- 319 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
-TOPLUMSAL BİR CURCUNAYI AŞMAK AMA NASIL?-
Problemler toplumlarda keşmekeş halini alabiliyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Herkesin ya da her kesimin karmaşık duygusal ve değerler zeminli yaklaşımları bir kakofoniye dönüşebiliyor. Bir ses uyumsuzluğu halidir bu. Hep birden konuşulur, bağırış çağırış derken kimin ne dediği de anlaşılmaz. Bursa’mızın Uludağ’a bağlı Bakacak mevkiinden şehrin kümülatif gürültüsünü, sesini dinlemek mümkün söz gelimi. Bu kolektif sesin içerisinde trafik, sanayi, insanlar hepsi yerini alır ama hiçbir unsurun tekil sesi değildir artık bu.
Neden konular etrafında yapılan değerlendirmeler bir curcuna bir keşmekeş halini alır peki ve işler bir de bakarsınız arapsaçına döner. Her şeyden önce somut bilgi, detaylandırma, empati noksanlıkları dikkat çekmektedir. Kişi ya da toplulukların psikolojik halleri, değerler temelli duygusal çıkışları sağlam bir veri tabanı oluşturmaz. Sağduyu, aklı selim temelinde analiz imkânı sağlamaz. Kavramlarla insanları birbirinden ayırma, eleştiriyi olgusal ya da olay örgüsü üzerinden alıp, somut insan varlığıyla empati kurma, kurabilme gücü zayıftır haliyle.
Konuları ve sorunları değerlendirirken muhakeme, detay, üslup gibi ögelerin nasıl kullanıldığı işlevsel mi? İşlev dediğimizde sözlük bağlamında “bir nesnenin gördüğü iş, nesnenin iş görme yetisi.” Şeklinde tanımlanmakta söz gelimi.
Toplumsal, kültürel, siyasal, aktüel, tarihsel ayrıntılar neler? Ben istiyorum ya da biz istiyoruz olacaklar gerçekçi mi? Sağlıklı mı? Verimli bir münazara ortamı doğurur mu? Verimli bir diyalog isteniyor mu? Çocukluğumuzun mahalle arası mızmızlıkları, huysuzlukları büyüme sürecinde bizimle birlikte büyüyerek içinden çıkılmaz haller mi doğuruyor yoksa? Manane mananenin daha gelişmiş, çetrefilli halleri mi karşılıyor bizleri?
Siyasal, kültürel mızmızlıklarda, huysuzluklarda, başkalarını hiçe saymalarda, yok saymalarda türlü gerekçelerimiz var şüphesiz. Kaygılar, sapmalar, davranış bozuklukları, takıntılar, saplantılar bizi yokluyor sıkça. Bireyselde insani durabilir bunlar. Hatta ilişkilerin, münasebetlerin niceliğine, niteliğine bağlı olarak belli bir saygı, sempati de görebilir. Alttan alınabilir mesela. Üstelik bu alttan almalar karşı tarafın hareket tarzını etkileyebilir, dahası değiştirebilir de. Farklı his ve düşünceler etrafında halden anlamak yakışmaz mı? Hepimiz insanız sonuçta.
Şu kadar ki, toplumsal, siyasal durumlarda vaziyet alışın niteliği değişebilir, değişir de. Dereler çaylara, çaylar nehirlere, nehirler denizlere, denizler okyanuslara karışıyorsa ok yaydan çıkabilir de. Halkalar bir sonraki ve bir önceki halkayı tanır bilir de, en dış daireyle en iç birbirini bilir, tanır mı acaba?
İnsanların algılama sınırları var öte yandan. Her insanın bir kapladığı alan var. Buz erir suya, su kaynar buhara dönüşür. Aynı kanaldan ters yönde bir etkileşimle buhar yoğunlaşarak suya, su donarak buza dönüşmektedir. Bu kalıbın dışına çıkılmaz açıkçası. Ne kadar miktarın, niteliğin etkileşime girdiği de ayrı bir boyut katar elbet.
İnsanlar kendi duygu, değer ve düşüncelerine göre, yine kaygı, tereddüt ve öz güvenlerine bağlı olarak değişen düzeylerde çatışma ve uzlaşma yaşayabilir. Ilımlılığı, ölçülülüğü ya da katılığı, sertliği, aşırılığı tayin eden ögeler bunlar. İnsanlar ve toplum kesimleri ellerinin zayıf ve güçlü olduğu dönemlerde farklı bir yaklaşım biçimi, davranış çizgisi oluşturabilmekte. Eli zayıf olanlar daha özgürlükçü olabilirken suyun başına geçen eskiye oranla hürriyet mefhumundan uzaklaşabilmekte.
Öyle ki totaliter sistemler bir anda, bir günde peyda olmamakta, gökten zembille inmemekte. Bir zaman, süreç meselesidir hani. Farklı dönemlerde ezenle ezilen yer değiştirebilmekte. Totalitarizm ve her türlü dikta sistemler her ne kadar siyasi, ideolojik, konjonktürel, ekonomi politik analizlere tabi tutulsa da psikolojik öz suyu kendi yaşam algısını herkese, her kesime dayatma dürtüsü ve güdüsü olmalı. Kişi belli ölçekte, çizgide yaşamak istiyor amenna, eyvallahta başkasına da dayatıyor bir de bakıyorsunuz.
Hani bir devrin “ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” şarkısı vardır. Klipte baba gece yatarken şimdi yatıp uyuyacağım, hadi Allah rahatlık versin, hadi iyi geceler, hadi yatak gari makamında çalmakta, ailenin diğer fertlerini de baskı altına almaktadır. Neden? Evin elektrik, su, doğalgaz, vs. her türlü aidatını o ödüyor. Zıbarın yatın, masraf çıkartmayın meselesine dönüyor iş. Bir an evvel televizyon kapansın, ışıklar sönsün modunda adamcağız. Bu aile reisinin ekonomik seviyesine bağlı olarak okunabilir kuşkusuz. Peki ya aile reisi dar gelirli, tek maaşlı olsa da sigara lüksü üzerinden kendisini sorguluyor mu? Yerine göre günde iki paket hatta.
Şimdi açıktır ki, totaliter, otoriter, diktacı eğilimler de derece derece değişen seviyelerde bir egoizmi ve onun siyasi, ideolojik tezahürlerini önümüze koyabilir. Bu bazen emekçi sınıfların çıkarı, menfaati ölçeğinde ya da çağdaşlık, modernlik kavramı dairesinde devrimci, ilerici söylemleri önümüze koyarken kimi zamanda yüce bir ırkın Tanrısal zeminde çerçevelendiği mefkurecilik eğilimini ya da Allah’ın emri, yaradan böyle emretti zemininde bir mahalle baskısı kültürü oluşturabilir de.
Burada ana nokta öne sürülen kavramın gerçeklik derecesi kadar dayatma, empoze etme noktasında şekillenen bir taassup iklimi, bağnazlaşma oluşturmasıdır. Küresel sistemin varyasyonlarını, atraksiyonlarını yahut daha lokal düzlemde ajitasyonları, manipülasyonları o denli göz önüne almayan, göz ardı eden kırosal türlü yaklaşımlar bireylere, toplum kesimlerine susta durdurur yeri de gelir. İster istemez toplum kesimlerinde beliren bir ürküntü, kontrolü kaybetme endişesi insanların katı, uzlaşmaz zeminde direnç göstermesine neden olur.
Çözüm peki? Milli birlik beraberlik diyoruz da, nasıl demiyoruz. Bende buluşalım istiyoruz. Deplasman fobisi var bir tür. Hele günümüzde, teknoloji geliştikçe, konfor arttıkça birbirimizden uzaklaştık. Sanal dünyada bir curcunadır gidiyor. Kim kime dumduma neredeyse. Daha dün birini toprağa veriyoruz, umurumuz değil. Şehre dönüyoruz, kaldığı yerden devam ediyor hayat. O toprağa verdiğimiz insan evladı da şehre dönüyordu, işi gücü vardı halbuki.
Demem şu ki, gönül birliği asıl olan. Zihin bağı sonraki iş. Beyin ve kalp koordineli hareket etmeli. Zekâ tek başına bir şey değil. Hiperaktif kişiliklerde, asi insanlarda, anarşik ruha sahip insanlarda da zekâ fazlasıyla. Akıl noksanlığı görülür bu tiplerde. Kontrol, disiplin, sistemli olmak zayıftır. Bir nereden başlayacağını bilmeme, plan programsızlık, vs. Baş gözü işler, akıl gözü zayıftır.
Beraberinde insanları sevmek gerek. İnsana rağmen düşünce geliştirmek mekanik aksamlıdır. İnsana karşı olmamak onu anlamak gerek. Gerisi gelir, çorap söküğü misali. Ve özgürlük kuralsızlık değildir. İstediğini yapmak değil, istemediğini yapmamaktır daha da ziyade. Ve adalet insanların siyasi, ideolojik, etnik, dinsel yapısına, ırkına, cinsiyetine göre biçimlenmez. Bir iç aritmetiği, ahengi, ahlaksal özü, işleyişi vardır onun.
Sevgiyle kalın, hoşça kalın.
L.T.