- 334 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEYİR TERASINDAKİ CAFE
Bir sabah hani rüzgar hafifçe değer ya insanın tenine ılık ile serin arasında bir dokunuşla, tam da öyle uyandım, Mayıs olmalıydı… Esintinin taşıdığı toprak ve çiçek kokusundan böyle tatlı bir İlkbahar günü olmalı diye düşündüm. Saten yumuşaklığında çarşafların sardığı bedenim uykunun kollarından sabahın tazeliğine atlamakta acele etmiyordu…Çünkü yalnızdım, tek başıma dağın en tepesinden denizin en derinini gören bir kulübede hiç gidilmemiş enlem ve boylamlar arasına kaymış, hiç olmayan bir ülkenin bitişi olmayan baharlarına karışmış oksijen alıp oksijen veriyordum…Ya çok iyi bir yalancıyım ya da henüz doğmadım ve anne rahminde büzüşürken kurdum bu hayalleri…Cinsiyetsizim henüz bir kadının ve erkeğin ortak ruhsallığı ile doluyum…Biliyorum bu böyle gitmeyecek bir gün bir isme, bir cinsiyete, bir kadere doğru sürükleneceğim, olmak zorunda olacağım şeyler yüzünden her zaman acı bir yanımda çöreklenmiş kalacak…Belki de beni hayata bağlayan tek şeyi göbek kordonunu boynumdan geçirip iyice sıkışmasını beklemeliyim. Belki de…
Seyir terasında küçük bir cafe vardı, hani acımış çay, yanmış yağ ve tost kokan yediklerinin hepsi kötü, seyrettiklerinin hepsinin güzel olduğu denize bakan, yol üstü cafelerinden biriydi işte…Eski tost makinesinin ağır demir gövdesi inip kalkarken, yağ acıyla cızırdarken ve kenarına çay bulaşmış ocakta fokurdayan çay taşıp daha da çok iz bırakırken bez ciltli yıpranmış kitaplarını ciddiyetle açıp okurdu. Her sabah aynı saatte, aynı sandalyede ve aynı sessizlikle…Bez ciltli kaç tane kitap kaldı acaba evlerde hani içinde ip ayraç olan, gösterişsiz bordo, koyu yeşil, hardal sarısı kapakların sıradanlığını kuşatan bol renkli kuşe kağıtlı kapaklar…Er ve ya geç kağıt yırtılır ve ciltler olanca sıkıcılığıyla çıkıverirdi…
Evet ne diyodum seyir terasındaki küçük cafenin iki müdavimi vardı saçları yer yer mora bulanmış siyah kısa saçlı bir kadın ve tüyleri her daim kirli kocaman sarı sokak köpeği…Kadın kahve üstüne kahve içer, okur da okur, köpek önüne ne konulursa yalar yutar ikisinin de rutini değişmez…Günler geçer, hayat biter ama bu rutin değişmez…
Rutin dedik te zamanı ucundan tutup biraz geriye çeksek seyir terasında cafe olmasa, aslında terasta olmasa, diyelim ki denize bakan dik bir yamaçtayız yüzümüzü rüzgara vermişiz, yere eski bir kilim sermişiz ve öylece uzanmışız elimizde bir aşk mektubu…Genciz, yaşam ve aşkla dolu delikanlı çağında, yolun başında durmuş geleceğe bakıyoruz güvenle…Saçları bukleli emprime elbiseli kızı kolumuza takıp papatya tarlasında yürüdüğümüzü düşlüyoruz…Saçları bukleli emprime elbiseli bir kız olsaydı eğer…Mektup elimizden kaçıyor, yaramaz bir rüzgarın kanadına binip kaçıyor. Sonunda rüzgar da kaçıyor.
Aslında seyir terasında cafenin, kadının, köpeğin, delikanlının ve mektubun olmadığı bir zaman daha vardı…Çok sisli, çok karmaşık hatırlanmayan, hatırlanmak istenmeyen bir zaman vardı. Yorgun asker ayakkabılarının ezdiği sararmış yabanıl otların yanık kokusuna karışan, ter, toprak ve yorgunluğun kokusu…Dünya savaşının birincisinin kurbanlarından belki henüz çocukluğundan çıkmış genç bir askercik bitkinlikten bitiklikten çöküvermişti otların üzerine…Belki öylesine umutsuzdu ki koluna çapkınca değen pembe zakkum çiçeğini koparıp ağzına atıvermişti. Zakkumun zehiri kalbini ezen acıdan daha acı değildi nasıl olsa…
Dünya savaşının birincisi henüz bilinmezken, hatta seyir terası tepesi daha tepe bile değilken, deniz daha yakın, sahil daha geniş, dağlar daha yeşilken tam da cafenin olduğu, kadının oturduğu, kilimin serildiği, genç askerin zakkum ile buluştuğu yerde bir kulübecik vardı. Kulübeciğin reçine kokan ahşap kapısı açık, rüzgar evin hem içinde hem dışında her yerdeyken ana rahmine düştüm…Annem aşk tapınağına adanmış bir rahibe, babam aşkı taşa çizen bir heykeltraştı…Saf bir rahimde saf bir aşkla tomurcuklandım ve gün ışığı hayaliyle hücreden cenine, ceninden bebeğe, bebekten kıza, kızdan kadına, kadından anneye dönüştüm…
Çok daha öncesinde kulübe, rahibe, heykeltraş yokken, hatta seyir terasının olduğu kara parçası kara parçası bile değilken, gepgeniş mavi bir denizin dibinde küçük bir yanardağ iken binlerce yıl tutkuyla seyrettiğim adaya aşık oldum…Adanın bir ucu bıçak gibi keskin uzanırken diğer tarafı bir kadın bedeninin yuvarlaklığında deviniyordu. Uzaktan izlediğim cüce fillerin ayak izlerini kıskandım , öyle kıskandım ki tüm gücümle yükselip denizden patladım köpük ve lavla karışık akarak adama doğru koştum…Tüm tutkumu o seyir terasında biriktirdim yükselttim toprağı denizden kaçırdım, denizden kıskandım…Adamı ateşimle sarmaladım…
Seyir terasındaki cafede her sabah bir kadın cilt cilt kitap okurdu ve kocaman sarı bir köpek yanık tost parçalarını kemirirdi…Seyir terasında bir kadın, bir köpek, bir aşık, bir asker, bir rahibe, bir heykeltraş ve ben vardım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.