- 439 Okunma
- 7 Yorum
- 2 Beğeni
Mahrumiyet
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Canımın içi Alyoşa,
Biliyorum, bana kızgınsın, daha da kötüsü dargınsın (Senin kızgınlığını dargınlığına tercih ederim: ne de olsa ilki çabuk geçer) ama kesin yargını vermeden önce beni bir dinlemeni istirham ederim.
En son ne zaman görüşmüştük? Mart’ın başıydı galiba, Lubyanka Meydanında bir çay evinde oturmuştuk. Hani sen Vladimir İlyiç ile olan karşılaşmanı anlatmıştın. Sözüm ona tam senin halanın karşısındaki parkta, Mart soğunda kitap okuyacağı tutmuş da sana denk gelmiş. ‘Bir sonraki rastlaşmanızda olanları bana mutlaka anlatacaksın’ diye ayrılmıştık. Aradan neredeyse altı ay geçmiş. Apar topar Moskova’dan ayrılmamı, seyyahları kıskandıracak bir yolculukla Kargınskaya’ya gidişimi sana haber veremedim. Sonradan öğrendim ki bize uğramış, halimizi sormuşsun. Cevabım için kismet bugüneymiş.
Dediğim gibi apar topar ayrıldım. Bir akşam üstü Kargınskaya’daki dayımın çiftliğinden haber geldi: Dayım ortadan kaybolmuş. Hiç beklemiyorduk. Dayım gayet hal ve gidişi yerinde, işine bağlı, votkayı bayramdan bayrama ağzına süren, kumara ve kadınlara düşkünlüğü olmayan bir adamdır. Ne birisinin peşine takılıp çiftliği terkeder, ne de bir ağaç altında sarhoşluktan uyuyakalır. Yegane ilgisi ekip biçme üzerinedir. Hatta annem hep anlatır durur: Kasabanın papazı bir keresinde dayımı çalışmaktan Kudret-i İlahi’yi ihmal etmekle suçlamış. Böyle bir adam tarlalarda çalışan müjikleri teftiş etmek için evden çıkmış (Sen niye gidersin be adam; kahyan, ustabaşın filan yok mudur?), sonra da bir daha dönmemiş. Aslında bu durumun beni alakadar etmemesi gerekirdi; ne de olsa dayımı bir kere, o da altı yaşındayken görmüştüm, ama annem çiftliğin sahipsiz kaldığından, gidip oradaki işleri halletmem gerektiğinde ısrar etti. “Ben kız başıma nasıl oraya gidip de çiftliği kapatayım? Bavulumu bile toplamamış birisiyim. İş güçten anlamam. Parayla senetin arasındaki farkı bilmem. Tapu diye bana fatura gösterseler ‘Demek ki böyle bir şeymiş’ derim” dedim ama tınan olmadı. Yanıma vekilharç Yakov Mihailoviç’i katıp, Tanrı’nın unuttuğu bu yere gönderdiler.
Gönderdiler ama benim Kargınskaya’ya gelişim öyle kolay olmadı. ‘İyi bir seyyah yanına gereğinden fazla kitap alır’ derler ya, çok doğruymuş. Moskova’dan Rostov trenini aldık. Ay bir görsen, iğrenç! Petrograd treniyle karşılaştırılmaz bile. Bırak beni, oda hizmetçim Anna bile iğrendi vagonların halinden. Kesinlikle istemedi kompartmandan çıkmamı. Yemeklerimi bana getirdi. Ben de başlarda birkaç kere getirdiklerinin kalitesizliğinden onu haşladıysam da, sonra suçun onda olmadığı anladım. Yakov da beni kontrole geldiğinde kendi ikinci mevki kompartmanından yakındı her iki lafın arasında. Daha da kötüsü yol uzun, işkence bitmek bilmiyor. İki gün böyle geçti. Kamensk’te tren değiştirdik. Yeni treni görünce eskisine koşarak dönecektim: Tekerlek üzerinde bildiğin ahır. Tek mevki, Anna yanımda, Yakov karşımda. Yetmezmiş gibi kompartmanda üç tane de müjik. Ortalık gübre kokuyor. Anna camı açtı, içeri dondurucu soğuk girdi ama nafile. Öğürüyorum, durmamacasına. Büyükbaşların taşındığı vagonda olsam bu kadar olur. İnsan hiç yıkanmaz mı? Hiç güzel giyinmez mi? Hiç saçını tarayıp, koku sürmez mi? Birinin bile tam dişi bile yok. Güldüklerinde, hatta gülme demeyelim, hakırdadıklarında hangisinin daha çok diş kaybettiğini görebiliyorsun. Görmezden gelmek için yere bakıyorum. Birisinin iskarpini delinmiş, parmağı gözüküyor. Adamın çorabı yok. Nasıl bilet parasını denkleştirmiş, anlayamıyorum. Diğerlerininki de daha iyi durumda değil ama en azından ayak tırnağı görmek durumunda değilim.
Kargınskaya istasyonuna indiğimizde Kızıldeniz’I geçmiş Yahudiler gibiydim. Tek farkı deniz devam ediyordu.
‘Kasaba nerede?’ diye sordum Yakov’a.
‘Burası hanımefendi. Karşımızdaki bina kaymakamlık, yanındaki de okul olmalı. Az ileride de görebildiğim kadarıyla bir takım dükkanlar var. Ben de iyi bilmiyorum, buraları ilk ziyaret edişim.’
Cevap vermediğimi görünce:
‘Çiflikten araba göndereceklerdi. Ben ona bakayım’ dedi ve sıvıştı.
Anna beni istasyonun bekleme salonuna götürdü. Salon deyince aklına ne geliyor bilmiyorum ama tam anlamıyla bir kulübeydi burası. İstasyon şefinin kendisi orada yoksa da çorapları ortadaki sobanın üzerinde asılı, herkese eşit mesafedeydi. Salonun az önceki tren kompartmanından daha büyük olması gübre kokusunun azalmasına yetmiyordu. İster istemez. Büyük Petro’nun günlerini görmüş bir sıraya iliştim, kitabımı çıkarıp ‘Nehir değişmemişse de içine giren değişmiştir’ düsturuyla tekrar okumayı denedim. Gün battığında ben hala önsözde, daha da kötüsü hala istasyon kulübesindeydim. Tabi ki çiftlikten araba filan yollamamışlardı. Hatta ertesi gün kendimizin tuttuğu arabayla çiftliğe giderken gelişimizi sözüm ona önceden haber verecek olan telgrafı da yanımızda götürüyorduk. Söylemeye gerek yok, bu kasabada bir hanımefendinin girebileceği bir han olmadığından geceyi o tahta sıranın üzerinde, Anna’ya yaslanarak geçirdim.
Bu kadar uzatarak anlamamın sebebi sırf benim Rusya Ana’nın ne kadar kaybolmuş bir bağrına gittiğimi idrak etmen içindi Alyoşa’cığım. Daha fazla uzatmamaya gayret edeceğim.
Moskova’dan ayrılamadan önce annem elime bir mektup tutuşmuştu. Kasabayı iki haftada bir ziyaret eden notere verilecek bu mektupta annem dayımın tek mirasçısı olarak mirası kabul ediyor, onun olmayan borçlarının sorumluluğunu alıyor (Neyse ki), kızı olan beni de çiftliğin idaresi vekil tayin ettiğini ifade ediyordu. Bir dakika, ne?!
Meğerse en başımdan beri sayın pederimle sevgili maderimin fikri buymuş: Beni Moskova’dan ve onun renkli hayatından uzaklaştırmak (Moskova’nın da ne renkli hayatı varsa! Paris mi bu?), uzun süre mahrumiyet bölgesinde tutmak, sorumluluk vermek, vesaire... İntikam soğuk yenecek bir yemekse öyle olsundu; kısa bir isyan sürecinden sonra kendimi çiftliğin işlerine vakfettim.
Çiftlikteki günlük hayatımı sana tuttuğum jurnalden ileteceğim ki sana yazmadığım dönemlerde öyle çok da yaz tatili kılıklı bir hayatım olmadığını ispat edebileyim.
Nisan 4
Çiftliğin kahyası İvan ile konuştum. Ona çiftlik evi dışında kalan her şeyden sorumlu olduğunu söyledim. Evin içinde ise Yakov’un sözü geçecek. Masraflar ve gelirlerle ilgili deftere de beraber bakacaklar. Umarım bu iş bölümü yürür. Dayımın zamanında İvan her yere bakıyormuş.
Nisan 8
Müjiklerden birinin ailesi geldi. Babaları birkaç gündür eve gelmiyormuş. ‘Ya başka kadına kaçmıştır, ya da bir kavgada bıçaklanmıştır’ diyecek oldum, İvan sözümü kesti: ‘Hanımefendi, Milço gayet düzgün bir adamdır. Böyle şeyler yapmaz.’ Bu adama benim sözümü, hele de müjiklerin önünde, kesmemeyi öğreteceğim. Ne yazık ki şu an suyu bile nereden içeceğimi ona sormak zorundayım.
Nisan 10
İvan’la yapmam gereken konuşmayı yaptım. Yarım ağız özür diledi. Sonra da bana Milço’nun kaybolmasının ilk olmadığını söyledi. Hatta dayımdan önce de kaybolanlar olmuş. ‘Kaçıyorlar mı?’ diye sordum. ‘Yok hanımefendi, nereye kaçacaklar? Kaçsalar daha iyi bir iş mi bulacaklar? Cahil adam bunlar. Ama dayınızın çiftliğinin (‘Sizin’ demiyor) en rahay yaşanacak yer olduğunun farkındalar.’
‘O zaman bunlara ne oluyor? Ceset filan buluyor musunuz?’
‘Yok, ne kurda kuşa yem oluyorlar, ne de bir takım eşkiyanın eline düşüyorlar. Sırra kadem basıyorlar. Tek bildiğim budur.’
Mayıs 2
Herkes tarlalarda. İvan’la konuştum, müjikleri birbirlerine zimmetledik. Daha fazla adam kaybetmeye gücümüz yok. Yaz sonunda iyi hasat olursa babuşkayla anuşkayı da beni buradan almalarına ikna edebilirim.
Mayıs 6
Geçen gece gökte parlak bir ışık vardı. İleride, derenin arkasındaki tepelerden çıktı, doğuya doğru bir süre gitti. Sonra yön değiştirip çiftlik evinin yakınından geçip, bağ yönüne doğru kayboldu. İvan ‘Aziz Mikail bu; arada bir gökte dolaşıp, araziyi teftiş eder’ dedi. ‘Bizim çiftlikten Aziz Mikail’e ne?’ diye sordum. ‘Hikmetinden sual olunmaz. Bizi kollacaksa bu onun bileceği iştir’ cevabını aldım. Ah köylüler!
Haziran 12
İlk defa kayıp müjiklerden biri ortaya çıktı. Ama anlatılanlara bakılırsa pek kendinde değilmiş. Başına ne geldiğini hatırlamıyormuş. Hatta Noel’den beri hiç bir şey hatırlamıyormuş.
Haziran 13
Bugün Anna ile birlikte önce kaybolup, sonra kaybolan müjiğin kulübesine gittik. Anna ‘Hanımım, niye bu yanaşmaların ayağına gidiyoruz? Kendilerini bir şey zannedecekler.’ Dedi. ‘Sus, İvan söyledi; dayım da böyle yapıyormuş. Ağalarını görünce daha bir gayretli çalışıyorlarmış.’
Adam aynen anlattıkları gibiydi. Gözleri duvarda, sabit bir tonla bizimle konuşuyordu. Bir şey hatırlamadığını anlattı. Tek aklında olan kendini çayırda bulduğuydu. Yürüyerek kulübesine dönmüş.
‘İvan, adamın kafasında bür yara var. Sakın bir üfürükçüye gidip, kötü ruh filan çıkarmaya çalışmış olmasın.’
‘Bunların hepsi inançlı, imanlı adamlar hanımefendi. Öyle batıl taraklarda bezleri yoktur’
Bu noktada İvan yalan söylüyordu.
Temmuz 2
Havalar çok sıcak. Napolyon generallerinin Ukrayna yazını Mısır’dan daha kötü bulduklarını söylerler. Bende onlarla hemfikirim. İknci bir yaz daha burada geçmez. Arada geceleri gördüğüm ışıkların bu sıcak yüzünden olduğunu düşünüyorum. Aziz Mikail olsaydı soluğu çoktan Uralların kuzeyinde alırdı.
Temmuz 6
İki müjik daha kayboldu. İvan ‘Birbirlerine zimmetliydiler’ dedi.
Temmuz 8
Kasabaya inip, kaymakamla görüştüm. O da sıcaktan, buradan, ve genel olarak hayattan bezmiş biri. Bana başka çiftliklerden de benzer duyumlar aldığını söyledi. ‘Belki de yaz tatilinde buraya gelen üniversiteli gençlerin işidir’ dedi, ‘Devrimci fikirlerle gelip, bu cahil güruhun aklını çelmeye çalışıyorlar.’ ‘Dayım Andrey Andreyoviç’i de mi kendilerine katılmaya ikna ettiler?’ Kinayemi anlamayıp, ‘Sanmam’ dedi kaymakam. ‘İhtimalle bunlara denk gelmiş, onlar da dayınızı ortadan kaldırmışlardır.’ Dayımdan rafa kaldırılacak bir eşya gibi bahsetmesine inanamadım. ‘Peki herhangi bir üniversiteli devrimciyi kasabada gördünüz mü?’ ‘Yok görmedim, ama diğer kasabalarda böyle şeyler oluyormuş diye duydum.’
Temmuz 17
Kahvaltıdan sonra İvan geldi: ‘Müjikler sizinle konuşmak isterler Hanımefendi’. ‘Ne dertleri varmış? Niye seninle halletmiyorlar?’ İvan başını öne eğdi: ‘Ben çözemedim dertlerini. Sizden çare umuyorlar.’ ‘Peki, gelsinler’
Geldiler. On, on iki tane köylü. Hepsi yere doğru bakıyor, kimse sesini çıkarmıyordu. ‘Neymiş derdiniz?’
En önde duranı gözlerini yerdeki karolardan ayırmadan ‘Hanımım, biz artık çalışmak istemiyoruz.’ ‘Ne demek çalışmak istemiyoruz? Hasat zamanı bu ne laçkalık?!’ ‘Hanımım, tembellik değil. Korkuyoruz. Evden çıkıp tarlaya giden, geri dönmüyor. İkişerli gidiliyor, yine geri dönülmüyor. Bir Milço döndü, bir de Vova. İkisi de ruhları kaçmış gibi. Tarlada çalışıyorlar, evlerine gidip yemek yiyorlar, ama o kadar. Karıları tek söz etmediklerini söylüyor. Bizi hiç tanımamış gibi yapıyorlar. Biz ne öyle olmak istiyoruz, ne de tamamen ortadan kaybolmak. Bize bir çare...’
‘Tamam gidin şimdi, ama evinize değil tarlaya. Ben bir çare bulacağım’
Nedir bunun çaresi ki?
Temmuz 18
Benim tarlaya yolladıklarımdan biri akşam evine gelmemiş.
Temmuz 21
İvan gün doğumundan hemen sonra koşarak geldi:
‘Gitmişler! Gitmişler!’
‘Kim gitmiş? Müjikler mi?’
‘Tüm köylüler gitmiş. Tası tarağı ne varsa toplamışlar, ortadan kaybolmuşlar’
‘Teker teker kaybolanlar gibi mi?’
‘Yok hanımefendi, araba izleri var. Çiftliğin öküzlerini arabalara koşmuşlar, gitmişler.’
Apar topar Kargınskaya’ya indim, kaymakamı buldum. Onları anlatınca:
‘Eski günlerde değiliz Sayın Federova. Gidenler serf değil, size ve çiftliğe bağlı olmayan hür köylüler.’
‘Peki ya öküzler?’
‘Onlar için bir arama emri çıkartırım. Yakalandıklarında hapisle tehdit edip, tekrar çiftlikte çalıştırabilirsiniz. Ama bu sefer de yayn kaçarlar. Bir kere tadını aldılar’
Devletten de pek bir yardım gelmeyecekti. Yine de arama emri çıkarttım.
Temmuz 27
Biri dışında köylülerden ses yok. Yakalayıp getirdiklerini de bir işe yaramayacağı için ben gönderdim. Bir tek kaybolup da geri dönen Milço ile Vova kaldı. Onlar da her sabah kurulmuş gibi kalkıp tarlaya gidiyorlar. Hasadı çoktan gözden çıkardım ama bu ikisi mekanik bir şekilde, hiç bir olan bitene aldırmadan çalışıyorlar.
Ağustos 11
İvan’ı çağırdım, çiftliği satılığa koyacağımı söyledim. ‘Büyük Hanımın olur’u gerekmez mi?’ dedi. Annemin ağzından yazıp, imzaladığım mektubu gösterdim. Zarfını sormadı.
İşte böyle Alyoşa’cığım. Kargınskaya maceramı da beklemediğim şekilde bitirdim. Moskova’ya dönüyorum Eylül’ün 5 inde. Artık haberler sende.
Olga Federova
YORUMLAR
Neden Rusya, neden Rus karakterle?
Aynı öykü bize uyarlanamaz mıydı?!
Çok yabancı yazar okudum.
Hiçbiri, hiçbir olayı aklımda kalmadı. Yerli yazarlarımız gibisi yok. Bir Fakir Baykurt, bir Talip Apaydın, bir Yaşar Kemal, Orhan Kemal ....... daha bizden.
Tercih sizin tabii.
Bir de daha kısa tutulamaz mı?
Selam ve saygılar.
İlhan Kemal
Kısa tutulamaz mı? Bugüne kadar bir çok öykümde 'Güzel ama biraz kısa' yorumlarını görmüştüm. Kısaltma talebi değişik geldi. Aslında bu kısa hali. Toplantı aralarında aceleyle yazılınca özellikle Olga'nın günlüğü sadece kaybolan köylülere indirgendi. Halbuki bir Rus klasiğinde kentli, zengin kızın kırsal hayattan, bu hayatta sorumluluk almaktan yakınmaları olması beklenir. Belki o zaman da öykü iyice hantallaşacaktı.
Okuyanı düşünmeye sevkeden yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
İlhan Kemal
İlhan Kemal
İnsanın merak etmemesi mümkün değil elbette okurken, isimleri ve Karamozov Kardeşlere götürdünüz, okuyali öyle uzun zaman oldu ki okul yıllarında ve sanırım ikinci kitabı bitirememiştim, hürmetlerimle..
Semiha Türkmen tarafından 1.9.2023 08:39:31 zamanında düzenlenmiştir.
Semiha Türkmen tarafından 1.9.2023 08:50:25 zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
Müjik,
yolculuk boyunca ve sonrasında sürekli dilime çarptı durdu ısrarla Google a zorladı, kopmak istemedim…
Temmuz 8 de dayanamadım çıktım
Rus köylüsü demekmiş geri döndüm sonra ve sonra yine müjik anladım
yazarı pek müjikinas
Mahrumiyeti hem madden hem manen ayak tırnaklarından büyükbaşlara kadar hissettik, çok leziz
Aklımda bir şüpheyle kapatıyorum
Yakın zamanda Knut Humsun Toprak Yeşerince ve Hannibal okumuş olabilir misiniz?
Hemen hemen tüm karakter isimleri ve öyküdeki işlevlerin benzerlikleri dikkatimi çekti, selamlar
İlhan Kemal
Çok uzun zamandır kaliteli bir kurgu okumadım. O yüzden gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ne Hamsun'un, ne de başka bir yazarın benim farkedebileceğim bir etkisi olmadı. Araba kullanırken bir U dönüşü sırasında aklıma gelen saçma bir konuyu hızlıca kaleme almayı denedim. Karakter isimlerinin benzemesi de tesadüfidir çünkü Olga Federova benim Haziran ayına kadar müdürüm olan kişinin adıdır, lise yıllarında tenis takımımdaki partnerim Mihail karşımıza Yakov Mihailoviç olarak çıkar, Alyoşa'nın yavuklusu Vladimir İlyiç'in ise sadece soyadı Lenin değildir.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.