
'Joseph Conrad ismi'yle de yazınız sayesinde tanıştım.'
Gülün Adı'nı lisede okumama rağmen Joseph Conrad ile, teorik de olsa, ortaokulda, Alien filmini seyredince tanıştım (Hatta ertesi gün filmi bir daha görmeye gittiğimde bir pekişme yaşandı) Apocalypse Now - Redux'ı seyredip de her şeyin bir Conrad romanına dayandığını öğrendiğimde 'Vakti gelmiştir' deyip Joseph Beyle kahve masasına oturduk. Deniz kökenli olmasına rağmen şu ana kadar ondan okuduklarım genelde kıyıda geçiyor. Bir anlamda Alien film serisi de dördüncü filme kadar uzaydan çok gezegenlerde geçmesine benziyor.
'Bagaj örneğinde olduğu üzre en ufak ayrıntıyı verirken bile'
Çehov'un tüfek düsturunu uygulamaya çalışıyorum. Anlattıklarınıza bakılırsa bunu da ufaktan başarmış gibiyim. Uçakta, bagajdan çok yanımda ve üzerimde oturan yolcu anlatmaya daha çok değerdi (Öyle iriydi ki bir kolunu kucağıma koymuştu) ama öykünün akışına katkısı yoktu ve anlatımı hantallaştırıyordu.
Bernard'la tanışma bu öykünün çekirdeği. Ona gelene yazılan her şey giriş aslında. Bir insanla yolunuzun kesişmesi. Bunu coğrafi olarak değil de zaman içinde yapıyorsunuz (19. yüzyıl Romantizm'in de çıkış noktası bu aslında) Belki Bernard 110 yaşında, benim kitabımı okumaya başladığım kafenin üzerindeki binada yaşıyor. Daha yüksek bir olasılıkla park yeri ararken az ilerde önünden geçtiğim mezarlıkta yatıyor. Her ne kadar roman yazarla okuyucu arasında bir buluşmaysa da Bernard bir üçüncü kişi olarak sohbetin içinde. Özetle öykünün Bernard'a doğru akması gerekiyordu. Sizin de bu akışla ilgili yazdıklarınız Defter'deki on üç yılımda aldığım en güzel yorumlardan biri.
'sanki Rus edebiyatı klasiklerinden bir kesiti okuyormušum gibi anımsatmıştı biraz.'
Amacım ilk yarısı da buydu. Bir tür naftalinli bir dil kullanıp Rus klasiklerine dönmek. Ama biraz da değişiklik yapmak istedim ve öyküye müjikleri kaçıran uzaylıları ekledim. Yorumlardan anladığım kadarıyla bu nokta genel olarak gözden kaçmış. Daha belirgin olmalıydı, becerememişim. Geriye sadece klasik Rus edebiyatına öykünen bir anlatı kalmış (Demek ki arabayla U dönüşen yaparken aklınıza gelen her fikir o kadar da parlak olmayabiliyor) Bu haliyle de beğenmeniz cesaret verici.
Saygılarımla.
Gule
Kitapların ön ve arka yazılarını ve de istemeden gözüm kayar da final cümlesini okurum korkusuyla kitabın kaç sayfa olduğuna bakmam ben de...
Yorumunuz da yazınız kadar geniş kapsamlı ve düşündürücüydü benim için, teşekkür ederim.
Emeğinize ssğlık. Tebrik ederim. Donanımlı yazar olduğunuz satırlarda oldukça hissediliyor. Selamlar.
İlhan Kemal
Bazı romanlar hüzün şarabı gibidir bağın bülbüllerini konuşturur güzel bir ifade ile anlatmışsınız benzetmeler mükemmel kutluyorum
İlhan Kemal
Anıları edebiyat ve tarihle donatılmış bu güzel makaleye hiç kimsenin yorum yapmaması ne acı. Ancak nedenini de düşünmüyor değilim!
Rahmetli Eco amcayı ve dünya klasiklerinde yerini bulan eseri "Gülün Adı" bu mecrada tanımadığımızdan mı? Yoksa Amerika'ya olan klişe önyargılardan mı? Kim bilir belki de içtiğinizi beyan etmenizdendir... Malum, körelten tabular, inançlar, önyargılar, fanatizm vs kol geziyor edebiyat dünyasında da...
Entelektüel düzeyi ve ögretici tasvirleriyle, çok güzel bir anlatımdı.
Teşekkür ederim paylaşım için, sayın Kemal.
Saygı ve selam ile.
İlhan Kemal
Güzel soru ve varsayımlar. Benim dikkatimi çeken, bu yazıdan bağımsız, Yazılar bölümünde yorumların çok az olması. Öykümden hemen sonra siteye yüklenen Cinli Tepe için de neredeyse hemen hiç yorum yoktu uzun süre. Kaldı ki gayet temiz bir anlatımı olan, Eco gibi 'bize yabancı' yazarlara, mekanlara ve konulara değinmeyen, zararlı içeriği olmayan duru bir hikaye. Daha nice dikkatimi çeken yazı ve öyküde yorumlar bölümü boş kalıyor.
Peki Eco'yu tanımamak bir faktör mü? Olabilir. Ama öyküde Eco'yu ve gülün Adı'nı kaldırıp yerine, yerlerine Dostoyevski ve Karamazov Kardeşleri'ni koyabiliriz. 'labirente gömülmüş bir kütüphane' deyimi dışında metinde hiç bir şeyi değiştirmeme gerek olmaz. Okuyucudan Eco'yu bilmesini beklemiyorum, ona da Eco'yu anlatmaya çalışmıyorum. Ama daha ilk cümlede yazarın ve kitabın adını görünce sayfama tıklamış olanda 'Bana göre değil' izlenimi uyanmış olabilir.
'Yoksa Amerika'ya olan klişe önyargılardan mı?'
Hepimizin hemfikir olduğu nokta bu: Amerika'ya olan klişe önyargıların varlığı. Öyküyü yazarken West Chester İngiltere'de bir yer gibi durduğunu, okuyucunun da böyle varsayabileceğini düşünmüştüm. Tabi birkaç yerde sahnede fırlayan 'iki dolarlık kitap' tanımını unutmuştum. Evet, önyargı olabilir ama benim öykülerimin iyi bir yüzdesi Amerika'da geçiyor. Hatta en belirgini 15 Temmuz'da cumhurbaşkanın çağrısına cevap vermeye çalışan ama Amerika'da yaşadığını unutan birinin hikayesiydi. Bence bu öyküde öyle buram buram bir Amerika yok. Evet, yurtdışı ama neresi?
'Kim bilir belki de içtiğinizi beyan etmenizdendir'
Şarap öykülerimde sıkça yer alır. Bir tanesinde öyküdeki ikinci karakterdir: Sir Charles (Charles Shaw markasının insani vücut bulmuş şekli). Yani bu öyküyü reddetmek için bir neden mi, bilemiyorum. Divan edebiyatının yarısında, Hayyam'ın tamamında geçen bir içkidir şarap. Öyle ki kızıma bile adını verdim: Mey. Sebep buysa okumama özgürlüğü bir tık uzakta.
Güzel ve irdeleyen yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.