- 751 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YAŞAM ANILARIYLA GÜZELDİR
Derin ve zinde bir uykunun ardından hayli dinç bir şekilde açmıştım gözlerimi sabaha. Odam, bazı günlerde doğal gazı kapatıp eskinin tadını almak için kurduğumuz sobanın sıcaklığı altındaydı. Bense o huzur ve keyif dolu sabahın özgürlüğü içerisindeydim. Yatağımdan kalktım ve perdeleri açtım. O da ne ya Rabbi! Uykudan yeni yeni ayıkan gözlerim bembeyaz bir güzelliğin esiri olmuştu. Her yer karlarla örtülüydü. Gökyüzünden yeryüzüne sabaha kadar inci yağmıştı sanki. Görünürdeki bu güzelliğe rağmen dışarıda korkutan bir tipi vardı. İnci taneleri yağmaya devam ederken deli rüzgar ne varsa kusuyordu: dünyaya olan bütün öfkesini, biriktirdiklerini... İnci tanelerinin oluşturduğu güzellik göz alırken esen tipi can alıyordu. İnanmak mümkün mü bilmem (!) ama o tipiyi görünce yüzümü odama döndüğümde şükretmemek haksızlık olurdu. Sımsıcak bir oda, sobanın yanı başında mırıl mırıl uyuyan minik kedim Nazlım, sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan çay ve diğer çaydanlıkta kaynarken kokusunu odaya dağıtan ıhlamur... Şükürler olsun ki güzel bir evim, sıcak bir yuvam vardı... Elimi yüzümü yıkayıp üzerimi giyindim. Daha sonra kendisinden bir türlü vazgeçemediğim kupa bardağıma kahve doldurup koltuğuma kuruldum. Bir yandan gramofondan çıkan ezgileri dinliyor, bir yandan kucağıma gelen Nazlım’ı okşayarak dışarıdaki tipiyi izliyordum. Dışarıyı izlerken kapılıp gitmişim bir iki güzel hayale...
Beni tatlı hayallerimden uyandıran, kapının çalmasıydı. Afallamıştım bir an, sabahın zemherinde kapıma kim gelebilirdi! Üstelik, bu tipide! Peşimden bir türlü ayrılmayan Nazlım’la kapıya yürüdük. “Kim o?” diye seslendim, ancak cevap gelmedi. Fakat kapıda biri vardı, biliyorum! Zira gürültü ve inilti geliyordu. Biri sessiz çığlıklarını atıyor, sanki yardım istiyordu. İçime bir ürperti düştü, kapıyı açmaya çekindim. İyi de çalan kapıyı açmamazlık edemezdim, üstelik dışarıda felaket bir tipi varken! “Belki gelen kişi tipiden dolayı konuşacak mecalini yitirmiştir.” diye düşündüm. O sırada tipinin uğultusu son gücüyle evin içine kadar girince içimden kapıyı açmak geldi. Beynim bu soğukta dışarıda kalan canlının derdindeyken elim de o etkiyle kapıya uzanmıştı. Sanki elim beynimden habersiz tuttu kapının kolunu. Bu soğukta dışarıda kalan hiçbir canlıya kıyamazdım. Kapıyı araladım, lakin dışarıda kimse yoktu. “Sanırım ben yanıldım, tipiden dolayı kapıya çarpan odun, taş parçalarını bir canlı zannettim!” düşüncesiyle kapıyı tam kapatacakken bir an kapının güçsüz bir şekilde itilmeye çalışıldığını hissettim. Kapının eşiğine doğru baktım. O da ne? Zavallı hayvanlar! Kapının eşiğinde golden retriever cinsinde krem renkli bir anne köpek ve iki yavrusu yatıyordu. Belli ki vicdansız sahibi, hayata nasıl tutunacaklarını düşünmeden bu tipide onları sokağa terk etmişti. Zavallılar soğuktan tir tir titriyordu. Anne köpek çok üşümüştü, ama bütün ısısını yavruları için kullanmaya çalışıyor ve böylece daha bitkin düşüyordu. Soğuktan titreyen minik yavrular bir yandan bana içeri almam için kur yapıyor, bir yandan tipiden korkup annelerinin karın boşluğuna saklanıyordu. Zavallı anne köpek, hem tipiyle boğuşuyor hem de yavrularını ve kendisini tipiden kurtarmak için savaşıyordu. Açlık, çaresizlik, uykusuzluk, soğuk hava ve yorgunluk bu zavallı anneyi bitkin düşürmüştü. Ayakta zor durmasına rağmen yavrularını ısıtmak ve emzirmek için çaba harcıyordu. Üstelik zavallı hayvan bütün bunların yanında kısmi olarak buz tutmaya başlamıştı. Kaşının üstünde hafif buz parçaları oluşmuş, kendisini rahat bırakmayan hapşuruk ile boğuşuyordu. Belli ki yavrular üşüdükçe anneyi emmiş, anne de yiyecek bulamadığından yavrularını aç karınla emzirmekten bitap düşmüş, böylece soğuktan daha çok etkilenmişti. Araladığım kapıyı sonuna kadar açtım ve zavallı hayvanları içeri aldım. Anne köpek yavruları girmeyince içeri adım atmamıştı. Neredeyse donacak olmasına rağmen hala yavrularını düşünüyor, onlara bir çatı altı, sıcak bir yuva bulmaya çalışıyordu. Hep birlikte sobanın başına geldik. Sıcaklığı hisseden yavrular, sevinçlerinden oynuyor, sobanın etrafında pervane dönüyordu. Anne köpek ise sobanın ısısını alır almaz kendinden geçerek tatlı, ama yorgun bir uykuya daldı. Onlar için biraz yiyecek hazırladım. Günlerce aç, susuz bitap düşen annelerinden süt yerine kan emen yavrular, bu sımsıcak odada taze gıdaya “Hayır!” demeden açlıklarının bütün hırsını çıkarırmışçasına yiyecekleri tüketti. Yarı uykulu yarı açık gözlerle sobanın başında mayışan anne köpek ise yorgunluğun verdiği eziklikle yiyecekten çok uyku derdindeydi. Zavallı hayvan, o kadar bitkin düşmüştü ki aç olmasına rağmen uyku bütün bedenini kırıyor, sanki biraz uyusa bütün acıları, açlıkları bitecekmiş gibi hissediyordu. “Havyan aç yatmasın!” diye yiyebildiği kadar yemesini sağladım. O gün anne köpek ve karınları doyan yavruları, sobanın başında saatlerce, kımıldamadan uyudu. Geceye doğru bir ara uyandılar. “Fırsat bu fırsat!” diyerek onlara sıcak bir banyo yaptırdım. Banyo yapıp vücutlarındaki ağır kırgınlığı da atan hayvanlar, tekrar tatlı bir uykuya daldı. Sanki bir daha hiç uyanmamak üzere rüyalar alemine doğru gidiyorlardı...
Ertesi gün bir takım gürültülerle göz açtım, sabaha. Kedim Nazlım ve yavru köpekler çoktan uyanmış, sobanın etrafında kovalamaç, kanepe ve koltukların altında saklambaç oynuyordu. Uyanır uyanmaz hemencecik arkadaş olmuştu, bu yavru yaramazlar. Aslında onlarınki arkadaşlıktan ziyade kedi-köpek dostluğuydu. O gün anne köpeğe “Cessie Cess” adını verdim. Cessie Cess iyi ve vicdan yüklü bir anneydi. Kendi yavrularına verdiği sevgiyi, gösterdiği merhameti Nazlım’a da verip gösteriyordu...
Günler, sıcak yuvamızda mutluluğumuz eşliğinde birbirini kovalayıp durdu. Yavaş yavaş tadını gösteren baharın sıcak günleri içimizi ısıtmaya çoktan başlamıştı. Mayıs ayına adım attığımız günlerden bir gün kış boyu içeride bunalan hayvanlarımı da alıp dışarı çıktım. Evimizin biraz ilerisinde bulunan parka doğru yol aldık. Her yer yemyeşil cıvıl cıvıldı. Bahar yer yüzüne ışıltısını yaymış; Güneş, Dünya’ya en güzel gülücüklerini gönderiyordu. Parka gittiğimizde benim sevimli dostlar, daha bir mutlu olmuştu. Sanki hapisten çıkmış gibiydiler. Oradan oraya koşup oynuyor; birbirilerine kur yapıyor, salıncaklara tırmanmaya çalışıyor, salıncak sallanırken de korkup kaçıyorlardı. Onların bu masum, sevgi dolu oynamalarını izlemek bana keyif veriyordu. O sırada Cessie Cess’in yola çıktığını gördüm. “Cessie Cess!” diye çağırmaya fırsat kalmadan hangi ara, nereden geldiğini anlayamadığım bir araba Cessie Cess’ime çarptı. Bu zalim yaratık, dönüp ardına bakmadan aracının altında ezdiği canın, “Bir insan ya da bir hayvan mı?” olduğunu dahi anlamak istemeden arabasıyla son sürat kaçıp gitti. Benim güzel, vicdan dolu kalbiyle annelik yapan canım köpeğime dönüp bakmadı, umursamadı; onu öylece yol ortasında bıraktı. Ve üstelik, “Karşıma başka biri daha çıkar mı?” diye de düşünmedi, aracıyla gözlerden yok oldu. Atlatamadığım şokla canım köpeğime doğru koştum. Kedim Nazlım ile yavru köpeklerim Lessie Bingo ve Karamel, Cessie Cess’in yanı başında ağlıyor, kalkması için minik patileriyle hafif hafif dürtüklüyordu. Zehir zemberek tipinin estiği o günden sonra hayvanlarımı ilk defa bugün, bu kadar acı bir ızdırap içinde görüyordum. Canım o kadar çok yanıyordu ki anlatılmaz, ancak yaşanır cinsindendi! Yavrular bir yandan annelerini dürtüklüyor bir yandan bana, “Annemizi kurtar!..” nidalarıyla yalvarıyordu. Bu canımı daha da çok yakıyordu; yerde kanlar içinde kalan köpeğime mi onu kaybetme korkusu yaşayan yavrularına mı yoksa gözümün önünde hayvanımın bu hale gelmesine mi yanacaktım, bilemiyordum! “Eğer, her zamanki gibi onları dışarı çıkarmasaydım, evde kalsaydık, hayvanıma araba çarpmayacaktı! Suç benimdi, benim yüzümden olmuştu! İyi de onları hapis de edemezdim ya! Gezmek, eğlenmek onların da hakkı değil miydi? “Kaza gelecek!” korkusuyla hep evde mi kalacaktık? Hiç dışarı çıkıp güneşi ve doğayı görmeyecek miydik?” Bütün bu düşünceler beynimi kemiriyor, canım yandıkça düşüncelerim acıma “İyice alevlensin...” diye, adeta kor ekliyordu. Ama yok, böyle olamazdı, düşüncelerime esir olup hayvanımı öylece bırakamazdım! Bir şeyler yapmalıydım, hayvanlarımı acı içinde kıvrandıramazdım! Cessie Cess’imi, zavallı köpeğimi kurtarmalıydım. Ona hepimizin ihtiyacı vardı. Kanlar içinde yatan Cessie Cess’imi kucağıma alıp veterinere götürdüm. Bedenindeki kanlar temizlenen Cessie Cess’im 3 saatlik bir operasyonun ardından koluna takılan serumla sedyede narkozdan ayılmayı bekliyordu. Zavallı hayvanım gözlerimin önünde bedbaht bir vaziyette yatıyordu. Kış mevsiminin en soğuk gününde onu ve yavrularını içeriye alışım, yavruları girmeden kendisinin kapı eşiğinden içeri adım atmayışı, aç olduğu halde yiyecek dahi yemeden sobanın başında saatlerce yorgunluk uykusu çekişi, uyanır uyanmaz yavrularını yanında ve mutlu görünce derin bir iç çekişi…gözlerimin önünden gitmiyordu. Cessie Cess’im, sen neler yaşadın (?) benim güzel hayvanım!...
Birkaç gün sonra Cessi Cess’im yavaş yavaş hareketlenmeye ve yavrularının kurnaz oyunlarıyla mücadele etmeye başlamıştı. Sağlığı yavaş yavaş düzeliyor, Cessie Cess’im iyileşiyordu...
Günler sonra, artık Cessie Cess’imin gözleri ışıl ışıldı; çünkü sağlığına kavuşmuş, yavruları ve Nazlım’la oynamaya başlamıştı. Her ne kadar oyundan başlarını alamasalar da yavru köpeklerim de “Anneleri iyileşti.” diye tatlı bir heyecan yaşıyordu. Benim güzel hayvanlarım...
Onlar bir kedi ve köpekti, ama benim için birer evlattı. Onlar bir hayvandı, ama insanlar gibi can taşıyordu. Belki insanlar için değersizlerdi, ama benim için değerlilerdi. Dostum, arkadaşım, can yoldaşım, sırdaşım, kısacası onlar benim için hayattı. Kedim Nazlım’ım, köpeklerim Cessie Cess’im, Lessie Bingo’m ve Karamel’im, benim tatlı hayvanlarım...
Belki çoğu kişi için düşündüğü sadece kendi canı; annesi, babası, çocuğu ya da hayvanıdır. Oysa benim için durum çok farklı, çünkü benim için can taşıyan her canlı değerlidir. Benim için insan değerlidir; çünkü can taşır ve canının içinde kalp taşır, hisleri ve duyguları vardır. Benim için hayvan değerlidir; çünkü can taşır ve canının içinde kalp taşır, onların da hisleri ve duyguları vardır. Benim için doğa değerlidir; çünkü can taşır ve cana can katar. Benim için toprak değerlidir; çünkü can taşır, canının bağrında cana can verir, hayat verir. Benim için gökyüzü değerlidir; çünkü can taşır, canının yanında diğer canlara rahmet indirmek için gebe kalır. Benim için gözünüzle gördüğünüz, hatta göremediğiniz zerre parçalar dahi değerlidir; çünkü can taşır, canının yanında diğer canlılara can olur, hayat olur. Şu an merak ediyorum (!) güzel Cessie Cess’ime arabasıyla çarpan kişi bunları biliyor muydu? Doğadaki canlı cansız her şeyin bir görevi olduğundan haberdar mıydı ya da bundan sonra öğrenebilir miydi?...
Doğrusu, hayvanlar her şeyi çabuk unutuyor. Hayvanların küçücük kalplerinde kin ve nefret yer almıyor, insanlar gibi küsmeyi ve nefret etmeyi bilmiyor. Sadece sevmeyi ve kendilerini sevdirmeyi biliyor, kur yapıyor ve karınlarını doyurmanın derdine düşüyor. Ve hayvanlar yine insanlar gibi değil, karınları açken de tokken de seni seviyor, sana sadık kalıyor. Hem de aynı sevgi ve sadakat ile hiç eksilmeden, eksiltmeden...
Cessie Cess’ime arabasıyla çarpan o kişinin, bir gün Cessie Cess’imin yardımıyla hayata tutunacağı aklımın ucuna dahi gelmezdi! Allah nelere kadir!..
Aradan geçen bir yılın sonunda Cessie Cess’im ve artık büyüyen yavruları Lessie Bingo ve Karamel ile kedim Nazlım’ı aldım, dışarı çıktık. Yine aynı parka gittik, hani Cessie Cess’imin kanlar içinde kaldığı park! Haziran ayını geride bırakmış 1 Temmuz gününün tadını burada çıkarıyorduk. Acılarımız nihayet eskimişti, artık mutluluğumuzu yaşıyorduk...
Güzel yaz gününde herkesin mutlu olduğu, oyunlar oynadığı parkta birden bir çığlık koptu. Sanki oracıkta birinin canını alıyorlarmış gibi yankılanıyordu bu ses. Parkta kim var kim yok herkes sesin geldiği yere doğru koşuştu. Çığlığın geldiği yere vardığımızda gördüğümüz manzara hayli içler acısıydı. Bir adam kucağındaki çocuğa sıkı sıkı sarılarak feryat ediyor, bir yandan da acı acı iniliyordu. Görüntü karşısında bir an için afallayan bizler, köpeğim Cessie Cess’in havlamasıyla kendimize geldik. Çünkü biz o an duyduğumuz çığlık ve gördüğümüz görüntü nedeniyle anlık şoka girmiştik, ama Cessie Cess’im uyanıktı. İç güdüsünün de kuvvetiyle olayı daha önceden yaşayıp deneyim kazanmışçasına temkinli ve cesaretliydi. Sanki, “Ambulansı arayın!” dercesine benim üzerime ve diğer insanların üzerine atlayıp, sağa sola koşuşturarak talimat vermeye çalışıyor, bir yandan da adamın kucağında sıkı sıkıya sardığı çocuğun daha rahat nefes alması için burnunu adam ve çocuğun arasına sokup adeta nefes yeri açıyordu. Cessie Cess’in bu hareketlerinden etkilenerek şokunu atlatan herkes aynı anda telefona sarıldı. Ne kadar çok kişi aradıysa on dakika içerisinde birkaç ambulans birden parka geldi. Sağlık ekipleri çocuğa ilk müdahaleyi yaptıktan sonra hemen hastaneye götürdü. Ne tuhaftır ki çocuğun yanından ayrılmayan Cessie Cess’im, beni ve yavrularını parkta bırakarak ambulansın peşinden koştu. Hastane çok uzakta değildi, ama biraz aralıklıydı. Cessie Cess ambulansın peşi sıra hastaneye giderken ben de yavruları parkta bırakıp Cessie Cess’in peşinden koştum. Parkta kalan yavru köpeklerimi ve kedimi endişe etmiyordum, zira zekilerdi ve evin yolunu bildiklerinden içim rahattı. Tek endişem çocuktu, çünkü Cessie Cess’im ancak ve ancak büyük olaylarda bu kadar çok çırpınırdı. Bunu bildiğim için “Acaba çocuğa bir şey olur mu?” korkusu taşıyordum. Hastaneye vardığımda o hengamede kimse farkına varmamış olsa gerek ki Cessie Cess hastanenin içine kadar girmiş, üstelik küçük kızın tedaviye alındığı odanın kapısının önünde doktoru ve ağlayan adamı izliyordu. Cessie Cess’in yanına geldiğimde kapı aralığından konuşulanları işittim. Doktor hastalığın biraz daha ilerlediğini acele edilmezse durumun daha ciddi boyutlara ulaşabileceğini söyledi. Adam çok çaresiz bir şekilde:
“Elimden ne geliyorsa yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim. Bana bir yol gösterin, aklım durdu!” dedi.
Doktor:
“Biliyorum elinizden geleni yaptığınızı, ama biraz daha çaba göstermemiz gerekiyor.” diye karşılık verdi.
Çocuğun babası dudakları titreyerek:
“Siz bana, ‘Benden haber bekle!’ demiştiniz. Ben size güvendim, ama aramayı da sürdürdüm.” dedi.
Doktor elleri cebinde:
“Biliyorum, lakin biz de haber bekliyoruz. Bakanlıktan henüz sonuç çıkmadı. Sonuç çıkar çıkmaz size haber vereceğiz. Ama artık çabamızı artırmamız lazım, geçen her gün aleyhimize işliyor ve çocuğun bünyesi zayıf düşüyor. Böylece hastalık hızla yayılıyor. Her zamanki gibi elimden geldiğince hastalarıma ricada bulunup kan örnekleri alıyorum ve buna devam edeceğim. Lütfen, siz de aramayı aralıksız sürdürün!” dedi.
Oldukça endişeli olan doktor; odadan elleri cebinde, yüzü düşük vaziyette, köpeğimin varlığına bile dikkat etmeden çıktı. Doktor çıkar çıkmaz Cessie Cess hemen içeri girdi ve yatağın üzerine atladı. Üzüntüden yıkılan adam, Cessie Cess’i kızının kucağında görünce neye uğradığını şaşırdı. Çünkü odada bir köpek beklemediği gibi beynini kemiren tek kurt, kızının hastalığıydı. Adam biraz afalladıktan ve derin bir “of” çektikten sonra Cessie Cess’e dikkatlice baktı. Önce onu kovmak istedi; lakin Cessie Cess tüyünü bile kıpırdatmadı, iyice çocuğun yanına sokuldu. Adam bunun üzerine başını göğe kaldırıp köpeğimin bir mucize eseri orada olabileceğini düşünürcesine bedeninde bir hafiflik hissetti. Sonra tekrar derin bir nefes aldı, kızının saçını okşadı, Cessie Cess’ime baktı, daha sonra pencereye doğru yürüdü. Pencereden dışarı baktı, sonra ardına dönüp kızına baktı, daha sonra tekrar yüzünü pencereye dönerek damla damla süzülen gözyaşlarını avucunun kenarıyla sildi. Adamın bedeni titriyor, çektiği acının etkisiyle o kocaman gövdesi küçücük kalıyordu. Ben kapı eşiğinde onu izlemeye devam ediyordum, lakin beni hiç fark edememişti; hoş, Cessie Cess’imi bile neden sonra fark etmişti, çünkü tek düşüncesi kızı idi. Kalbini, beynini hatta bütün vücudunu kasıp kavuran sadece kızı için hissettiği endişe ve acıydı. Öylece bir başına, ne yapacağını bilemeden, vücudunun titremesine engel olamadan, titreyen dudaklarını ısırarak hüngür hüngür ağlıyordu. Ağlama sesini, “Kimse duymasın!” diye kendisini o kadar çok kasıyordu ki sanki bu kasıntıları onu bir anda yere devirecekti. Bir iki hıçkırdı, avazının çıktığı kadar bağırmak istese de bunu yapamayacağını bildiği için dışarı bakınarak derin bir nefes alıp verdi. Gözyaşlarını tekrar avucunun kıyısıyla sildi ve kızına doğru döndü, ama hala beni fark edemedi. Kızının yanına geldi, yüzünü ve saçını okşadı, minicik ellerinden tutup öptü. Sonra yanı başındaki köpeğim Cessie Cess’e dikkatlice baktı. Birkaç saniye gözlerini hiç ayırmadan baktı, baktı, baktı. “Acaba tanıdık mıydı bu köpek?” yoksa o, çektiği acıdan ne hissedeceğini bilemediği için mi böyle düşünüyordu? O, bu olaya anlam vermeye çalışırken ben odaya girdim ve “Geçmiş olsun.” diyerek onunla konuşmaya başladım:
“Kapının önünde beklerken doktor ile konuşmanıza kulak kesilip kızınızın hastalığının ciddi boyutlara ulaştığını işittim. Nesi var?”
Adam başıyla selamlama işareti yaparak gözlerini kızının yüzüne dikti, ağlamalı ses tonuyla cevap verdi:
“Kızım, benim biricik kızım çok hasta. O ilik kanseri ve uygun donör arıyoruz, ama bulamıyoruz. Yaklaşık iki yıldır kızım bu dertle boğuşuyor. Her yere bakıyoruz, ama yok, yok, yok!”
Üzüntüden ve öfkeden elleri titreyen adam, yüzünden akan terleri silerken bir yandan da içini döven bir “ah” çekiyordu. “Ya bulamazsam evladım ölecek!” diye sesli mırıldandı. O sırada Cessie Cess’e baktı, sanki giden aklı yerine gelmişçesine ya da derin, ama korkulu bir rüyadan uyanmışçasına ayağa kalkarak:
“Bu köpek kızımın üstünde ne arıyor? Ya mikrop bulaştırırsa! Doktor her türlü virüsten korunmasını istedi.” dedi.
Adama, Cessie Cess’in köpeğim olduğunu, aşılarının tam olup sürekli yıkandığını söyledim. Lakin adam yine de ikna olmadı ve indirmek suretiyle elini köpeğimin üzerine uzattı. Cessie Cess adamın eli kendisine uzanınca yattığı yerden doğrularak, patilerini küçük kızın üzerinde indirip kaldırdı. Cessie Cess’in ağırlığını ve sıcak nefesini hisseden küçük kız, patilerinden çıkan masaj hareketleri ile kımıldanmaya başladı. Bu sırada gözlerini açmaya çalışarak ürkek ve kırık ses tonuyla: “Baba! Baba!” derken bir yandan da farkında olmadan Cessie Cess’in tüylerini sıkı sıkı tutuyordu. Gözlerini yavaşça aralayıp çevresine bakan çocuk, babasını yanında, Cessie Cess’i de kucağında görünce küçük bir tebessüm etti. Babası tekrar elini uzatıp tam Cessie Cess’imi indirecekken küçük kız:
“Hayır!” diye seslendi. Sonra yorgun ve titrek sesiyle itirazına devam etti:
“Hayır baba, kucağımda kalsın! Ben üşüyorum, o beni ısıtıyor. Kalbim çok hüzünlü ve acı çekiyor, neden (?) bilmiyorum! Bu hüzün bana nereden geliyor baba? Köpek kalbimi rahatlatıyor. Bütün hüzünlerimi alıyor. Kendimi çok bitkin ve yorgun hissediyorum, her yerim ağrıyor. Köpek ağrılarımı unutturuyor, babacığım!”
Adam kızından bunları duyunca arkasını döndü ve gözyaşlarını kızının göremeyeceği şekilde silerek arta kalanları kalbine akıtmayı tercih etti. Zavallı küçük! O güzel yüzünde morartılar vardı. Gözlerinin önündeki çöküntü yüzünün ve safir mavisi gözlerinin güzelliğini saklıyordu. Yatağın içinde küçücük bedeni ile o kadar bitkin ve çaresiz görünüyordu ki kendimi ağlamamak için zor tutuyordum. O an, “Adamı alıp kısa süreliğine de olsa odadan uzaklaşmak iyi olur.” diye düşündüm. Adama, onu incitmeyecek şekilde:
“İsterseniz kızınız köpeğimle dinlensin, biz biraz dışarı çıkalım.” dedim.
Adam kendisine büyük bir fırsat sunulmuşçasına rahatladı, ama tedirginliğini koruyarak reddetti:
“Olmaz, kızımı yalnız bırakamam!”
Onun, kızının yanından ayrılıp avazı çıktığı kadar bağırmak istediğini bildiğimden, ona güven vererek ikna etmeye çalıştım:
“Merak etmeyin, Cessie Cess akıllı bir köpektir! Kızınızın size sesleneceği sırada ya da odaya doktor, hemşire veya yabancı birisi geldiğinde mutlaka yanımıza koşup haber verecektir.”
Adam hem kızını yalnız bırakmak istemiyor hem de avazı çıktığı kadar bağırmak için oradan uzaklaşmak istiyordu. Bir kızına baktı, bir bana baktı, sonra bir de Cessie Cess’e baktı ve tedirgin bir halde: “Peki, çıkalım!” dedi.
Adamla hastane bahçesine indik, bahçenin yan tarafında çam ve çınar ağaçlarıyla dolu olan hastane parkına vardık. Kamelyada oturan insanlardan uzaklaşarak çamlıkların altına doğru yürüdük. Büyük bir çınar ağacının altına oturduk. O sırada adam, daha yerle temas etmeden birden koptu; bir hıçkırık, bir haykırış, başladı ağlamaya. Oturacağı yere devriliverdi sanki. Hüngür hüngür ağlıyor:
“Ah kızımm! Ah kızımm!.. Nasıl kurtaracağım seni?” diye çırpınarak söyleniyordu.
Ona hiç dokunmadım, istedim ki kızının yanında sakladığı bütün hıçkırıklarını, gözyaşlarını döküp rahatlasın. Yaklaşık beş dakika kadar hiç aralıksız, hıçkıra hıçkıra, dövüne dövüne ağladı. Sonra yaşlı gözlerle etrafına bakındı, daralıp sıkılan ciğerlerine yetmeyecek olsa da derin bir nefes aldı, biraz sakinleşir gibi oldu. Gözyaşlarını sildi. Sanki gerçek hayatta değil de rüya aleminde yaşıyormuş gibi gözyaşlarıyla buğulanan çakır gözlerindeki acılı, ama şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktı. Sonra ürkek ses tonuyla sordu:
“Sizin adınız nedir?”
Adamın o acılı, ama şaşkın yüzüne bakarken sarıya yakın kumral saçlarının aralarında tek tük kırlaşma gördüm. Belli ki kızının hastalığıyla yitip giden bu iki yılda ömründen ömür gitmişti. Onun bir nebze olsun rahatlaması açısından, “Tanışmak istemesine karşılık vermem iyi olur!” diye düşündüm ve sorusunu yanıtladım:
“Benim adım Dilruba. Peki, sizin adınız nedir?
“Benim adım Turgay.”
Kısa tanışıklık ve memnuniyetten sonra Turgay ile kızı hakkında konuşmaya başladık. Turgay:
“Kızım ilik kanseri. İki yıla yakındır hastalığı ile boğuşuyoruz. Doktor Barlas, sağ olsun, tanısını koyar koymaz ne gerekiyorsa yapmaya başladı. Önce ilaç tedavileri uygulandı, ama sonuç olumlu gelmedi. Sonra kızımın kendisinden alınan kök hücrelerle otolog nakil yapıldı, yine sonuç olumlu çıkmadı. Bunun üzerine allojenik nakil için donör aramaya koyulduk. Annesi, ben, ikiz bebeklerimiz, akrabalar; tanıdık tanımadık herkes, herkes, herkes... Ama kimsede uygun kök hücre yok, yok, yok...”
Turgay, titreyen dudaklarına ve bedenine hakim olamayarak tekrar ağladı, zaten kendisini zor tutuyordu. Çaresiz baba, yanımda kıvranırken kalbim acıyor, bedenim ızdıraptan eriyordu. Turgay derin bir nefes çekerek:
“Geçen her vakit kızımın aleyhine işliyor. Şayet, uygun donör bulunmazsa benim canım kızım ölecek!” dedi ve tekrar hıçkırdı.
O, titreyen dudakları ve yıkık bedeni ile bunları anlatırken gözlerim doldu. Karşısında ağlamamak ve çektiği acıdan ötürü kocaman bedeniyle küçücük kalan bu adamı daha fazla üzmemek için gözyaşlarıma zor da olsa hakim oldum. Gözyaşlarımı içime akıtarak elimi Turgay’ın omzuna attım ve:
“Turgay Bey, kızınız için ben de kan vereyim. Hem belli mi olur, belki benim hücrelerim tutar!” dedim.
Turgay benden bunları duyunca gözlerinin içi parladı, adeta karşısındaki ben değil de bir Hızır’mış gibi yaşlı gözlerle gülümsedi. Sonuç belki olumlu çıkmayacaktı, ama Turgay çare olarak görülen en ufak bir hamleye dahi ihtiyaç duyuyordu. Avucunun kıyısıyla gözyaşlarını silerken hafif tebessüm ederek ümitle:
“Çok sevinirim Dilruba Hanım ve bu iyiliğinizi hiç unutmam!” dedi.
Birlikte kalkıp hastaneye gittik. Koridordaki hemşireye kan vermek istediğimi söyledim, hemen tahliller yapıldı. Biz birkaç gün sürecek sonucu beklemek üzere küçük kızın kaldığı odaya vardık. Küçük kız biraz daha kendine gelmiş, Cessie Cess ile oynuyordu. Biz içeri girince Cessie Cess, Turgay’a yer vermek için yataktan atladı. Adam kızının yanına oturup ona sarıldı. Cessie Cess onları izledi. Sonra pencerenin önündeki koltuğa çıktı, camdan dışarı bakınmaya başladı. Ben de hasta yatağının diğer tarafındaki koltuğa oturdum. Benmariden bir su aldım. Yudumlarken dışarıyı izleyen Cessie Cess’ime baktım, sonra küçük kıza. Küçük kız bana dönerek, o yorgun sesiyle:
“Benim adım Anilya, senin adın ne abla?” diye sordu.
Morlukların güzelliğini örtmeye çalıştığı o pamuk gibi beyaz yanakları, çöküntünün gerisinde kalan safir mavisi gözleri ve tüm dertlerine rağmen yüzünden eksilmeyen tebessümü ile bu küçük, adeta bir melekti. İçim cız ederek gözyaşlarımı tutmaya çalıştım. Yutkundum ve yüzüme sahte bir tebessüm indirerek cevapladım:
“Benim adım da Dilruba, ablacığım. Bu seninle ilgilenen köpek de benim köpeğim ve onun da adı Cessie Cess.”
Anilya, sevgiyle gözlerimin içine bakarken Cessie Cess birden bire pencereden dışarıya doğru havladı. Burnunu havaya kaldırıp koku alır gibi yaptı ve tekrar havladı. Kısa süreli dışarı baktı, ayağa kalktı; koltuğun üstünde kuyruğunu salladı, bekledi, tekrar havladı ve hemen dönüp kaçtı. Hepimiz neye uğradığımızı şaşırdık. Köpeğim odadan fırlayıp çıkınca hemen peşinden gittim. Cessie Cess hastane çıkışında ana yol üzerinden kaldırıma doğru koştu. Hayvanımın çıldırarak yola çıktığını ve intihar edeceğini düşünerek korktum. Korku ve heyecanla “Cessie Cess!..” diye bağırdım. Lakin Cessie Cess beni duymuyor, koşturuyordu. Cessie Cess birkaç insanı sollayıp biraz daha önden giden bir adamın sırtına doğru atladı. Adam neye uğradığını anlayacak fırsatı bulamadan birlikte yere düştüler. Cessie Cess adamın kalkmasına imkan vermiyor, bir yandan heyecanla havlayıp bir yandan da yüzü koyun yere kapaklanan adamı yalıyordu. Yanlarına varır varmaz Cessie Cess’i adamın üzerinden çektim, adamı da düştüğü yerden kaldırarak özür diledim. Köpeğimin hastane odasından birden çıkıp kendisine doğru koştuğunu söyledim ve kusura bakmamasını istedim. Adam hala şaşkınlığını atamamıştı. “Olur öyle! Hayvan işte, ne kusuru!” diyerek Cessie Cess’in ayıbını örtmeye çalıştı. Cessi Cess bu sırada etrafımızda kuyruk sallayarak dönüyor, adamın gitmesine bir türlü izin vermiyordu. Sanki onu ikna etmeye çalışıyor, kendisi ile gelmesi için hayvan halleriyle komut veriyordu. Adam, Cessie Cess’in bu hallerine anlam veremiyor, yoluna devam etmek için uğraşıyordu. Cessie Cess’imin çırpınışlarını izledikçe bize bir mesaj vermek istediğini anladım, çünkü köpeğim hissiyatlı idi ve gerekmedikçe bu tür tavırlara girişmezdi. Bunun bir nedeni olmalıydı! O nedenin üzerine gitmek için adama ricada bulundum:
“Beyefendi, rica etsem Cessie Cess’in istediğini yapar mısınız?”
Adam şaşırdı ve o şaşkınlıkla soruma soru ile karşılık verdi:
“Ne istiyor ki benden?”
“Onu takip edelim, merak ediyorum sizi nereye götürecek!”
Adam, sağ olsun, ricamı kabul etti ve yola koyulduk. Cessie Cess bu başarısını kutlarcasına kuyruk sallaya sallaya önden giderken biz arkada onu takip ettik. Cessie Cess arada dönüp arkasına bakıyor, adamın benim yanımda kendisini takip edip etmediğinden emin olmak istiyordu... Cessie Cess aklıma geleni yaptı, adamı küçük kızın odasına götürdü. Adamla birlikte odaya girdik. Cessie Cess hemen kızın kucağına atladı. Çocuğun babası Turgay, beni yanımda adamla görünce şaşırdı. Kendisine hafiften tebessüm ederek açıklamada bulundum:
“Şaşırma, çünkü ben de senin kadar şaşkınım! Cessie Cess beyefendiyi buraya kadar getirdi.”
Turgay tebessüm ederek gelen adamı buyur etti. Ben kendilerine kantinden içecek alacağımı ve bir şey isteyip istemediklerini sordum. Her ikisi de çay isteyince kantine doğru gitmek üzere odadan çıktım. Ben gittiğimde olayın vahameti konuşulmuş olsa gerek ki elimde içeceklerle odaya geldiğimde adam yoktu. Şaşkın vaziyette sordum:
“Adam nereye gitti?”
Turgay, kendisine yeni bir ümit doğmuşçasına cevapladı:
“Adam, kızım için kan vermeye gitti. Küçüğümün durumunu anlatınca dayanamadı, ‘Bir şansımı deneyim, belki benim iliğim tutar! Hayvanlar hisseder, belki de bu köpek beni bunun için getirdi!’ diyerek kalktı, çıktı.”
Elimdeki tepsiyi masanın üzerine koydum, Turgay’ın çayını verdim ve kendi kahvemi aldım. Biz tam yudumlayacakken adam bir kolu dirseğe kadar açık, kan alınan yere pamuk bastırarak içeri girdi. Pencerenin önündeki koltuğa doğru yürüdü ve Turgay’ın yanına, dakikalar önce Cessie Cess’in üzerinde otururken kaldırım üzerinde giden kendisini fark ettiği koltuğa, oturdu. Cessie Cess’e ve Anilya’ya baktı. Kendisine teşekkür edip çayını uzattım. Teşekkürüme yanıt suretiyle hafiften başını öne eğerek çay bardağını eline aldı, şekerini atıp karıştırdı; çayından bir yudum tattı ve hafif boğuk sesiyle konuşmaya başladı. Adam, Turgay ile konuşurken kendisine baktıkça içime bir ferahlık çöktü. Yüzü bana birden tanıdık geldi, ama nereden (?) bilemedim! Belki de rüya aleminde görmüştüm kendisini. Buna rağmen sanki onu yıllarca tanıyormuş, ama uzun zamandır kendisinden ayrıymış ve yeniden kavuşmuş gibi anlamsız bir huzura büründüm. Çünkü onu tanımıyordum, köpeğimin peşine takılması ile dakikalar önce kendisini buraya getirmiştim. Lakin o konuştukça ona kanım kaynıyor, içim ısınıyordu. Ensesine inen dalgalı, sim gibi siyah saçları, beyaz teni ve yaprağı andıran zümrüt yeşili gözleri ile karizmatik duruşu, düzgün bir fiziği vardı. Cessie Cess onu yoldan çevirdikten sonra hastaneye gelirken o kısacık konuşmamızda sesindeki boğukluğa dikkat edememiştim. “Sesi kısılmış olsa gerek!” diye düşünmüştüm; ama o, şu an karşımda Turgay ile konuşurken sesinin kısık olmadığını, ses tonunun boğuk olduğunu fark ettim. Yakışıklılığının yanında karizmatikliği ve düzgün diksiyonuna eklenen sesinin buğulu tonu karakterine ayrı bir anlam yüklüyor; adam gözlerimde büyüdükçe büyüyordu. Zira adamın buraya gelişiyle odanın havası da değişmişti: Anilya ile Cessie Cess tatlı bir uykuya dalmış, Turgay’ın omuzlarındaki yük kalkmışçasına adamla ilgileniyordu. Ben bunları düşünürken Turgay ile o, koyu sohbete dalmışlardı. Onların bu sohbeti ve benim hayal hanem elimdeki kahvenin tadını artırıyor, aynı zamanda adam ile verdiğimiz kanın işe yaraması için dua ediyordum. Zira birimizin tahlili olumlu sonuç verse dünyalara değecekti. Ve emindim ki Turgay da içinden aynı duayı ediyordu. Öte yandan Cessie Cess’im boşuna birinin peşinden koşup onu alıp getirmezdi. En önemlisi benim köpeğim, benden başka kimseye bu kadar çabuk ısınmazdı, bunun bir sebebi olmalıydı! Belki de benim değil, ama adamın tahlili olumlu gelecekti. Bunu üç-dört gün sonra öğrenecektik...
Kahve ve çaylarımızı içerken gözüm saate ilişti. Vakit bayağı ilerlemişti, artık eve gitmemiz gerekiyordu. Öte yandan ertesi gün için dergiye göndermem gereken reklam tasarımı vardı. O sırada Cessie Cess’in getirdiği adam, biten çayının bardağını pencerenin kenarına koyup zili çalan telefonunu cevaplamak üzere dışarı çıktı. Kahvemin son yudumunu bitirdikten sonra Turgay’a, artık eve gitmemiz gerektiğini söyledim. Turgay köpeğime ve uyuyan kızına baktı. Sancısını anlıyordum, zira Anilya uyanınca Cessie Cess’i göremeyecek ve üzülecekti. Turgay’ın içini rahatlatmak istedim ve gülümseyerek:
“Merak etme, her gün ziyaretinize geliriz! Anilya’ya, Cessie Cess’in yavrularının olduğunu ve onlar için gittiğimizi, kendisini ziyarete geleceğimizi söyleyin.” dedim.
Turgay gülümseyerek başını salladı:
“O halde yarın görüşürüz, köpeğin ve sen gün boyu yanımızda olup bizi yalnız bırakmadınız. Beni dışarı çıkardığında ağladığım vakit sessizce yanımda durup sonra benimle dertleşerek sohbet etmeseydin bugünü nasıl atlatabilirdim, bilemiyorum! Her şey için çok teşekkür ederim ve mutlaka ziyaretimize beklerim, hem buraya hem de evimize.”
Tebessümle elimi Turgay’ın omzuna attım:
“Tabii ki de ziyaretinize geliriz! Unutmayınız ki artık aklımız burada olacak! Ayrıca sonuç için de sabırsızca bekliyorum. İyi akşamlar. Tekrar çok geçmiş olsun.” diyerek henüz uyanmış olan Cessie Cess ile odadan çıktım. Koridordan dış kapıya ilerlerken gözüm etrafa baktıysa da donör adayını göremedim. Onunla tanışmayı çok istiyordum, ama ne yazık ki adını bile soramamıştım...
Gece yatmadan önce gökyüzünü izlemeye koyuldum, aklımda Anilya vardı. “Acaba ne yapıyordu? Kendisi uyurken çıkıp gitmemize çok üzülmüş müydü? Onu, sabahleyin, gün içerisinde mutlaka ziyaret edeceğim.” Bunları düşünürken birden aklıma geçen sene Cessie Cess’ime aracıyla çarpıp kaçan adam geldi. Acaba köpeğimle Anilya’ya üzüldüğümüz gibi o da kaza anını hatırlayıp pişmanlık duyarak Cessie Cess için üzülüyor olabilir miydi? Gerçi sanmıyorum, zira öyle olsaydı aracını durdurup en azından neye çarptığından emin olmak için bakardı!..
Başımı tekrar göğe kaldırdım, zifiri karanlık arasında bir yıldızın kayıp gittiğini gördüm. Çok mutlu oldum, kalbime bir huzur düştü. Yıldızın kayarken semada bıraktığı uzun çizgilere bakarken aklıma yine donör adayı geldi. Kendisinden çok etkilenmiş ve hoşlanmıştım. Ama sanırım ona ulaşmam çok zor olacaktı. Zaten tanışamamış ve konuşamamıştık. Cessie Cess onu yere düşürdükten sonra kaldırdığım vakit ne konuştuysak orada kalmıştı sohbetimiz. Belki de onunla ilk ve son görüşmemiz, ilk ve son sohbet edişimizdi. Her neyse, artık yatmalıydım, vakit epey geç olmuştu ve uyku bütün bedenimi kırıyordu. Üstelik gün içerisinde yeterince heyecan ve üzüntü yaşamış, gözyaşlarımı kalbime hapsetmiştim. Şimdi yolculuk vaktiydi: hüzünlü, ama huzur dolu bir kalple tatlı rüyalara...
Gece boyu sürekli rüya görmüştüm ve rüyalarım “Anilya” ile doluydu. Gözümü açtığımda da aklıma ilk “Anilya” gelmişti. Acaba “Ne yapmıştı?” yokluğumuzu öğrendiğinde! “Bugün mutlaka yanına gitmeliyim!..” diye mırıldanarak yatağımın içinde vücudumu iyice gerdirdim, gerinip esneyen vücudum rahatladıktan sonra kalktım. Hayvanlarımla kahvaltımızı yapıp ev işlerini hallettikten sonra evde çalıştığım derginin o ay ki kapak tasarımı için yapmayı düşündüğüm fikirleri kağıda yazdım. Ardından Cessie Cess ile hastane yoluna düştüm. Hastaneye yaklaştığımızda aklıma donör adayı geldi. “Acaba o da hastanede midir? İnşallah oradadır. Tanrım, ne olur orada olsun!..” diye dua ettim...
Hastaneye girip odaya vardığımızda Anilya uyuyordu. Odada kimse yoktu, yol boyunca burada olması için dua ettiğim donör adayı olmadığı gibi Anilya’nın babası Turgay da yoktu. İçeri girip getirdiklerimi dolaba koydum. Anilya’nın yanına oturdum, Cessie Cess odaya girer girmez Anilya’nın üzerine çıkmıştı. Anilya mışıl mışıl uyuyordu, kollarında ve yüzünde yer tutan morluklar rengini biraz daha koyulaştırmış gibiydi. Bu ne zamana kadar sürecekti (?) bilemiyordum! Derken odaya Turgay ve ikiz bebek arabasıyla eşi girdi. Onlar geldiğinde ayağa kalktım, Turgay beni görünce gülümseyerek:
“Hoş geldin.” dedi. “Cessie Cess bir gecede özlemiş dostunu.”
“Hoş buldum. Dün uyandığında olmadığımızı fark edince çok üzüldü mü?”
Turgay:
“Önce afalladı, ama bugün için geleceğinizi söyleyince sabırsızlıkla bu anı bekledi.”
Dudağımdaki buruk tebessümle karşılık verdim:
“Zavallı küçüğüm, haliyle canı sıkılıyor ve oynamak için dost arıyor!”
Turgay içini çekerek:
“Evet, öyle!” dedi. Sonra eşinin kolundan tuttuğu bebek arabasını alarak eşini içeriye buyur etti. Turgay, eşi içeri girerken:
“Dilruba Hanım, sizi tanıştırayım: bu, eşim Nilruba. Bir nevi adaş sayılırsınız. Sizin adınız “Dilruba,” eşimin adı “Nilruba.” Ne büyük bir benzerlik var isimlerinizde öyle değil mi?” diyerek gülümsedi.
Turgay bugün düne göre daha neşeliydi, bunu odanın kapısında belirir belirmez fark etmiştim. Dünkü yorgunluğu üzerinden kalkmış, sanki sevindirici bir haber almış ya da çok sevineceği bir olay vuku bulacakmış gibi mutluydu. Onu öyle görünce benim de içime ferahlık düşmüştü. Bu mutluluğu bozmak istemedim. Anilya’ya her baktığımda iç sesimden, “Dolan gözlerime hakim olmak en doğrusu olur...” diyerek Nilruba’ya yöneldim:
“Merhaba Nilruba Hanım, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum. Size de çok geçmiş olsun, inşallah iki gün sonra sonuçlarım olumlu çıkar da tedaviye başlanır.”
Nilruba, Anilya’sına bakarak hüzünlü, ama umutlu bir şekilde karşılık verdi:
“Teşekkür ederim Dilruba Hanım! Turgay dün akşam sizden ve köpeğinizden çokça bahsetti. Hatta bir mucize yaşamışsınız, Turgay anlatırken tüylerim diken diken oldu! O köpek bu mu?”
Gülümsedim, Cessie Cess’ime bakarak:
“Evet, aniden kaçıp gördüğü adamı yere sererek alıp getiren köpek işte bu.” dedim.
Nilruba ve Turgay gülümsedi. Nilruba arabadaki ikizlerini gösterirken Turgay bize çay getireceğini söyleyerek çıktı. “Şüheda” ve “Karan” adında biri kız diğeri erkek tatlı mı tatlı bebeklerdi bunlar. Nilruba onları arabadan çıkarırken kendisine yardım ettim ve önceki gün Turgay ile konuştuğumuz konulardan bahsettim:
“Dün Turgay Bey ile konuşurken kendisinden, sizden ve akrabalardan uygun hücre bulunamadığını söylemişti. Ayrıca kardeşlerinin de hücrelerinin tutmadığını anlatmıştı. O kardeşleri bunlar mı?”
Nilruba hüzünlü bir şekilde Anilya ve bebeklere baktı:
“Evet, bebeklerim doğar doğmaz göbek bağını alarak baktılar. Ama ne yazık ki aynı batında doğmalarına rağmen onlarınki de tutmadı!” dedi.
“Üzülmeyin lütfen, Allah büyüktür! Dün ben de kan verdim. Ayrıca Cessie Cess’in getirdiği adam da kan verdi. Açıkçası, kalbimde kocaman bir ümit var! Hissediyorum, ya benimki ya da diğer adayınki mutlaka tutacak! Bunun için dua da ediyorum.”
Nilruba’nın bal rengindeki gözleri gülümsedi, içini çekerek, “İnşallah!...” dedi.
O gün yine vaktimizin çoğunu hastanede geçirdik. Nilruba ile Turgay’ın gerçekten bir dost yardımına ihtiyacı vardı; bunu seziyor ve onları bir an olsun yalnız bırakmak istemiyordum. Anilya zaten başlı başına derin bir yara idi. Elimden geldiğince maddi, manevi destek olmaya çalıştım ve bunun onları çok mutlu ettiğini gördüm...
Ertesi gün hastaneye ben gidemedim, annemle işlerimiz vardı, ama Turgay ile Cessie Cess’i göndermiştim. O günün ertesinde gelecek olan gün çok önemliydi, zira hemşireler sonuçların üç ya da dört gün içinde çıkacağını söylemişlerdi. Yarın çıkabilirdi ve artık bizi telaşlı bir heyecan sarmıştı... Annemle pazardan gelmiş tam eve girecekken Turgay yanında Cessie Cess ile bahçeye girdi. Selam verdi:
“Merhaba, tam vaktinde gelmişiz! Hastaneden buraya Cessie Cess ile güzel bir yürüyüş yaptık.”
“Merhaba, gününüz nasıl geçti bakalım! Cessie Cess yaramazlık yapmadı değil mi?”
Turgay gülümseyerek:
“Yok, ne yaramazlığı! Anne edasıyla Anilya’yı kontrol altında tuttu.” dedi ve devam etti: “Bugün hemşire sonuçların yarın çıkabileceğini söyledi. Uzun zamandır ilk defa içimde bu kadar büyük bir ümit var. İnanıyorum ki sizin ya da Boranbay’ın hücreleri uyuşacak!”
Turgay, “Boranbay...” deyince şaşırdım:
“Boranbay da kim?”
“Kim olacak (?) Cessie Cess’in getirdiği adam! Bugün hastaneye ziyaretimize geldi. Şimdiye kadar birlikteydik, hatta onu bir alt mahallede bıraktık. Kız kardeşini iş yerinden alacakmış.”
Turgay’dan bunları duyunca üzülmüştüm, çünkü dün hastaneye giderken yol boyu dua etmiştim, o da orada olsun, diye; ama gelmemişti. Kadere bak, bugün ben yokken gelmiş, üstelik şimdiye kadar orada kalmıştı. Neyse ki güzel bir şey olmuştu, adını öğrenmiştim. Adı da kendisi kadar asil idi, “Boranbay...”
Turgay’ı uğurladıktan sonra içeri girdik, her zamanki rutinlerimizi tamamladıktan sonra yatma vakti gelmişti. Yine yatmadan önce kendimi dinlemek istedim. Gözlerimi, ay ile güzellik yarışına giren yıldızlara çevirdim. Bugün sadece adının “Boranbay” olduğunu öğrendiğim donör adayını düşünmek istiyordum. Ama ondan da önemli bir şey vardı: “Anilya.” Yarın sonuçlar çıkacaktı, çok merak ediyordum: “Hücrelerimiz uyuşacak mı? Uyuşursa hangimizinki uyuşacak?” Bu düşünceler arasında daldığım o tedirgin uykuyla sabahı ettim... İkindiye doğru hastaneye gitmeyi düşünüyordum, lakin saat 11’e doğru telefonum çaldı. Arayan Turgay idi, konuşurken resmen sevinç çığlıkları atar gibiydi:
“Dilruba Hanım, size müjdem var! Sonuçlar çıktı.”
Birden heyecanladım, elim ayağım birbirine dolandı, ne diyeceğimi bilemeden sordum:
“Sonuçlar olumlu mu olumsuz mu?”
Her ikimiz de telefon karşısında heyecanlıydık. Turgay bastıramadığı heyecanıyla cevapladı:
“Biri olumlu, diğeri olumsuz!”
“Hey, yoksa olumlu olan benim ki mi?”
“Hayır Dilruba! Olumlu olan Boranbay’ın sonucu, seninkiler olumsuz çıktı.”
Yüzüm birden düştü, zira hem seviniyor hem de üzülüyordum. İstiyordum ki: Anilya’ya can ve kan ben olayım, ama değişen bir şey de yoktu. Çünkü Anilya’ya can ve kan olan Boranbay, ama Boranbay’ı da oraya getiren köpeğim Cessie Cess idi. Nasıl da anlamıştı onun uygun kişi olduğunu! Ben bunları düşünürken Turgay karşıda konuşmaya devam etti:
“Dilruba çok mutluyum, sana ve köpeğine nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum! Bir yıldır arayıp bulamadığımızı Cessie Cess bir çırpıda bulup getirdi.”
“Rica ederim Turgay Bey, gerçekten çok sevindim. Öte yandan, benim sonuçlarım olumsuz çıktığı için de üzüldüm. Ama önemli olan her iki sonuçtan birinin olumlu çıkmasıydı. İnşallah, Anilya’nın iyileşerek koşup oynayacağı o günleri de göreceğiz.”
Turgay ümitli, ama ürkekçe yanıt verdi:
“İnşallah!..”
“Peki, Boranbay Bey’e haber verdiniz mi?
“Evet, evet, kendisini aradım. Zaten benden önce hemşireler aramış, yoldaymış buraya geliyor.”
Telefonu kapattık. Hastaneye öğleden sonra gitmeyi düşünüyordum, ama telefonu kapatır kapatmaz hızla hazırlandım. Bir an önce gitmeli, Anilya odadan çıkarken yanında olmalıydım...
Cessie Cess ile hastaneye vardık. Anilya’nın odasına vardığımda Nilruba annesi ile oturuyordu, selamlaştık. Anilya geldiğimizi görünce gülümsedi. Nilruba’nın annesi ayağa kalkıp beni karşıladı, elini Cessie Cess’in başına götürüp sıvazlayarak:
“Anilya’mıza şifasını bulan o sevimli şey sen misin?” dedi.
Cessie Cess kendisini seven bu güzel yüzlü kadına, “selam olsun “diye havladı. Hepimiz gülüştük... Anilya kucaklarını açarak Cessie Cess’i çağırdı. Cessie Cess, fırsat bu fırsat, hemen dostunun kucağına atladı. Onlar sevgiyle sarılırken odaya Turgay ile yakışıklı donörümüz Boranbay girdi. Turgay, Cessie Cess ile Anilya’nın haline gülümsedi. Bana dönüp “Hoş geldin.” dedi. Sonra Nilruba’ya dönerek:
“Doktor Barlas Bey birazdan gelip Anilya’yı alacaklarını söyledi.” dedi.
Nilruba’nın annesi Nagehan Hanım:
“Torunumun nakli hemen yapılacak mı?” diye sordu.
Turgay:
“Bilmiyorum! Doktor birazdan gelip açıklama yapacakmış.”
Turgay, Boranbay ve bana oturmamız için yer gösterdi. Ben oturdum, Boranbay ayakta kalmak istedi. Oturunca Boranbay ile karşı karşıya geldik. O sırada Boranbay’ın bana baktığını fark ettim, ben de dikkat kesilince göz göze değdik ve içim cız etti. Kalbimi anlık bir heyecan bastı, tam bu sırada doktorun içeri girmesiyle heyecanımı ve Boranbay’ın güzel bakışlarını unuttum. Nilruba ile hemen ayağa kalktık. Doktor Barlas yüzündeki hafif tebessüm ile yatağa yaklaşarak Anilya’nın başını okşadı; kucağındaki Cessie Cess’in sırtını sıvazladı. Sonra gülümseyerek:
“Ne güzel dost olmuşsunuz, sevimli yavrum!” dedi. Sesinin tonunu yumuşatarak Anilya’yı korkutmayacak şekilde sordu: “Şimdi, seni dostundan biraz olsun ayıracağım, ama sonra dostunla oynayacağın çok güzel günlerin olacak. Ne dersin, benimle gelmek ister misin?
Anilya durup düşündü. Sonra:
“Canımı çok yakacak mısınız?” diye sorunca Nagehan, Nilruba ve ben gözyaşlarımızı tutamadık. Turgay yumruklarını sıktı; Boranbay üzgün bir şekilde yere eğildi. Doktor Barlas önce duraksadı, üzüntüsünü belli etmeyerek yutkundu, sonra:
“Hayır küçüğüm, canını yakmayacağız; ama zorlu bir sürece gireceğiz! Senden sabır göstermeni istiyorum ve mümkünse bana ve hemşire ablalarına ayak uydurmanı tavsiye ediyorum. Böylece seni daha çabuk iyileştirebiliriz.” dedi.
Doktordan aldığı yanıt kendisini tatmin etmediğinden endişeyle bakan Anilya, ümitle tekrar sordu:
“O zaman bütün yorgunluklarım geçecek, ağrılarım dinecek mi?”
“Evet, yorgunluklarını geçirecek, ağrılarını dindireceğiz.”
“Peki, vücudumdaki mor lekeler yok olacak mı?”
“Evet, vücudundaki lekelerin hepsi yok olacak.”
“Peki, dondurma ve yemek yerken artık tatlarını alabilecek miyim?”
“Evet, iyileşince her şeyin tadını alabileceksin. Bu zor günlerine veda edeceksin.” Doktor Barlas elleriyle köpeğimin sırtını okşayarak umut vadeden sözlerine devam etti: “Parkta istediğin kadar oyun oynayacak, dostunla istediğin kadar koşturacaksın.”
Anilya, Doktor Barlas’tan bunları duyunca Cessie Cess’e bakarak gülümsedi, sonra yüzünü doktora döndü:
“Tamam, o zaman sizinle gelirim.” dedi.
Doktor, Anilya’yı alıştırarak ikna etti. Onu anestezi odasına direkt de alıp götürebilirdi, ama iki yıldır hastalığından ve hastaneden bıkmış olan Anilya’yı daha fazla incitmek istemedi. Doktor Barlas hemşiresine dönerek seslendi:
“Sedye nerede? Artık Anilya’yı götürün!”
Hemşire kapı önündeki hasta bakıcılara işaret etti. Hasta bakıcılar içeri girip Anilya’yı getirdikleri sedyeye aldı. Anilya sedye üzerinde hepimizin gözlerine baktı. Anneannesi ve annesi Anilya’ya sarıldı, sonra ben sarıldım, öptüm. Daha sonra Anilya köpeğime kucak açtı. Cessie Cess yatağın üzerinden sedyeye atlayıp kendisine sarılan Anilya’nın yüzünü yaladı, sonra tekrar yatağa döndü. Hasta bakıcılar Anilya’nın bize el sallaması eşliğinde sedyeyle odadan çıktı. Doktor Barlas onlar çıkınca merak içinde olan Turgay ve Nilruba’ya dönerek:
“Lütfen, artık endişelenmenize gerek yok! Unutmayınız ki bu aşamaya gelene kadar iki yılımız geçti. Bu hem geç hem de çocuğun yaşının küçük olması ve tedavilere yanıtsız kalmasına rağmen, vücudunun kuvvetli olmasıyla çok da geç kalınmamış bir süreç. Ayrıca şu birkaç gün içinde köpek ile kurduğu dostluğun psikolojisinde yarattığı etki de bize olumlu dönüş sağladı.” dedi ve ellerini cebine koyarak sözlerine devam etti:
“Şimdi, Anilya’yı allojenik nakil için hazır hale getirmemiz lazım. Bu yüzden kızımızı önce şartlandıracağız. Şartlandırma sırasında kanserli hücrelerini yok etmek, bağışıklık sistemini baskılamak ve kemik iliğini yeni hücrelere hazırlamak için ona uygun, yüksek dozlarda kemoterapi ya da radyasyon uygulayacağız.”
Nilruba ürkek bir şekilde sordu:
“Hocam, kemoterapi ya da radyasyon, duruma göre hangisini verirsiniz bilmem (!) ama kızım çok sancı çekecek mi?
“Hayır, sadece bilinen yan etkileri dışında sancı çekmeyecek. Yan etkilerini de siz biliyorsunuz ve hazırlıklısınız. Eklemlerde ve kaslarda çok ağrı olursa ağrı kesici veririz. Zaten büyük bir ihtimalle uygulayacağımız tedavi kemoterapi olur.”
Nilruba yine ürkek vaziyette sordu:
“Peki, kemoterapi ne kadar sürecek?”
Doktor Barlas kendinden emin şekilde:
“Kemoterapi işlemimiz ortalama 1 hafta sürer. Takiben nakledilen kök hücreler dolaşımına girdikten sonra kemik iliğine girerek yerleşir. Bu hücrelerin kan üretmesi genellikle nakilden sonra 2 ila 4 hafta içerisinde meydana gelir. Şimdi, müsaadenizle kemoterapi ünitesine geçmem gerekiyor, Anilya’yı hazırlamışlardır.” diyerek kapıya yöneldi. Doktor Barlas kapı eşiğine gelince tekrar odaya döndü ve Nilruba’nın gözlerine bakarak: “Kendinizi kasıp endişe etmeyiniz; bundan sonra bir ila iki yıl arasında değişecek tedavi sürecimiz başlıyor. Küçük kızımız, yeni hücreleri kabul edip hastalığa karşı direnç gösterirse bir yılda sağlığına kavuşur, diye ümit ediyorum. Tekrar geçmiş olsun.” dedi.
Doktor Barlas cümlesini tamamladıktan sonra elleri cebinde odadan çıktı. Onu, Boranbay ve Turgay takip etti. Odada Nilruba, Nagehan ve ben kaldık. Nilruba biraz sakinleşince kantinden birer kahve alıp geldim. Kahvelerimizi sohbet eşliğinde içtik. Biz sohbet ederken Nilruba’nın kız kardeşi Elnaz geldi. Anilya kısmen de olsa teyzesine benziyordu. Güzelliğini annesinin yanı sıra teyzesinden de almıştı. Uzun siyah saçları, beyaz teni ve koyu kahverengi gözleriyle narin yapılı genç bir kadındı, Elnaz. Ayak üstü yeğeninin durumunu öğrendi. Sonra yatağın üzerindeki Cessie Cess’in yanına oturdu; bir elini köpeğimin üzerine atıp sevdi. O sırada Cessie Cess’e hak ettiği takdiri vermek istedim; zira onu herkes takdir etmiş, bir ben sessiz kalmıştım. Kahve fincanımı benmarinin üstüne bıraktım ve ayağa kalktım. Cessie Cess’imin sırtına elimi atıp hayvanımı okşayarak:
“Sen, ne muhteşem yaratıksın! Nasıl bir hisse nasıl bir kalbe nasıl bir vicdana sahipsin ki kilometrelerce uzaktan, kapalı kapıların ve duvarların ardından bir insanın diğer bir insana şifa olacağını bildin!” dedim.
Nilruba köpeğime baktı. Onu gözleriyle süzdü, sonrasında sıkıca sarılarak:
“Teşekkür ederim; teşekkür ederim, sana binlerce kez teşekkür ederim güzel hayvan.” diyerek minnettarlığını diline döktü.
Cessie Cess’e gösterdiğimiz minnettarlıktan sonra tekrar koyu bir sohbete daldık. Sohbet sırasında Nilruba ile Elnaz’ı daha yakından tanıma fırsatım oldu. Onlara öz kardeşim gibi içim ısındı. Nagehan Hanım’a karşı olan resmiyetimi de samimiyete dökerek kendisine, “Teyze” demek içimden geldi. O da böyle hitap etmeme çok memnun oldu. Birbirimize duyduğumuz yakınlıkla yeniden hoş sohbetlere daldık. O anda Nilruba’nın gülen gözlerinin içindeki derin acıyı gördüm ve ona ithafen:
“Tanıştığımız şu birkaç günde Turgay abiye de sana da dikkat ettim: Turgay abi gözyaşlarını dışına akıtırken sen içine akıtıyorsun. Yüzünden eksik etmediğin kahkahalarınla görünüm olarak olduğundan daha genç kalmayı başardığın gibi sancını saklamayı da başarıyorsun. Lakin gücün çok azalmış, fizyolojin ve psikolojin çöküntüye uğramış. Unutma ki ağlamak güçsüzlük değildir, ayıp da değildir! Ağlama duygusu insanoğluna verilmiş yegane nimetlerdendir.” dedim.
Nagehan teyze kaşları çatık:
“Kime laf anlatıyoruz! Benim kızım üzüntüsünü paylaşmak nedir bilmez ki!” diyerek haklı tepkisini gösterdi ve devam etti: “Sanki ben onun annesi değilim! Ne derdini söyler ne de gözyaşını paylaşır. Hani düşmanıyım ya!”
Nagehan teyzenin kızı için neden böyle dediğini anlıyordum. Bir anne olarak kızının gözlerinin önünde acı çekmesine dayanamıyordu.
Nilruba kendisini suçlu hissedercesine tedirgin bir şekilde karşılık verdi:
“Yo, belli ediyorum üzüntümü! Hem, daha nasıl belli etmeliyim ki!”
Nagehan teyze Nilruba’ya karşı tekrar kızgın bir bakış sergileyerek:
“O üzüntünü nedense biz hiç göremiyoruz ama!” dedi.
Nagehan teyzenin anlatmak istediğini bu denli tepkisel bir dille söylemesi Nilruba ile Elnaz tarafından yanlış anlaşıldı. Onlar, annelerinin bu hareketiyle “Nilruba hiç üzülmüyor!” diye düşündüğünü zannetti. Oysa Nagehan teyzenin demek istediği bu değildi, onun amacı; kızının içinde yaşadığı duygu durumlarını paylaşmasıydı. Sadece hitabı sert bir dil ve yanlış söylemle olduğu için kızları tarafından farklı algılandı. Aslında bu durum hayat içerisinde hepimizin başına gelmekteydi. Özümüzde iyilik vardı, bu yüzden karşımızdakinin her daim iyi olmasını istiyorduk. “İyi olsun,” “İyiliğine olsun,” diye kurduğumuz cümleler yanlış anlamalara yol açabiliyordu. Çünkü o anki biyo, psiko ve sosyal durumumuza bağlı olarak yan yana dizdiğimiz kelimelerde hata payı olabiliyordu. Tabii buna, bizi dinleyen kişinin biyo, psiko ve sosyal durumu da eklenince karşımızdakinin iyiliğini isterken kötülüğünü istiyormuş gibi bir algı doğuyordu.
Nilruba ve Nagehan teyzenin ardından konuya tekrar girdim:
“Nilruba, senin üzüldüğünü elbette hepimiz görüyoruz. Kast etmek istediğim, senin ne kadar az ya da çok üzülmen ya da bunu açık seçik belli edip etmemen değildi. Kastım şu idi: iki senedir kalbine akıtıp yutkunduğun gözyaşlarını halihazırda döküp rahatlaman.”
Nilruba, kalbinden gözlerine taşan acının buğusu ile gözlerime bakarken onu ağlamaya teşvik etmek için sözlerime devam ettim: “Bak arkadaşım, olası bir gerçektir ki yüzünden kahkahası eksik olmayan insanların kalpleri kan ağlar. Bu tür insanlar acılarını dışına çıkarıp çevresine belli etmez, içinde yaşar. Gözyaşlarını kalbinin derinliklerine doğru akıtır, çilesini yutkunur. Haliyle bu insanlar çevresine attıkları sahte kahkahalarla görünüm olarak genç kalıp ‘mutlu insan’ pozisyonu sergilerken içsel olarak yaşlanır. Dışarıdan bakan kişiler, bu yaşlılığı, kalpten hissedilen acıyı göremediği için “Hiç de üzülmüyor, ne kadar da kayıtsız biri...” şeklinde suçlama eğilimi gösterir. Öte yandan acısını dışına akıtan kişilerin kalbi biraz daha gençtir; çünkü onlar acısını, fizyolojisine yüklediği olumsuzlukla dışa yansıtır. Böylece kalplerinin acı çekme yükü hafifler. Turgay abi tanıştığımız ilk gün çok iyi bir şey yaptı: yanımda hüngür hüngür ağladı ve ağladıkça rahatladı. Ama sana bakıyorum, kendini aşırı derecede kasıyorsun. Lütfen, kendine eziyet etmekten vazgeç! Artık yüreğinden taşan gözyaşlarını bırak, ağla ve rahatla.”
Bu sırada Elnaz araya girdi:
“İşte bak, sen ablamı görür görmez tanımış, özüne inmiş, kan ve ilik gibi işlemişsin. Yüzünde belli etmese de kalbinde çektiği acılarını görmüşsün, ama bunu anneme anlatamazsın! O, illa birinin acısını yüzünde de görmek ister, kalbinde sakladığına “acı” demez.”
Nilruba yine gözyaşlarını kalbinin derinliklerine doğru akıtıp acısını yutkunarak açıklamaya başladı:
“Dilruba, aslında tıpkı dediğin gibi acımı kalbimde yaşıyorum. Öyle bir durum ki daha Anilya’mın hastalığını öğrendikten kısa bir süre sonra hamile kaldım. Turgay’la gelecek olan bebeklerimizin ikiz olduğuna sevinemedik. Tek düşüncemiz Anilya ve ona uyacak kök hücre idi. Bir anne olarak karnımdaki bebekleri evlat değil, şifa gördüm. Anilya’ya hamileliğimde tattığım gibi ikizlerimde hamileliğin tadını çıkaramadım. Bir düşünsene; hamile bir kadının öne geçilmez geleneği olan aş ermeyi bile yaşayamadım! ‘Doğum anı gelse de Anilya’m iyileşse ayağa kalksa.’ dedim. Bir umutla ikizlerin doğmasını bekledim. Doğumun ardından odamda dinlenirken ağlayarak yanıma gelen Turgay’dan, bebeklerimizin kordon bağından alınan hücrelerin de tutmadığını öğrenince umutlu bekleyişim son bulduğu gibi dünyam başıma yıkıldı. Hamileliğimde olduğu gibi ikizlerimi kanlı canlı, en önemlisi sağlıklı doğurduğuma dahi hakkıyla sevinemedim.” Nilruba o sırada annesine doğru bakınarak sözlerine devam etti: “Herkes bir şeyleri konuşur, ama öz anne bile olsa yeri gelir seni anlamaz. İlk tanıştığın biri seni görür görmez anlar, ama kan ve can olduğun anlayamaz. İki buçuk yıldır yaşadıklarımız karşısında yapabileceğim en iyi şeyin, acımı kalbime gömüp Allah’a hakkıyla dua ederek tevekkül etmek olduğunu gördüm. Kendimi Anilya’nın hastalığından bir nebze olsun azledip bütün dikkatimi bebeklere ve Turgay’a verdim. Anilya’yı dualarım dışında kendime sağlıklı bir çocuk olarak gösterdim ki dayanabileyim, çünkü yeri geldi bebeklerim aç yattı. Üzüntüden sütüm gelmedi, bebeklerim hazır mamayı kabul etmedi. İşte ayakta durabilmek için tıpkı senin dediğin gibi yüzümü kahkahalarımla gençleştirirken kalbimi gözyaşlarımla ihtiyarlaştırdım.”
Nilruba, canım arkadaşım, bunları anlatırken hıçkırıklara boğuldu. O hıçkırınca kaç gündür içime akıttığım gözyaşlarımı dayanamayıp dışa yansıttım. Zira ben de Nilruba gibiydim: başkalarının yanında ağlayamaz, içime atar, kalbimden ağlardım. Ama yalnız kaldığım vakit kalbime attığımı dışıma çıkarırdım. Ben gözyaşlarımı silerken Elnaz bir elini ablasının omzuna attı, bir yandan ağladı bir yandan da diğer eliyle ablasının sarıya çalan kumral saçlarını geriye atarak ıslak yanaklarını sildi. Cessie Cess, Anilya’nın yatağının üzerinden Nilruba’nın önüne atladı; patilerini Nilruba’nın bacaklarının üzerine koyup gözlerine bakarak bir iki “Imm ımm” dedikten sonra onu anladığını ve yanında olduğunu belli etmek için başını dizine koydu. Nagehan teyze daha fazla duramadı, hıçkırığını saklamak için elleriyle ağzını kapatarak gözyaşları içinde dışarı çıktı. Nilruba ile Elnaz’ın düşündüğünün aksine kızının içten içe kavrulduğunu biliyor, acısını gözyaşlarıyla harmanlayıp dışarı atmasını istiyor; ama onu ağlarken görmeye de dayanamıyordu. Buna rağmen kurduğu cümledeki küçücük hatadan dolayı kızları tarafından yanlış anlaşılmıştı. Nagehan teyze kızının gözyaşına katlanamayıp ağlayarak çıkınca Nilruba ile Elnaz’ın kafası karışmıştı. Öyle ki anneleri hem “Ağla!” diyor hem de ağlamalarına dayanamıyordu. Hayat böyle bir şeydi işte, herkes ilk elden evladını düşünüyordu: Nilruba ikizlerini ve Anilya’sını, Nagehan ise acısını kalbine gömüp yüzüne gülücük konduran Nilrubası ile Elnaz’ını...
Nilruba bir iki hıçkırdıktan sonra başı dizinde olan Cessie Cess’i okşayıp bir yandan da içli içli ağlayarak:
“Turgay yine benim desteğimle dayandı bu durumlara. Ben evde çocuklarla ilgilenirken Turgay donör aradı, pedagog aradı, işe gidip çalıştı, zor geçen hamilelik dönemimde ve sonrasında benimle bebeklerle ve Anilya ile ayrı ayrı ilgilendi... Yani, onun yükü çok daha fazlaydı. Benim gülücüklerim ona destek oldu; çünkü Anilya’nın durumunu öğrendiğimiz ilk zamanlar bırak gülüp konuşmayı, yiyip içmeyi unutmuştuk. İnşallah, Turgay’ım sadece saçının aralarına düşen aklarla kurtarır aldığımız yaraları. Zira psikolojimiz çok kötü bozuldu.” dedi.
Gözyaşlarımı silerken içimi çekerek Nilruba’ya karşılık verdim:
“Canım arkadaşım, “Seni ve yaşadıklarını anlıyorum.” demek az kalır. Zira en iyi yaşayan bilir bu durumları. Her ne kadar, “Anlıyorum!” desem de bu yetmeyecektir. Sadece şunu bil: amacım seni üzüp acılarını tekrar yaşatmak değildi. Ağlamanı ve rahatlamanı arzu ettim, çünkü ağlayamamanın ne kadar zor olduğunu çok iyi bilirim. Ve ağlayamamanın insan vücuduna verdiği zararlar da cabası. Henüz çok gençsin ve evliliğinin baharındasın. İnşallah, daha çocukların ve eşinle göreceğin günlerin olacak. İşte o günlere bugünlerden aldığın büyük darbelerle gitmeni istemiyorum. Halihazırda, odada yabancı kimse yok, Anilya tedaviye gitti, bebekler de uyuyorken içini boşalt istedim.”
Nilruba gözyaşlarını sildi ve derin bir nefes alıp:
“Hayır, hayır, beni üzmedin! Ağlamak da iyi geldi, çünkü kaç haftadır doluydum. Sabah sevinçten ağlamak istedim, onu bile yapamadım. Yani senin böyle bir konuyu açman bana “kötü değil, iyi geldi” diyebilirim. Şimdi arzu ettiğin gibi daha rahatım.” Nilruba elimi tutup gözlerimin içine bakarak: “Sen de rahat ol!” dedi.
O sırada Nagehan teyze içeriye girdi. Nilruba’nın yanına oturdu, ona sarıldı ve:
“Evlatlar dile getiremese de anneler evlatlarının göz bebeklerinden kalplerini görür.” dedi.
Gözyaşlarımı gülümsemem ile örterek:
“Öyle deme Nagehan teyze, Nilruba da bir anne. Sen kızına yanıyorsun, kızın da evlatlarına yanıyor. Burada “yanılan çatışması” yaşadığınız için böyle geliyor sana. Öte yandan tabii senin acın daha büyük, çünkü sen hem kızına hem torununa yanıyorsun.” dedim.
Kurduğum cümle üzerine Nilruba içini çekerek annesine baktı, sonra onu öperek, “Canım annem!” dedi. Anne ile kızları sarıldı. Nagehan teyze ıslak bakışlarıyla gülümseyerek bana da kucak açtı, dördümüz birlikte sarıldık. Cessie Cess de hayvansal halleriyle sarılmamıza eşlik etti. Bu sıcak sarılmanın ardından hepimize bir rahatlama çöktü; zira hepimiz kaç gündür gerçekten dolmuş, ama hakkıyla ağlayıp açılamamıştık. Üzerimize sinen rahatlıkla tekrar hoş bir koyu sohbete daldık. Sohbet sırasında Nilruba:
“Biliyor musunuz (?) iki yıldır bu acılara dayanmamın, kocamı ayakta tutmamın bir sebebi de işte bugündü. Yani, bugünü Allah bana hep hissettirdi. Allah’ın izniyle biliyordum Anilya’mın şifa bulacağını, ama şifaya vesile olacak karakterleri ve zamanını bilemiyordum. Bu birkaç günde hepsini öğrenmiş oldum ve az önce bu yüzden de ağladım. Hüznümün ardından gelen sevincimin yanında, Yüce Allah’ın iki yıldır kalbime düşürdüğü güvenle beni ayakta tutarak, aileme kol kanat gerdirdiği için şükür damlaları aktı gözlerimden.” dedi.
Nagehan teyze: “Allah’tan ümit hiçbir zaman eksilmez...” diyerek kızının sözünü tamamladı. Bu sırada Elnaz bizlere ne içeceğimizi sorarak kantine gitti. Daha sonra Elnaz’ın getirdiği çaylarımızı içerek konudan konuya girdik. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Akşama doğru köpeğim Cessie Cess ile eve geldik. Uzun ve yorucu bir gündü. Zira hastanede hiçbir iş yapmasan öylece otursan dahi yoruluyorsun. Sağlıklı bir insanı hasta bireyden daha fazla hasta hissettiren doğası var burasının. Bu yüzden hastanede Nagehan teyze şöyle demişti: “Allah buraya kimseyi düşürmesin, yokluğunu da vermesin!” Evet, gerçekten de öyleydi, hastane hem ihtiyaç duyulan hem de kaçılması gereken bir yerdi.
Günler birbirini kovalıyor, zaman çok hızlı geçiyordu. Anilya’nın kemoterapisine başlanalı iki buçuk ay olmuştu. Her gün Nilruba’yı arayıp Anilya’nın durumu öğreniyor, işlerimden fırsat buldukça ziyaretine gidiyordum. Anilya, kendisi açısından iyi, ama zor günler yaşıyordu. Zira kemoterapinin yan etkileri küçüğümüzü hem zorluyor hem de üzüyordu. O güzelim sim gibi siyah saçları tutam tutam dökülmüştü. Böyle durum çoğu hastada görülmüyordu bile, ama Anilya’da kendini göstermişti. Bir hafta önce ikinci sınıfa başlayan, okulunu, derslerini ve öğretmenini çok seven Anilya, saçlarından ötürü üzüntü ve utanç duyuyordu. Nilruba’nın durumu eskisine oranla çok çok iyiydi; yalnız, Anilya’nın gördüğü kemoterapi tedavisinin yan etkileri ve bununla birlikte ortaya çıkan psikolojik sorunları ile boğuşuyordu. O gün evlerine vardığımda Anilya okuldan gelmiş mutfakta yemek yiyordu. Salonda Nilruba ile otururken Nilruba ayağa kalkıp mutfağa doğru bakındı. Anilya’nın yemek masasında olduğundan emin olduktan sonra bana dönerek endişeli bir şekilde:
“Dilruba, biliyorsun Anilya saçları için üzülüyordu, ama okulu açıldıktan sonra bu üzüntüsü iyice arttı. Turgay ve ben ne dediysek ne yaptıysak onu ikna edip üzüntüsünü hafifletemedik. Dün Pedagog Şinasi Bey’le görüştürdük. Şinasi Bey’e saçından daha çok senden ve köpeğinden bahsetmiş. Şinasi Bey, Anilya’nın çok utandığını ve saçları için kendisine açılamadığını söyledi. Ayrıca senin de Anilya ile konuşup ona destek olmanı ve duygu durumlarını kendisine aktarmanı tavsiye etti.” dedi ve: “Bir de sen konuşur musun? ” diye sordu.
“Tabii arkadaşım, çocuklarla iletişimim iyidir, biliyorsun. Belki benim ona dokunuşlarım utancını yenmesi açısından daha etkili olacaktır. Hem en azından bir denerim. Yetemediğim yerde de Şinasi Bey’den yardım isterim.” dedim.
“Çok mutlu olurum arkadaşım! Anilya iyice içine kapandı. Eskiden ağrıları, yorgunluğu vardı, ama saçları da vardı. Oysa şimdi saçlarının olmayışı kızımı iyice hayattan soğuttu. Aynaya bakmak bile istemiyor, tesadüfen aynaya denk gelse oturup ağlıyor.”
Nilruba’yı dinlerken Anilya’ya az çok bilgi sahibi olduğum NLP tekniğini uygulayarak yardımcı olabileceğimi düşündüm. Zira Anilya beni sevdiği için NLP tekniği ile onun önce duygularına inerek beyninde yer tutan azılı düşüncelerini değiştirecektim; akabinde iletişimine etki etmem çok kolay olacaktı. Haliyle bu dokunuşlar daha sonra davranışlarına yansıyacak Anilya’nın zorlu süreçle başa çıkması kolaylaşacaktı. Bu düşüncelerle yanıt verdim:
“O halde Anilya yanımıza geldiğinde benim onunla olacak sohbetimin arasına girme! Yapacağım hareketlerden ötürü de sakın gülme!”
Nilruba şaşırdı:
“Neden? Ne yapacaksın ki güleyim?”
Gülümseyerek cevap verdim:
“Anilya’ya NLP tekniği ile yaklaşacağım. İlk önce kendisine daha etkin dokunabilmek için aramızda, NLP’nin anahtarlarından, “Uyum ve Ahenk”i oluşturacağım. Uyumu sağlamak amacıyla önce Anilya ile eşleşeceğim, yani onu aynalayacağım. Farklı bir ifade ile Anilya’yı kısmen taklit edeceğim.”
Nilruba iyice şaşırdı, çünkü NLP’yi ve anahtarlarını bilmiyordu. Şaşkın halde sordu:
“Açıkçası dediklerinden bir şey anlamadım! NLP nedir? Anahtarı nedir? Eşleşmek de nedir?”
Tekrar gülümsedim:
“Nilruba, sen şimdi bunlarla kafanı yorma! Sana daha sonra elimdeki NLP kitabını veririm, okur ve hakkında bilgi sahibi olursun. Şimdi sadece bize müsaade et yeter.”
“İyi. Peki, o halde! Anilya’ya iyi gelsin de başka bir şey istemem!” dedi Nilruba.
Bu sırada Anilya odaya girdi. Bana sarıldıktan sonra tam karşıma, annesinin yanına, yüzümü rahatça görebileceği şekilde oturdu. Onun böyle oturması fizyolojisi ile eşleşmem açısından iyi bir fırsattı. Bu yüzden
aramızdaki uyumu sağlamak için Anilya’ya odaklandım. Kısa bir süre onu tepeden tırnağa süzdüm ve onunla göz teması oluşturarak vücut dilimi, yüz ifademi, nefes alış verişlerimi Anilya ile eşleştirdim (aynaladım). Bunun yanında tanım ve ifadesini, vurgusunu, konuşma hızını, konuşurken yaptığı duraksamalarını ve sesinin şiddetini de aynalamaya başladım. Neden sonra Anilya bana bakınırken gülümseye başladı. Bu sırada Anilya’ya kendisiyle saçları hakkında konuşmak istediğimi söyledim ve kendisine olan güvenini artırmak suretiyle hakkında karar merci olduğunu bilmesi açısından, “Tabii, müsaaden olursa!” diye de ekledim. Aramazdaki uyum sağlandığından Anilya artık karşısında sadece Dilruba’yı değil, aynı zamanda kendisini de görüyordu ve bir insanın kendisine açılması zor olmayacaktı. Bu yüzden Anilya gülümseyerek başını salladı ve:
“Tabii ki Dilruba ablacığım, konuşabiliriz. Ama ben hem çok üzülüyor hem de utanıyorum.” dedi.
Anilya’nın sözleri karşısında içim yansa da bunu kendisine belli edemezdim, zira halihazırda başladığım NLP tekniğini sekteye uğratamazdım. Hem empatik hem sempatikliğimi korumalı ve profesyonelce yaklaşmalıydım. Bu yüzden Anilya’yı incitmeyecek, ama onun sesiyle kendi sesim arasındaki uyumu koruyacak şekilde sesimin tonunu ayarladım. Aynı anda nefes alıp vermeye, gözlerimi Anilya’nın üzerinden çekmemeye çalışarak konuya girdim:
“Canım Anilya’m, gördüğün ağır tedavi nedeniyle dökülen saçların ve ağrıyan eklemlerin için nasıl üzüldüğünü ve acı çektiğini görebiliyorum. Öyle ki karşında sempati duyup ağrılarını kendi bedenimde de hissediyorum. Sen henüz çok küçüksün, bazı dediklerimi anlayamayabilirsin...”
Anilya;
“Hayır ablacığım; hayır, anlayabilirim! Ayrıca sempati duymak, kişinin başkalarının duygularını hissetmesidir. Bunu geçenlerde televizyonda duymuştum. Kişi sempatik ise karşısındaki kişinin duygusuna inip onunla ağlayıp onunla gülermiş.” diyerek bilgisini savundu.
Anilya’nın empati ve sempati kavramlarının tanımını önceden öğrenmiş olmasına sevindim. Zira onun zeki olduğunu bilmeme rağmen kendisini denemek için ona sezdirmeden böyle demiştim. Çünkü kendisiyle konuşurken, ona yabancı gelebilecek deyimler kullanabilirim ve anlatmak istediğimi anlayamaz, diye çekiniyordum. Lakin günümüz kuşağı hakikaten zehir gibiydi ve bu da işimi kolaylaştırıyordu. Öylelikle gülümseyerek konuya tekrar girdim:
“Aferin canım, senin zeki bir kız olduğunu biliyordum, bu yüzden şaşırmadım! Seninle rahatça konuşabilirim. Sana önce şunu demek istiyorum: hatırlarsan, seninle ilk tanıştığımızda saçların uzundu ve yüzünde morluklar vardı. Oysa şu an saçların yok, ama morlukların yavaş yavaş sönüyor. Bak, nasıl da geçici bir durummuş öyle değil mi?”
Anilya birden:
“O zaman morlukların geçtiği gibi saçlarım da uzayacak mı?” diye heyecanla sordu.
“Evet, uzayacak.”
“Peki, bu ne zaman olacak? Kafamda hiç saç kalmadı ve hala uzamıyor!”
“Öncelikle şunu bilmelisin: saçların uzun olsa da olmasa da sen; benim, anne-babanın ve seni tanıyan herkesin gözünde aynı Anilya’sın. Hastalığın ve tedavinin getirdikleri seni bizim gözümüzde ve kalbimizde kesinlikle düşürmedi. Sana olan sevgimiz, saygımız ve sana karşı duyduğumuz gurur aynı. Hem bütün bunları Cessie Cess ile diğer hayvanlarım da aynı şekilde hissediyor.”
Anilya karşımda içini çekerek rahatladı. Zannediyordu ki hepimiz onu çirkin görüyor ve artık sevmiyoruz. Açıklamalarımla onun önce bu görüşünü yıkmaya çalıştım. Sonra devam ettim:
“Sana olan hislerimizi şu andaki durumunda ispat edemeyiz, çünkü canının nasıl yandığını ve üzüldüğünü, sevgiye eskisinden daha çok ihtiyaç duyduğun için sürekli sevgi açlığı yaşadığını biliyorum. Bu yüzden sana, seni şu kadar çok seviyorum, demeyeceğim. Ama seni sevdiğimi sana her hareketimle göstereceğim ki bunu annen, baban ve herkes yapıyor.”
Anilya duraksadı. Yere eğildi, gözleri hafif yaşlı, üzgün bir vaziyette yanıt verdi:
“Ama okulda birkaç arkadaşım benden uzaklaştı, artık yanıma gelmiyorlar ve yanlarına gittiğimde benden kaçıyorlar.”
Nilruba ile göz göze bakıştık. Nilruba’ya araya girmemesi için kafa salladım ve elimle “Dur” işareti yaptım. Anilya’ya tekrar yöneldim:
“Canım, onlar şu anda senden kaçabilir, çünkü onlar da senin gibi küçük ve belki korkuyorlardır. “Saçına bit düştü!” zannederek kendi saçlarına da bulaşacağını düşünüyorlardır. Yani bunlar geçici bir durum. Konuşulunca halledilebilecek mesele bunlar. İstemen dahilinde arkadaşlarınla ve öğretmeninle bu durumu konuşabiliriz.”
Anilya tekrar heyecanlandı, ıslak gözlerinin için parlayarak:
“Arkadaşlarımla konuştuğunda onlar benimle oynayacak ve benden kaçmayacak mı?”
Tebessüm ettim ve umut verdim:
“Elbette kaçmayacak! Zaten onlar kalıcı değil, geçici bir kaçış içerisindeler ve eminim seni eskisi gibi çok da seviyorlardır. Öte yandan benim sana anlatmak istediğim bir hikaye var. Bu geçmiş yıllarda yaşanmış bir hikaye. Senin gibi küçük bir kızın yaşadığı zorlukları kendi ağzından anlatan bir konusu var.”
“O kızın da saçları dökülmüş mü?” diyerek büyük bir ilgi ile sordu Anilya.
NLP tekniğini hikaye üzerinden uygulamak daha doğru olur, diye düşünmüştüm. Anilya merakla ışıldayan bakışlarında bu düşüncemin haklılığını ortaya koymuştu. Artık hikayeden yola çıkarak Anilya’nın duygularına inip görüşlerini harmanlamam kolay olacaktı. Böylece Anilya’nın merakını gidermeye başladım:
“Hayır! O kızın saçları dökülmemiş, ama o senden daha şanssız; çünkü annesini ve babasını küçük yaşta kaybetmiş. Sen, şükür, çok çok şanslısın! Annen, baban ve kardeşlerin yanında. Kaybettiğin saçların da yerine gelecek, ama o kızın kaybettikleri yerine gelmemiş. Buna rağmen küçük kız gülümsemeyi ve olaylara olumlu yaklaşmayı, olaylar içerisinde kendisini mutlu edecek sebepler bulmayı başarmış.”
Anilya duydukları karşısında hayret ederek tekrar sordu:
“Nasıl yani, o, yaşadığı zorluklara gülümsemiş mi? Yaşadıklarının üstesinden gelmiş mi? Peki, ona kim yardım etmiş?”
Her hareketinden ve konuşmalarından kendisini keşfettiğimden habersiz olan Anilya, sorduklarıyla hem merakını gidermek istiyor hem de derdine çare bulacak yardımcılar aradığının şifresini veriyordu. Zira açık açık, “Bana yardım edin!” diyemiyordu; çünkü güven sorunu yaşıyor, başına gelenlerin umutsuz vaka olduğunu ve kendisine kimsenin yardım edemeyeceğini düşünüyordu. Lakin bilmiyordu ki ona güzel bir hikayeden yola çıkarak yavaş yavaş ilik gibi işleyecektim. Böylece tekrar anlatmaya başladım:
“Evet, o, yaşadığı zorlukların üstesinden gelerek gülümsemiş ve ona bu işte en büyük yardımcı babası olmuş.”
Duyduğunu, gördüğünü ve öğrendiğini kesinlikle sekteye uğratmayan Anilya, şaşkınlığını gidermek için sert bir tonlamayla sordu:
“Hani babası ölmüştü, nasıl yardım etmiş?”
Anilya’nın hikayeye merakının yanında anlattıklarımın arasında en ufak bir pürüz bırakmamaya çalışarak beni dinlemesi ve anlattıklarımı sırasına göre yürütmeye çalışması hoşuma gitti. O hoşnutlukla bu tatlı meleğin merakını giderdim:
“Evet, babası ölmüş, ama ölmeden önce kızına bir oyun öğretmiş. Kızı babasının öğrettiği oyunla hayatta kalmayı ve zorluklar karşısında ayakta durmayı başarmış.”
Oyun deyince Anilya’nın gözleri tekrar ışıldadı ve ilgiyle sordu:
“Oyun mu? Ne oyunu? Sen de bana öğretecek misin bu oyunu?”
Anilya sorusunu yöneltirken “...bana öğretecek misin?” diyerek yine yardım çağrısını duyurmuş oldu. Bu çağrıya üzülürken aynı zamanda memnun kaldım. Zira Anilya’nın küçücük yaşta zorluklar yaşamasına dayanamıyor, aynı zamanda problemlerinin üstesinden gelmek için çırpınarak harekete geçmesine seviniyordum.
“Evet, şimdi ben de sana, o oyunun hikayesini kısaca anlatacak ve öğreteceğim. İyi dinle tamam mı?” diyerek Anilya’ya bu savaşında en büyük yardımı sağlayacak oyunu anlatmak ve oyunun gücünü keşfettirmek için giriş yaptım. Anilya başını sallayarak heyecanla onay verdi:
“Peki, tamam! Bütün dikkatim sende hadi, anlat!”
Gülümseyerek hikayeye başladım:
“Adı Eleanor Hodgson Porter olan ve 1868 ila 1920 yılları arasında İngiltere’de yaşayan bu güzel insan, çocukluk anılarını anlattığı ‘Pollyanna’ adında bir hikaye yazmış. Hikaye özetle şöyle: Pollyanna’nın annesi, o küçükken ölmüş ve babası ile yaşamaya başlamış. Yoksul olduklarından Hayırseverler Vakfına gelen eşyalar ve gıdalarla geçinmişler. Hikayenin kahramanı Pollyanna, babasından oyuncak bebek istiyormuş, ama onun alacak parası yokmuş. Babası kızına bebek almak için Hayırseverler Vakfına başvurmuş. Neden sonra vakıftan evlerine bir paket gelmiş.”
Anilya heyecanla:
“Bebek mi gelmiş? Bebek mi?” diye sordu.
Onun hikayeye bu denli ilgi duyması beni mutlu etmişti, zira bu güzel bir tılsım olacak, Anilya da tıpkı Pollyanna gibi “mutluluk oyununa” adım atacaktı. Bu sevinçle yanıtımı verdim:
“Hayır küçüğüm, bebek gelmemiş! Evlerine gelen kutuyu açtıklarında bir koltuk değneği çıkmış.”
Şaşkın ve hüzünlü bir şekilde:
“Hani, şu komşumuz Berzan dedenin kullandığı koltuk değneğinden mi?” sorusuyla merakını uyandırdı Anilya.
“Evet, işte o değnekten çıkmış.”
Anilya hem güldü hem de Pollyanna için üzüldü. Ben devam ettim:
“Kutudan bebek yerine koltuk değneği çıkınca Pollyanna da tıpkı senin saçlarına üzüldüğün gibi üzülmüş. Babası kızının üzülmesine dayanamayınca onu kucağına alıp anlatmış, demiş ki: ‘Kızım, bu koltuk değneklerine ihtiyacın olmadığı için sevinmelisin. Bak, elin ayağın sağlam. Ya bu değneklere muhtaç durumda olsaydın?’”
Anilya yeniden araya girdi:
“Evet, koltuk değnekleri çok kötü bir şey! Hem Berzan dede değneği yere düşünce eğilip alamıyor ve bizden yardım istiyor. Pollyanna’nın babası haklı!”
Anilya’dan bunları duyunca tebessüm ettim ve anlatmak istediğimi anladığı için mutlu oldum. Böylece konuşmama devam ettim:
“Evet Anilya’cığım, tıpkı senin gibi Pollyanna da bu durumu düşünerek babasına hak vermiş. Sonra hayatının geri kalanında yaşadığı acılara, çektiği zorluklara hep bir kılıf uydurup o acı ve zorlukların içerisinde kendisini mutlu edecek güzel sebepler bulmuş. Bunun adına da babasının dediği gibi ‘Mutluluk Oyunu’ demiş.”
Anilya hikayeyi büyülenmiş gibi dinlerken onun duygu durumuna bir neşe katmak için: “Şimdi, sana bir soru sormak isterim, izninle.” dedim.
Anilya kendinden emin yanıtladı:
“Tabii Dilruba ablacığım, sorabilirsin!”
“Ne dersin, biz de seninle bu oyunu oynayalım mı?”
Anilya duraksadı, düşündü, sonra aradığı yardımın ayak izini görmüşçesine onay verdi: “Peki, olur oynayalım!” Lakin endişesini dile getirmekten de çekinmedi: “Ama bu nasıl olacak?”
“Sen orasını merak etme! Ben sana yardım edeceğim ve sen bu oyunu herkese öğretebileceksin. Böylece senden ilgisini çekmiş olan arkadaşların da zamanla sana yeniden ilgi duyacaktır.” diyerek endişesini kırıp heyecanını ateşlemeye çalıştım.
Anilya sevinçle kalkıp boynuma atladı ve:
“Hadi, hemen başlayalım.” dedi.
Bizi dikkatle dinleyen Nilruba gülümsedi, çay getirmek üzere mutfağa gitti. Bu sırada ben Anilya ile oyunumuzu kurmaya başladım:
“Bak küçüğüm, şimdi oyunumuza başlıyoruz; biliyorsun ki çok ağır bir hastalıktan iyileşme sürecine geçiyorsun. Hala tedavilerin sürüyor ve en az bir yıl sürecek. Önümüzde bir ila iki yıl var. Bu süre zarfında senin saçların döküldü, belki zamanla kaşların ve kirpiklerin de dökülecek, belki de onlar dökülmeyecek, sadece saçlarının dökülmesi ve eklem ağrılarınla bu yan etkiyi atlacaksın. Öncelikle şunu aklına yazmanı istiyorum: saçlarının dökülmesi geçici bir durum, bunu içine sindir ve kemoterapi sürecinde saçlarının dökülmesini kabul et. Bunun için ilk oyunumuz ‘Kabul Etmek’ olacak.” Unutmayacağız ki içinde bulunduğumuz bir sorunu kabul etmeden ona çözüm üretemeyiz. Ayrıca kabul etmek mutlu olmanın ilk anahtarıdır, mutlu olmak da ‘Mutluluk Oyunu’nun ta kendisidir. Önce sorunumuzu kabul edecek, sonra çözüm üretecek, daha sonra sonuca odaklanacağız. Ve kemoterapiden sonra saçlarının eskisinden daha gür çıkması için saç derilerine doktorun önerdiği şekilde bakım yapacağız.”
Anilya başını sallayarak emin bir şekilde:
“Tamam Dilruba ablacığım, dediğini yapacak ve saçlarımın döküldüğünü, sonra yeniden uzayacak olmasını kabul edeceğim.” dedi. Ardından kırgın, ama tatlı bir tebessümle: “Hatta ettim bile!” diyerek beni iknaya kalkıştı.
Anilya’nın oyuna başlaması gururumu okşadı. Çok sevindim ve bu sevincimi ona belli ederek devam ettim:
“Buna sevindim canım küçüğüm, o halde ilk oyunumuzu kurduk: hastalığımızı, tedavimizi ve tedavinin yan etkilerini kabul ediyoruz. Saç derimize de doktorun önerdiği şekilde bakım yapıyoruz ve ne olursa olsun neşemizi bozmuyor, yüzümüzden gülücüklerimizi eksik etmiyoruz. Çünkü biliyoruz ki gülümsemek gülümsemeyi doğurur.”
“İkinci oyunumuz da ‘Mutluluk Oyunu’ mu olacak?” diye merakla sordu Anilya.
“Evet, ablacığım, sıra geldi ikinci oyunumuza. Bu oyunumuzun adı da ‘Pollyannacılık’ yani diğer adı ile ‘Mutluluk Oyunu.’ Zaten ilk oyunumuz olan ‘Kabul Etmek’ ile ‘Mutluluk Oyunu’nu da başlatmış olduk, başka bir deyişle ‘Kabul Etmek’ anahtarı ile ‘Mutluluk Oyunu’ kilidini açtık. Şimdi, sen, Pollyanna gibi bir kaç şeye sevinmelisin: birincisi, eğer kemoterapiye girmeseydin hastalığın daha çok ilerleyecek ve ailenden uzak kalacaktın. İkincisi, kemoterapi ile saçların dökülmüş olmasaydı hiçbir zaman saçlarını kazıtmayacak, televizyonda izlediğimiz kel kadın mankenler gibi olamayacaktın. Üçüncüsü ve en önemlisi, ne mutlu sana ki saçlarının bu hali kalıcı değil, geçici bir durum. Bu geçici süreç içerisinde yine kaybetmeyecek kazanacaksın. Şöyle ki hem saçları hiç uzamayan insanların duygularını anlamış olup olgunlaşacaksın hem de seni tanıyan herkesin sana olan sevgi ve saygısının saçlarından ibaret olmadığını göreceksin. Ve iki yıl kadar kel mankenimiz olacaksın, sonrasında ise sağlıklı bir birey olarak ayağa kalkıp saçlarını rüzgarda savuracaksın.”
Anilya umutlu gözlerle yüzüme bakarken Nilruba çaylarımızı ve kurabiyelerimizi getirdi. Anilya annesine yönelerek:
“Biz çok güzel bir oyun oynuyoruz anne!” dedi. Sonra bana dönerek:
“Dilruba abla, sınıfta bazı arkadaşlarım kel olmamı bana yakıştırdıklarını söylemişti. Senin burada anlatmak istediğin bu muydu?” diye sordu.
“Evet biriciğim, aynen buydu. Saçsız da çok güzel bir kızsın ve dediğim gibi bir ya da iki yıl kadar sana, “Kel manken” diyeceğiz.”
Anilya merakla sordu:
“Kel manken nasıl bir şey abla?”
Elimi telefona attım ve internetten kel mankenlerin fotoğraflarını açarak Anilya’ya gösterdim:
“İşte bak, bunlar sana dediğim kel mankenler. Bu kadınlar saçlarını özellikle kazıtmışlar. Hem biliyor musun (?) bu kadınların saçları sonradan daha gür uzayacak! Bazen yaşlı kadınlar torunlarının saçlarını sıfıra vurdurur ki uzadıkça daha gür büyüsün ve yaşları ilerledikçe daha güzel saçları olsun. İşte senin saçların da öyle güzel olacak. Ağrıların dinecek, yediklerinin tadını alacaksın. Şuna inan ki iki ya da üç sene sonra saçlarını savura savura parkta Cessie Cess ile oynayacaksın.”
Anilya benden bunları dinledikçe mutlu oluyor, rengi giden yanaklarına pembelikler düşüyordu. Heyecanlı bir şekilde içini çekerek:
“Yarın okulda arkadaşlarıma kel mankenleri göstererek bunu anlatacağım.” dedi.
Anilya’nın “...arkadaşlarıma anlatacağım.” demesi beynimde yeni bir ışık yaktı. Tamam, Anilya ile “Kabul Etme” ve “Mutluluk Oyunu” kurmuştum, bu güzeldi, ama bu ikisi eksik kalıyordu! Zira bir şeyi kabul etmek bir noktaya gelince kolaydı, ama kabul ettiğin sorununu ifade etmek! Evet, kişinin kendisini başkalarına ifade etmesi karakterine verilmiş olan yegane güçtü. Kişi kendisini dosdoğru ifade edebildiği vakit diğer kişilere derdini dosdoğru anlatabilir ve en doğru çözümlere ulaşabilirdi. Şu durumda Anilya’nın sahip olması gereken en yegane güç “Kendini İfade Etmesi” olmalıydı. Anilya kendini ifade etmeye başlayınca hem sorunlarını “kabul etmesi” daha kolaylaşacak hem derdini kontrollü bir şekilde dile getireceği için arkadaşları tarafından daha kolay kabul görecek hem de her başı sıkıştığında “mutluluk oyununa” sarılıp kendini avutmayacaktı. Zira biliyordum ki Anilya “Mutluluk Oyunu”nu gelecekte yanlış kullanacaktı. Ne zaman bir sorunla karşılaşsa “Mutluluk Oyunu” adı altında sorunlarına kılıf uyduracak, çözüme odaklanmayacak ya da sahte mutluluklara gömülecekti. Bütün bunları düşünerek Anilya’ya yöneldim, onu adapte ederek yeni bir oyun tuzağına çekmek için:
“Anilyacığım, okulda tahta önünde konuşma yapmaktan çekinir misin?” diye sordum.
“Hayır ablacığım, bazen öğretmeniz bize tahta önünde hikaye okutur ve en çok ben okurum. Çünkü ben çekinmem, arkadaşlarım hep utanır, oysa ben onların karşısında konuşmayı çok severim. Ama şimdi çıkmak istemiyorum, çünkü...”
Anilya’nın duraksama sebebini biliyordum; zira saçları döküldüğü için çekiniyor, tahta önüne çıkarsa kendisine gülünmesinden ve yuhalanmaktan korkuyordu. Onun önceki cesaretini duyduğuma sevinerek, ona güç verdim:
“Anilya’m, bence yeniden istemelisin! Çünkü senden bir oyun daha oynamanı istiyorum.”
Anilya kafasını kaldırıp umutla gözlerimin içine bakarak:
“Ne oyunu?” diye sordu.
“Bak küçüğüm, bu oyunumuzun adı da ‘Kendini İfade Etmek’ olacak. Yapman gereken şu: yarın okula gittiğinde öğretmenin içeri girer girmez ona, tahtanın önünde sınıftakilere hitaben konuşma yapacağını söyleyeceksin. Tamam mı?”
Anilya önce çekindi, sonra kırılan cesaretine rağmen sevindi. Aynı zamanda şaşırdı, o şaşkınlıkla sordu:
“Tamam, ama ne anlatacağım?”
“Onlara bugünkü konuşmamızı anlat. Önce hastalığından, sonra tedavin ve tedavinin yan etkilerinden bahset. İçinde bulunduğun durumun kalıcı olmadığını ve iyileşeceğini söyle. Daha sonra zor günler geçirdiğini ve arkadaşlarının desteğine ihtiyacın olduğunu sözlerine ekle. Bununla birlikte sana öğrettiğim oyunları anlat. Ama anlatırken tıpkı daha önce hikaye okurken nasıl heyecanlanmıyor, şaşırmıyor ve çekinip sıkılmıyorsan yine aynı şekilde anlat, tamam mı?”
“Peki ablacığım, öğretmen izin verirse bunu deneyeceğim.” dedi Anilya. Ardından: “Ama kafamın kelliğine gülerler de utanırsam!” diyerek başını öne eğdi.
“Hayır, kimse saçlarının döküldüğüne gülmeyecek! Hem gülseler bile sen tahtanın önünden çekilmeyecek ve konuşmanı büyük bir cesaretle sürdüreceksin. Omuzlarını düşürmeyecek ve başını öne eğmeyeceksin. Arkadaşlarınla göz temasını iyi kuracaksın. Bunları anladın mı?” diyerek kırılan cesaretini toparlamaya çalıştım.
Her ne kadar cesareti kırılmış olsa da Anilya: “Evet, bütün dediklerini anladım ve yapacağım.” sözüyle aldığımız kararın doğruluğunu ve kendi gücünü kanıtladı.
Başımla onay vererek daha iyi anlaması ve cesaretini artırması için açıklamamı sürdürdüm:
“Ayrıca unutma: bazen insanlar, senin kendini kötü ve utandığını hissettiğin durumlarda sana ilgi duyabilir. Bak, sana kendi başımdan geçen olayı anlatayım: bir gün dergide toplantı yapılırken toplantı odasına girer girmez ayağım birbirine dolandı ve düşer gibi oldum. O zaman çok utandım ve yanaklarım kızardı. Toplantı ise benim açımdan utanç içinde, çok kötü geçti. Başımı tasarımlarımdan kaldırıp da masadakilere doğru dürüst bakamadım, çekindim.”
“Anilya tedirgin bir şekilde merakla sordu:
“Sana güldüler mi?”
“Hayır, kahkaha atarak gülmemişlerdi, sadece bir kaçı bıyık altından tebessüm etmişti. Ama ben yine de herkesin içinde o duruma düştüğüm için bozguna uğramıştım. Lakin toplantı sonrası yanıldığımı anladım. Şöyle ki toplantı biter bitmez beni sevmediğini ve benden her daim nefret ettiğini düşündüğüm bir arkadaşım yanıma gelerek, ‘Geçmiş olsun.’ dedi ve gülümsedi. Sonra ayak üstü koyu bir sohbete daldık. Oysa o vakte kadar benimle hiç konuşmaz, beni gördüğü yerde başını çevirir giderdi.”
Anilya tekrar heyecanlandı:
“Ne yani seninle hiç konuşmazken o zaman konuştu mu? Sonra iyi arkadaş mı oldunuz?”
“Zaten arkadaştık, iş arkadaşı, sadece konuşmuyorduk. Evet, benimle ilk defa o zaman konuştu. Eğer düşer gibi olmasaydım ve toplantı boyunca utanıp sıkılmış bir vaziyette kalmasaydım belki de hiç konuşmayacaktı. Bak, gördüğün gibi bazen kötü olduğunu düşünerek, ‘Artık evden bile çıkamam!’ diyebileceğimiz durumlarda bile insanların ilgisini ve sevgisini kazanabiliyoruz. O yüzden sen de sakın yarın çekinme, arkadaşların gülse de konuşmanı istemese de büyük bir azim ve cesaretle konuşmanı sürdürerek onlara ne kadar güçlü, kültürlü ve bilge olduğunu göster. Tamam mı?” dedim.
Anilya ikna oldu, ama biraz düşündükten sonra merakını giderdi:
“Abla, arkadaşlarımın önünde konuşacak olmam bana neyi kazandıracak?”
Bu kendisinden aldığım zekice bir soruydu. O küçücük yaşına ve yaşadıklarına rağmen oldukça olgun ve akıllı bir çocuk olan Anilya’nın minik ellerinden tutup öptüm ve gözlerinin içine bakarak tam da yerinde sorduğu sorusunu cevapladım:
“Bu sana şunu kazandıracak: senden kaçan arkadaşların seni doğru anlayacak ve yaşadıkların karşısında ne kadar güçlü olduğunu görecek. Senden kaçmayan arkadaşların da sana daha bir hayran kalacak, cesaretin karşısında seninle gurur duyacak. Hastalığını anlamak istemeyen ve şu anki durumunu umursamayan ya da hor gören arkadaşların ise nasıl acı bir süreçten geçtiğini görecek ve sana destek olmak için harekete geçecek. Şimdi anladın mı son oyunumuzun kozunu?”
Anilya büyük bir umutla eline kurabiye aldı, bir ısırdı, kurabiyesini yerken gülümseyerek yüzünü bana doğru döndü ve lokmasını yuttuktan sonra:
“Evet ablacığım, oyunlarımızın üçünü de anladım ve hepsini çok beğendim. Bu oyunlarımızı hep oynayacağım ve tıpkı Pollyanna gibi hayatımda karşılaştığım zorluklarda uygulayacağım. Ama oyunu kuramadığım zamanlar senden yardım alabilir miyim?”
Nilruba ile gülümsedik. Sonra:
“Tabii küçüğüm, o da ne demek, her zaman sana yardımcı olurum!” dedim.
Anilya çayını içtikten sonra Cessie Cess ile oynamak için bahçeye çıktı. Nilruba yaptığım NLP taktiği karşısında çok etkilenmişti. Oturduğu yerde pencereden dışarı, kızına bakınarak:
“Dilruba, hakikaten kızımın yüzüne bir canlılık geldi. Bu NLP kitabını senden mutlaka alıp okumalıyım.”
Tebessüm ettim:
“Evet, NLP taktiğinin yanında Anilya’nın yaşına rağmen olgun, zeki ve bilge oluşu da bana büyük destek sağladı. Ama senden ricam, akşam Turgay abi gelince bunları anlat. Öğretmenini mutlaka arayın ve Anilya’nın yarın sınıfta konuşma yapmasını sağlaması için ricada bulunun. Durumları iyice anlatın ki öğretmeni de Anilya’ya cesaret versin. Şimdi her ne kadar benden cesaret almış olsa da yarın okula gittiğinde fikri değişebilir. Konuşmak istemeyebilir ya da arkadaşları o sınıfa girdiğinde farklı tepki verip Anilya’nın konuşma hevesini kaçırabilir. Bu yüzden Yalçın Öğretmeni arayıp mutlaka olayı detaylıca konuşun.”
“Peki Dilruba, kesinlikle Turgay’ın Yalçın Öğretmeni arayıp durumu detaylıca anlatmasını söyleyeceğim.”
Çayımdan bir yudum aldım ve o ara aklıma Pedagog Şinasi geldi, hemen:
“Nilruba, az önceki konuşmalarımı ve yaptıklarımı Pedagog Şinasi’ye de bir bir anlatıp ‘Eksiklerim var mı?’ sormanızı istiyorum. Sonuçta evde kendi kendime okuyarak edindiğim bilgilerle Anilya’ya yüklenip sorumluluklar verdim. O yüzden en ufak bir hatamız olmamalı ki bu Anilya’nın geleceği için çok önemli. Şayet eksiklerimiz varsa Şinasi Bey aracılığı ile tamamlarız. Yanlışlarımızı da düzeltiriz.”
Nilruba bardağını masaya bırakarak:
“Olur canım, aslında sen demeden de aklımdaydı. Açıkçası seninle konuşması Şinasi Bey’le konuşmasından daha etkili oldu, ama dediğin gibi sonuçta o işinin uzmanı bizim gibi değil. Mutlaka anlatırız, sen merak etme!”
Nilruba çay doldurduğu bardağını eline alırken yüzüne düşürdüğü merakla sordu:
“Ayrıca aklıma takıldı: neden öğretmeni arayıp haber etmemizi Anilya buradayken istemedin? Onun da bilgisi olsa daha iyi olmaz mıydı? Daha bir cesaretle sınıfa girip tahta önüne çıkmaz mıydı?”
Nilruba’nın gözlerinin içine baktım ve cevapladım:
“Hayır canım, olurdu elbet! Ama ben Anilya’nın bunu bilmemesini bilinçli istiyorum. Şöyle ki: Anilya yaşadığı sıkıntılar nedeniyle ego sorunu yaşıyor. Kendisine olan güveni tamamen sıfır. Bu noktada istiyorum ki bir şeyleri tek başına yapsın ve bunu yaparken kendisine yardım edenleri görmesin. Zannetsin ki: ‘Ben güçlüyüm, tek başıma iş yapabilirim. Sorunlarımla başa çıkabilirim. Hastalığım ve hastalığımın getirdiği sıkıntılar gücümü kırmadı.’ İşte, böyle düşünüp demesini istiyorum. O yüzden ona vereceğimiz her cesarette kendisine göndereceğimiz desteklerden haberi olmasın! İleriki zamanlarda iyice güçlenip ayakları üstünde durduğu vakit bunu kendisine açıklarız, ama şimdi değil... Sonra...”
Nilruba çayını yudumladıktan sonra gülümsedi:
“Vallahi güzel bir düşünce! Hoşuma gitti!” dedi.
O gün içim rahat bir şekilde ayrıldım Nilrubalardan. Anilya kendisini bıraktığımda verdiğim cesareti koruyordu. Bütün ümidim, ertesi gün aynı cesaretle arkadaşlarının önünde konuşmasıydı. Gün geceyi bulmuş, bu düşüncelerle yatağa girmiştim... Ertesi sabah uyandığımda okul çıkışında alacağım haberi çok merak ediyordum. Anilya ne yapmış olabilecekti? Cesaretini sırtlanıp kendisini ifade edebilecek miydi? Bunun için biraz daha sabredip beklememiz gerekiyordu...
Öğleden sonra, okul çıkışında Nilrubalara gittim. Anilya’dan alacağım haberi merak ediyordum. Nilruba’ya öğretmen ve pedagogla konuşup konuşmadıklarını sordum:
“Canım, dün ben gittikten sonra ne yaptınız? Öğretmen ve pedagogla konuştunuz mu?”
“Evet, evet, konuştuk. Öğretmen, ‘Ben hallederim.’ demişti. Ben de senin kadar merak ediyorum, bakalım Anilya gelince ne anlatacak?”
“Peki, Pedagog Şinasi ne dedi?”
Nilruba sorumun üzerine Pedagog Şinasi ile konuşmalarını en ince detayına kadar ballandıra ballandıra anlattı:
“Önce dikkatlice dinledi, sonra Anilya’nın verdiği tepkiyi sordu. Biz olumlu tepki verdiğini, kendisiyle konuşmadığı kadar seninle konuştuğunu ve çok mutlu olduğunu söyleyince, ‘Tabii sevilen kişileri denemekte fayda var! Anilya, ablasını çok seviyor. Dilruba’dan ve köpeğinden ilgiyle bahsedince onların yardımcı olabileceğine inanmıştım, ama ablasının bu kadar kültürlü olabileceğini bilmiyordum. NLP tekniği ile yanaşması ve bunu Anilya’nın anlayacağı dille izah etmesi takdire şayan. Haliyle çocuklar böylesi durumlarda en sevdiklerinden cesaret alır. Öyle ki bazen bir uzmanın vermek isteyip de veremediğini uzmanlık bilgisi olmayan verir. Dilruba’nın kendini geliştirmesi ve çocuğun dünyasına inerek olaya oyunla yaklaşması da hayli iyi bir durum ve çocuk açısından ilgi çekici. Dilruba’nın dediği gibi takıldığınız konularda hiç çekinmeden bana sorabilirsiniz ve seanslarımıza da gününde geliniz.” dedi. Biz de Pedagog Şinasi’nin onay vererek seni takdir etmesine sevindik vallahi. Ardından Turgay da ben de teşekkür ettik.”
Gülümsedim:
“Rica ederim arkadaşım, ne demek! Yeter ki Anilya’mız mutlu olsun ve şu günlerini huzurla atlatabilsin.” dedim.
O sırada Anilya okuldan geldi, koşarak içeri girdi. Beni görünce sevinçle kucağıma atıldı, heyecanla:
“Dilruba ablaa!.. Bugün okulda dün konuştuklarımızın ve oyunlarımızın hepsini anlattım. Sonra ne oldu biliyor musun? Benimle konuşmak istemeyen arkadaşlarım teneffüste yanıma gelerek benden ‘Pollyanna’ oyunumuzu öğrenmek istedi, sonra bana, seni ve saçlarımın ne zaman çıkacağını sordu. Bazı arkadaşlarım da dün senin gösterdiğin kel mankenlerden bahsetti, onlar da televizyonda kel mankenleri görmüş. Bugün çok mutluyum ve bu oyunumuzu hep oynayacağım. Hem biliyor musun (?) kararımı verdim: ben de büyüyünce tıpkı Bayan Porter’ın ‘Pollyanna’ adlı eserinde hayatını anlattığı gibi bugünlerimi anlatacak bir eser yazacağım. Tabii eserimin en baş kahramanı da sen olacaksın ablacığım. Bir de Cessie Cess.” dedi.
Nilruba ile sevinçli bir şekilde yaşadıklarını heyecan ve hayretler içinde anlatan Anilya’yı dinledik. Anilya yanağıma bir buse kondurarak bana sıkı sıkı sarıldı, ardından annesine sarıldı. Daha sonra büyük bir mutlulukla internetten gösterdiğimiz kel mankenleri taklit edercesine küçük poposunu kıvıra kıvıra üzerini değiştirmek üzere odasına gitti. Nilruba ile mutlu bir şekilde bakıştık. O sırada Nilruba’nın telefonu çaldı. Arayan Yalçın Öğretmendi. Nilruba telefonun sesini açtı ve öğretmeni dinledik. Yalçın Öğretmen önce hatırımızı sordu, sonra Anilya’nın sevinerek bahsettiği konuşmasını, iç yüzüyle, anlattı:
“Sabah sınıfa girdiğimde Anilya ağlıyordu. ‘Neyin var?’ diye sorduğumda birkaç arkadaşının kendisine hakaret ettiğini, saçlarıyla alay ederek sırasına oturmasına izin vermediğini söyledi. Arkadaşlarına, ‘Bunu neden yaptınız?’ diye sorduğumda Anilya’nın hastalığının kendilerine bulaşacağından korktuklarının itirafını yaptı. Bunun üzerine, dün sizin arayıp anlattığınız konuyu düşünerek Anilya’nın gözyaşlarını sildim ve zorla tahta önüne çıkardım. Önce konuşmak istemedi, içini çekerek ağladı. Sonra yutkundu, ona tekrar cesaret verdim. Ardından, ‘Dilruba’nın sana öğrettiklerini bize anlatmayacak mısın?’ deyince derin bir nefes alarak, ‘Anlatacağım öğretmenim.’ dedi. Yavaş yavaş, iç çeke çeke başladığı konuşmasını, öğrendiği oyunları anlatarak heyecanlı bir şekilde tamamladı. Dilruba’nın gösterdiği mankenlerden bahsetti. Ben de çocuklara Anilya’dan korkmamalarını, tam tersi destek olmalarını anlayacakları ölçüde izah ettim. Böylece arkadaşlarının yanlış algısı, Anilya’nın da yalnızlığı bitmiş oldu. Anilya ağlayarak kalktığı sırasına arkadaşlarının alkışları eşliğinde gülerek oturdu. İyi iş çıkardınız bayanlar, tebrik ederim.”
Yalçın Öğretmeni sözünü kesmeden pür dikkat dinledikten sonra teşekkür ettik. Telefonu kapattıktan sonra Nilruba hüzünlü bir şekilde:
“Zavallı çocuğum, neler yaşamış da bize sadece mutlu anlarını anlatmış!” dedi.
Derin bir nefes alıp verdikten sonra:
“İşte bu yüzden sana dün, ‘Mutlaka öğretmenine haber verin.’ dedim, canım. Hatta bu konuda konuşurken cümlemi ‘Sonra...’ diyerek eksik bırakmıştım, hatırlarsan! Zira çocuk psikolojisinden az çok anlayan biri olarak dün Anilya’nın, ‘Arkadaşlarım beni aralarına almıyor, benden kaçıyor...’ diye detaya inmeden geçiştirdiği cümlesinde durumun bu hale geleceğini sezmiştim. Arkadaşlarının Anilya’yı daha iyi ve doğru anlamaları için onun tahta önünde kendisini ifade etmesini tembih ederek, bunun da üçüncü oyunumuz olduğunu söylemiştim. Eğer Yalçın Öğretmene haber vermeseydiniz, Anilya sabahki olayın ardından iyice içine kapanırdı. Sıfır olan egosu eksilere düşerdi. Neyse ki ucuz atlattık, çok şükür!”
“Haklısın canım, hakikaten ucuz atlattık. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Şunu da bana öğrettin ki eğitim sınır tanımıyormuş. Kişi her şekilde kendisini eğitebilir, yeni bilgiler öğrenebilirmiş. Yeter ki istesin! O yüzden senden okuduğun çocuk psikolojisi ile NLP kitaplarını mutlaka istiyorum.”
Gülümseyerek:
“Tamam, tamam...” dedim.
O gün orada yaptığımız mutlu sohbetin sonunda dergi için hazır edeceğim tasarımı yapmak üzere çıktım...
Anilya ile “Pollyannacılık” ve “Kendini İfade Etme” oyununa başlayalı bir buçuk ay olmuştu. Bu süre zarfında Pedagog Şinasi ve bizlerin katkısı ile Anilya’nın psikolojik durumu fark edilir şekilde düzelmişti. Öte yandan kök hücre tedavisi de gün geçtikçe daha iç açıcı seyre giriyordu. O gün, Nilruba’yı ziyarete gitmeyi düşünüyordum. Kendisini aradığımda müsait olduğunu ve beklediğini, Anilya’nın da çok sevineceğini söyledi. Birkaç saate hazırlanıp Anilya ve ikizler için aldığım hediyeleri sırtlanarak evden çıktım. Cessie Cess de peşime takılınca birlikte gittik. Bir mahalle ötemizde bulunan evlerine vardım, saatlerce oturduk. Anilya kendisiyle anlaştığımız oyunları oynamaya devam ediyordu. Bu oyunlar nedeniyle eski neşesi yerine gelmişti. Başını, annesinin aldığı ve benim hediye ettiğim üçgen eşarplarla örtüyor, kendince başörtüsü şekilleri yapıyordu. Eli de pek hamarattı küçüğün. Minik parmaklarıyla başını anında en güzel şekilde kapatıyordu. O gün saatlerce bahçede Cessie Cess ile oynadı. Vakit akşamı bulduğunda Turgay geldi, ben çıkarken eve kadar yürümememi isteyerek arabası ile bırakacağını söyledi. Evimiz çok uzak olmasa da ısrar edince bırakmasını kabul ettim, dışarı çıktık. Bahçe kapılarının biraz ilerisinde kaldırım üzerine park ettiği araca doğru yürüdük. O da neydi? Gözüme bir plaka ilişti. Bu plaka tanıdıktı. Evet ya, tanıdık bir plaka idi! Ama nereden tanıyordum bu plakayı? Birkaç adım daha attım ve plaka aklıma gelir gibi oldu. Arabanın rengine, şekline odaklandım ve tekrar gözüm plakasına ilişti. İç sesimle dedim: “Tamam...” Evet, bu plaka bir yıl önce Cessie Cess’ime çarpan aracın plakası idi ve araba da o araçtı. Gözümü Cessie Cess’imin kanlarının bulaştığı araçtan alamıyor ve Turgay’ın arabasına doğru gidiyorduk. Birkaç adım sonra Cessie Cess’ime çarpan aracın yanına geldik. Ben bir öndeki araca doğru ilerleyeceğimizi sanıyordum; lakin Turgay birden Cessie Cess’ime çarpan arabanın yan tarafına geçerek şoför koltuğunun kapısını açtı. İşte o an, beynimden vurulmuşa döndüm! Bir yerlerden tanıdık gelen bu adam, Turgay, acaba o adam olabilir miydi? Turgay’a ani bir refleksle sordum:
“Bu araba uzun zamandır senin mi yoksa yeni mi satın aldın?”
Turgay arkasına dönüp yüzüme bakarak:
“Bu araba yaklaşık 10 yıldır benimdir.” dedi.
Eyvahlar olsun! Yeniden beynimden vurulmuşa döndüm! Sanki birisi başımdan aşağı kızgın yağlar döküyor, dönen beynim resmen sarsılıyor, ne diyeceğimi bilemiyordum. O sırada Turgay aracın şoför koltuğunun kapısını tutarak:
“Hadi binin.” dedi.
Binemedim, elimi dahi uzatamadım. Turgay şaşkın bir şekilde sordu:
“Ne oldu? Neden binmiyorsun? Sorunun ne?”
Biraz durdum, yandaki diğer araca dayandım; kendi kendime fısıldanarak, “Ne yani, ben ve köpeğim bir yıl önce Cessie Cess’ime çarpan, üstüne bizi görmezden gelip ardına bile bakmadan kaçan bir adamın mı yanındaydık? Dört ay önce hastane odasında tanışıp, dost olup, kapısında yemek mi yemiştik? Ben, köpeğime çarpıp kaçan, köpeğim de kendisini kanlar içinde bırakıp ardına bile bakmadan son sürat giden bu adama mı hizmet etmiştik? Bu nasıl bir işti? Anilya’mızın elbette hiçbir suçu yoktu, ama babası neredeyse Cessie Cess’imin katili oluyordu. Ona çarptığını umursamadan kaçmıştı. En önemlisi Anilya’nın donörü Boranbay’ı kilometrelerce ötede, duvarlar gerisinden hisseden Cessie Cess, kendisine çarpan bu adamı, Turgay’ı nasıl tanıyamamıştı? Yoksa tanımıştı da düşmanlık mı etmemişti?” Ben bütün bu düşüncelerimi iç sesimin farkına varmadan yükselterek fısıldarken Turgay bir adımla yanıma yaklaştı, kolumu tutarak sordu:
“Ne konuşuyorsun anlamıyorum! İyi misin? Seni arabaya ben bindireyim ister misin?”
“Yok, hayır! İyiyim, ama aracına binmeyeceğim!”
Turgay şaşırdı ve kaşlarını çatarak sordu:
“Neden binmeyeceksin? Sorun ne?”
Şaşkınlık ve öfkeyle:
“Sen, beni ve köpeğimi hatırlamadın!” dedim.
Turgay şaşkınlığının yanında öfkelenerek sordu:
“Dilruba, ne diyorsun sen? Kaç aydır arkadaş, dost, hatta kardeşiz, neyini hatırlayacağım, anlayamıyorum! Ne demek istiyorsun sen?”
Gözyaşlarımı yutkunarak öfkemi korur vaziyette:
“Ben, o gün yüzünü görememiştim. Ama aracının rengini, modelini ve plakasını unutmadım.” dedim.
Turgay ağzımdan çıkanlara iyice şaşırmıştı. Başını sağa sola sallayarak yorgun bir şekilde şaşkınlığını gidermek istedi:
“Ne diyorsun? Gerçekten anlamıyorum!”
Turgay anlamıyor ya da anlamazdan mı geliyor bilmiyordum (!) ama onun soruları öfkemi artırıyordu.
“Ne mi diyorum: Geçen sene köpeğim Cessie Cess’e, hani dört ay önce Anilya’nın düştüğü parkın yolunda, hem de kızının yere düştüğü noktada çarpıp, onu kanlar içinde bırakarak ardına bile bakmadan kaçtığın o anı diyorum. Hatırlıyor musun geçen seneyi?”
Turgay durdu, gözlerimin içine baktı, eğildi Cessie Cess’ime baktı ve bakışları birden hüzünlendi. Bir an geçen seneyi düşündü, sonra hatırlar gibi olup:
“Sen, o köpeğin sahibi, o köpek de Cessie Cess mi?” diye sordu.
Turgay’ın sorusu kızgınlığımı artırmıştı. O kızgınlıkla sesimin tonunu sertleştirerek cevapladım:
“Evet, ben sahibiyim, o köpek de Cessie Cess. Anilya’ya derman olan köpek. Senin ardına bile bakmadan kanlar içinde bırakıp kaçtığın, ama Yüce Allah’ın adaletiyle hayatta kalıp aradan geçen bir yılın sonunda Anilya’ya şifasını bulan köpek, işte bu.”
Turgay hala şaşkın ve yüzüne inen utangaçlıkla köpeğime bakarken, hırsına yenilen ben cümlelerime devam ettim:
“Köpeğim o gün kanlar içinde bıraktığın yerde ölseydi, bugün Anilya şifa bulabilir miydi? Senin yaptığın kötülüğe kötülükle karşılık vererek, ‘Bana çarpıp bıraktı...’ deyip sana yardım etmeseydi, Anilya şimdi iyileşme sürecinde olabilir miydi?”
Hırsımdan, Turgay’a aklıma gelen ne soru varsa yağdırıyor, onun ağlayan gözlerine ve titreyen dudaklarına aldırmadan bir yıldır içimde biriktirdiğim öfkeyi kusuyordum. Konuştum, konuştum, konuştum... Sonra öfkem yatışınca rahatladım ve nihayetinde karşımda kendisini ifade etmeye çalışan Turgay’a fırsat verdim. Titreyen elini omzuma atıp:
“Bak kardeşim, senden de köpeğinden de nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum! O günü hatırlıyorum, Anilya evde rahatsızlanmıştı. Başının dönmesi yüzünden düşüp kafayı çarpmıştı. Kızımı kafası yarılmış kanlar içinde görünce eşimin arabaya gelmesini beklemeden, apar topar Anilya’yı arabaya attığım gibi gaza basmıştım. Gözüm kızımdan başka bir şeyi görmüyordu. O gün hastaneye gelene kadar üç yere çarptım; biri araba idi, biri duvar, ama diğer çarptığımı görememiştim. Bir yıldır, ‘Diğer çarptığım ne olabilir?’ diye düşünürken bugün sen, köpeğinin olduğunu söylüyorsun. Hem de dediğin gibi kızıma önce dost, sonra şifa olan köpeğin. Sana şu an, utancımın büyüklüğünü, Yüce Allah’ın adaletinin eşsiz boyutuyla karşı karşıya kalışımın verdiği huzuru ve bilmeden yaptığım kötülüğün kalbime düşürdüğü kederi anlatamam! Geçen sene bilseydim köpeğine çarptığımı o durumda durabilir miydim (?) bilmiyorum! Çünkü aklım fikrim yerinde değildi, kızımın derdindeydim. Ama şundan eminim ki kızımı hastaneye götürdükten sonra sizi arar bulur, köpeğinin durumunu öğrenirdim. Ben, o gün neye çarptığımı dahi bilemedim. Ve o gün yine bilseydim çarptığım şeyin köpeğin olduğunu, üstelik kızıma şifasını bulacağını, o gün kızımı hastaneye tek başına götürmez, köpeğinle götürürdüm. Hem de daha ona çarpmadan alır götürürdüm. Böylece Boranbay’ı daha erken bulabilirdik, kızımın hastalığı bir yıl daha ilerlememiş olurdu. Lakin ne geleceği hissedecek sezgilere sahiptim ne de basiretimin anlık kapanmasıyla etrafımı görecek gözüm vardı. Ben bilmeden yaptıklarıma çok pişmanım. Köpeğimiz Cessie Cess’in iyileşmesine ve dört aydır hayatımızda olmasına seviniyorum. Cessie Cess için şu ana kadar bir şey yapamadım; ama bundan sonra o benim için bir köpek değil, evlattır, hem de kızımın kardeşi gibidir. Şimdi, lütfen, seni ve Cessie Cess’i bırakayım. Geçen sene istemeden yaptığım kaza için bugün seninle ve köpeğinle olan dostluğumuzu tüketmek istemiyorum. Zaten şu an utancımın büyüklüğü karşısında eziliyorum.”
Ben hoşnutsuz bir şekilde Turgay’ı dinlerken Cessie Cess yanıma yaklaştı, kendince arabaya binmemi istedi. “Mıım..mıı...” diyerek kuyruğunu salladı. O an anladım ki Cessie Cess, Turgay’ı ta en başından, dört ay önce parkın oyun alanında Anilya’nın bayıldığı sırada yanlarına gittiğinde tanımıştı. Hastane odasında geçmişinden haberli durmuş, Anilya’nın kucağında tanıdık olarak yatmıştı. Onlara, geçmişte olanı hatırladığı halde yardım etmişti. Ne vefalı ne şefkatli ne güven ve sevgi dolu bir hayvandı, benim köpeğim. Arabaya bindim. Aracın suçu yoktu, çünkü onu kullanan bir insandı; ama insanın da suçu yoktu, çünkü çektiği acılardan beyni durmuş, ne yaptığını bilemiyordu. Ve şu bir gerçekti ki: bu hayatta bilerek ve bilmeyerek canlı ve cansız pek çok şeye zarar veriyorduk. Turgay, o gün bilmeyerek arabasına ve köpeğime zarar vermiş, aynı zamanda bana ve diğer hayvanlarıma derin acı yüklemişti. Ben de bir yıl boyunca bilip bilmeden, olayın içeriğini anlamadan Turgay ve arabasını suçlamıştım. Öte yandan, o gün köpeğime bir şey olsaydı, her şeye rağmen kendimi ve Turgay’ı affedebilir miydim (?) bilemiyordum! Tek bildiğim, içinde bulunduğumuz mevcut durumdu. Turgay utangaç, ben kızgın, Anilya bütün bunlardan habersiz, en masum olan kişiydi. Ve Cessie Cess, köpeğimin asilliği hepimizin utancını artıran yegane etmendi...
Doğrusu hayat ne garip! Yeri geldiğinde cansız eşyaları bile suçluyor, onlara dahi anlamlar yüklüyoruz; ama olayın detayına inip, dinleyip, anlayıp öyle karar vermiyoruz. Bize en kolay geleni; kusur arayıp, bulup, suçlamayı tercih ediyoruz. Tabii bunun bir nedeni de o anki olayın vahameti ve olayın başrolünün yok olup gitmesidir. Zira Turgay ya da ben, o gün birbirimizi bulabilmiş olsaydık; ben bir yıldır hırslanmayacak, Turgay neye çarptığını bilecek ve bugün bu tartışmamız olmayacaktı. Üstelik birbirimizi dört aydır tanıyorduk, Turgay’ın arabasını bugün de görmemiş olsaydım ya da geçen bir yılda Turgay arabasını satmış olsaydı, onun köpeğime çarpan kişi olduğundan yine haberim olmayacaktı. Her şeyin bir sebebi vardı, Yüce Allah takdirini, boncuk gibi dizdiği kaderimize kelepçelemişti. Anilya’nın; kemoterapiye gittikleri andan bu yana göremediğim Boranbay’ın, Turgay’ın, köpeğimin ve benim bugüne kadar beklememiz, hırslanmamız, anı biriktirmemiz, en önemlisi bugüne hazır hale gelmemiz gerekiyormuş ki sır bugün açığa çıktı...
Beynimi kemiren bu düşüncelerle eve geldik. Arabadan inerken kalbim ağrıyordu, çünkü yol boyunca ölçüp tarttığım düşüncelerim ile Turgay’ın yüzündeki üzüntü ve utanç ifadesi beni derinden yaralamıştı. Evet, haksızlık etmiştim; zira bugünkü tartışmamı alelade bir günde yapmış olsaydım bu kadar suçlu hissetmeyecektim. Ama bugün, dört aydır dost olduğumuz halde böyle yüklenmem, ağzıma geleni saymam hem büyük bir hata idi hem de kendime yakıştıramamıştım. Geçen sene haklıyken bu gün yaptığım ölçüsüz çıkışla kendimi doğrudan, Cessie Cess’imi de dolaylı olarak haksız duruma düşürmüştüm. Özür dilemeliydim; evet, öyle yapmalıydım! Zira karşımda duran artık köpeğime zarar veren biri değil, dostumuz idi. Üstelik köpeğime de isteyerek kötülük etmemişti. Hızlı düşünüp karar verme tekniğimle arabadan iner inmez Turgay’a yöneldim:
“Turgay, senden özür diliyorum. Bir yıldır içimde tuttuğum öfkemi böylesine yanlış bir zamanda ve ölçüsüz bir şekilde döktüğüm için beni affet. Olmuş bitmiş bir kaza idi ve şükür köpeğim de iyi. Buna rağmen ağır çıkıştım, önce sana açıklama fırsatı vermeliydim. Ben sana haksızlık ettim, umarım beni affedersin.”
Turgay utanç içerisinde, rüzgarda savrulan yaprak gibi titreyen bedeniyle başı eğik bir şekilde elini havaya kaldırarak:
“Lütfen, özür dileme! Seni anlıyorum; zira ben kızım için o gün ne yaşadım ve bugün ne yaşıyorsam, sen de o gün köpeğin için aynı şeyleri yaşadın. Seni anlamamam mümkün değil! Bu yüzden sana kırgın değilim, hatta kendime kızgınım, o anda dikiz aynasından geriye bakmak aklıma gelmedi. O gün ben kızımın derdindeyken çarptığım senin köpeğin değil, bir başkasının kızı ya da oğlu olabilirdi. Her şeye rağmen acılarıma rağmen durup bir an, evet, sadece bir an için arkama bakabilirdim. Ben o gün işin kolayına gidip ardıma dahi bakmadan hastaneye yetişmeyi düşündüm. Bir insan ya da bir hayvan, her ikisi de aynı canı taşımakta ve aynı şekilde ailelere sahip olmakta. Köpeğin ölseydi onu senden ve yavrularından ayırmış olacaktım. En önemlisi bir hayvanı canından etmiş olacaktım ve bununla birlikte bugün gördük ki o gün sadece köpeğin ölmeyecek, kızımın da sağlığına kavuşması için fırsatı yok olacaktı. O gün bize donörü senin köpeğin getirdi. Ben tekrar özür diliyorum ve artık sen de köpeğin de benim için eskisinden daha değerlisiniz, bunu bilmenizi istiyorum.” dedi.
Turgay ile karşılıklı özürlerimiz kalbimize huzur düşürmüş, omuzlarımızdaki yükü hafifletmişti. Zira bağışlamak kadar güçlü bir bağ daha yoktu. İnsan bağışladığı vakit ‘adil insan’ oluyor ve zamanla o bağış kişiler arasında güven oluşturup sevgiyi ve saygıyı artırıyordu. Biz de bugün, Turgay ile birbirimizi bağışlayarak o güven bağını sarmıştık. Birbirimize sunduğumuz dostluk kadehinden sonra Turgay evlerine gitti...
O gece sabaha kadar düşünüp kendimle hesaba çekildim. Her şeyi düşündüm; sonra bir insan olarak köpeğim kadar vefalı, iyimser, sevgi dolu ve dostane olamadığımın farkına vardım.
Doğrusu, biz insanların hayvanlardan öğreneceği çok şey vardı. Onlar kadar dürüst, vicdanlı, sevgi ve şefkat dolu; kibirsiz, riyasız, yalansız dolansız olamıyorduk. En önemlisi hayvanlar gibi kin gütmemeyi, unutmayı beceremiyorduk; ne düşmanlıklarımızı unutuyorduk ne öfkelerimizi. Biz uzattıkça uzatıyorduk ve uzattıklarımızın içinde boğuluyorduk. Bu yüzden uzatmamayı, Cessie Cess’ime çarpan Turgay’a, bir daha bu konuyu açmamayı düşündüm; tıpkı köpeğim Cessie Cess’in yaptığı gibi. İlginçtir, bu kararı verir vermez yüreğime huzur düşmüş, nefesime ferahlık girmiş, bedenim hafiflemişti. Açıkçası Turgay bizi bırakırken ahitleşmiştik, ama yine de kendimde eksik bir şeyler seziyordum. Sanki Turgay ile konuşup anlaşmamış gibi omuzlarımda ağırlık, kalbimde bir sızı vardı. Pencerenin önünde başımı göğe kaldırıp yıldızlara baktım, derin bir nefes alıp ta en baştan her şeyi yeniden düşündüm. Düşündükçe bir yenisi canlanan anılarımın son demine, akşamleyin Turgay ile ahitleştiğim o ana geldim. Başımı yeniden gökyüzüne kaldırdım, işte tam bu sırada kocaman bir yıldız semada izini bırakarak kaydı. Yıldızın o halini görmenin heyecanıyla aklıma “kendim” geldi. Evet, aklıma “kendim” geldi. Çünkü Turgay ile anlaşmıştım ve o anlaşmada her ikimiz de rahatlamıştık, ama ben kendimle anlaşmamıştım ki! Henüz kendimle istişareye çekilip kendimi dinleyip, anlamadan Turgay ile anlaştığım için yaşıyordum bu eksikliği. Zira ikna ettiğim kendimden önce Turgay idi. Her ne kadar yol boyu düşüncelere dalmış olsam da önce kendimi ikna etmeliydim. Turgay’ın köpeğime çarpan kişi olduğunu ve buna rağmen kendisini affetmek zorunda olduğumu daha kendim hazmedemeden Turgay’ı ikna etmiştim. Bu durum yüzüme utanç maskesi indirdi. Dedim ki: “Acaba geçmişi unutalım derken Turgay’ı kandırdım mı? Arabada gelirken düşündüğüm gibi eğer Cessie Cess ölmüş olsaydı, kendimi ve Turgay’ı böyle kolay affedebilir miydim? Şu an yaşadığım sorun kendimi ve Turgay’ı kandırmaktan mı ileri geliyor?..” Bütün bunları düşündükten sonra elimi kalbime götürdüm, yıldızlara bakarak Turgay ile önce hesaplaştığım, sonra da tazelediğimiz dostluk nişanesi için anlaşmaya koyulduğumuz o anı zihnimde canlandırdım. Ve bütün duygularımdan emindim, artık kendimden utanmama gerek yoktu; çünkü Turgay’ı kandırmamış, gerçekten dört aydır süregelen dostluğumuzu pekiştirmek istemiştim. Peki, neden yatmak üzereyken omuzlarımda ağırlık, kalbimde acı hissederek bu düşüncelere daldım? Bunun nedeni açıktı: Turgay’ı kandırmamıştım, ama kendimi kandırmıştım! Kendimle baş başa kalıp Turgay’ın Cessie Cess’ime çarpan kişi olduğunu, buna rağmen köpeğimle kendilerine yardım ettiğimizi, üstelik dört aydır yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediğini içime sindirmem gerekiyordu. Bunları kendi içimde paylaşıp, düşünüp, ölçüp, tartıp, gereken kararı önce kendime vermem; kendimi affedip inandırdıktan sonra Turgay ile dostluğumuzu tazelemem gerekiyordu. En önemlisi olayın baş aktristi Cessie Cess’imden icazet almam gerekiyordu. Zira o hisli bir hayvandı, birbirimize bir bakışımızla isteklerimizi anlıyorduk. Bu yüzden Cessie Cess’in ısrarı ile kendisine çarpan Turgay’ın arabasına binmiştim. Ben, ilk elden ne Cessie Cess’imin duygularını düşünmüş ne de kendi içimde hesaplaşmamı yapmıştım. İşte bütün sancılarım bundandı. Aslında bir bakıma değişen bir şey yoktu, sonuçta dört aydır dost idik, ha öncesi ha sonrası, bu istişareyi şimdi de yapıyorum. Kendimle istişare geç geldi, çünkü Turgay ile zamansız karşılaşıp bir yıldır aradığım kişi olduğunu saatler önce öğrenmiştim. Haliyle kendi kalbimiz ve diğerimizin vicdanıyla istişaremiz yer değiştirdi. Böylece önce Turgay’la sonra kendimle hesaba çekildim ve köpeğimin her şeyi unutup, ta en başından kendisine çarpan Turgay’ı affettiğini gördüm. Şimdi, artık beynimden kalbime, kalbimden bedenime bütün vücudum rahattı, vicdanım gururluydu; çünkü köpeğime kasten kötülük etmeyen Turgay’la önce birbirimizden habersiz, şimdi ise birbirimizden haberli dost olmakla doğru bir iş yapmıştık. Daha da önemlisi dört aydır yanında olup derdine derman olmaya çalışmakla şerefli bir işe imza atmıştım ve o şerefin en asilini hak eden tabii ki köpeğim Cessie Cess idi. İşin garibi, hayat gerçekten hem çok acımasız hem çok tuhaf hem de çok masum! Dün akşamüzeri vicdansız yüzüyle sahte bir şekilde tebessüm eden hayat, “Kendisini hiçbir zaman affetmeyeceğim” dediğim köpeğime çarpan kişinin Turgay olduğunu ortaya çıkarmış, ardından masumane bir bakışla bizi birbirimize eskisinden daha sıkı dost eylemişti. Köpeğimin kanlar içinde yere yığıldığı an hayat gözlerimde çok acımasızdı, ama bugün masum yüzünü sundu. Dört ay önce Anilya parkta yere yığıldığında hayat yeniden vicdansız yüzüyle bakmıştı. Yine aynı gün hayat, masum bir göz kırpışla tılsımını akıtıp Anilya için şifa kaynağı olarak Cessie Cess ile Boranbay’ı Turgay’a tanıtmıştı. Ve buna benzer acı tatlı daha neler neler yaşamaktayız hayat içerisinde! Hani hep deriz ya, “Büyük lokma yut; ama büyük konuşma!” diye, işte hayat, en masum en tılsımlı dokunuşuyla beni aynı bu duruma düşürdü. “Asla affetmem!” dediğim kişi Turgay çıktı ve affettim. Şöyle bir geriye ket vurduğumda bunu aslında ne kadar çok yaşadığımın farkına vardım. Geçmişte, “Asla... asla...”, “Ölse ölüsüne gitmem, ölsem ölüme gelmesin..” dediğim nice kişileri affedip öncesinden daha iyi dost, akraba, arkadaş olduğumu; “Kesinlikle yapmam... Asla yapmam...” dediğim nice işlere, en kalitelisinden imzamı atarak mührümü bastığımı hatırladım. Allah bu işlerin ilk elden dokunanı, ama bunu bize kendisi olarak tanıtmıyor, hayatın ta kendisi olarak tanıtıyor ya da “kader” adı altında sunuyor. Ve Yüce Allah, acaba gelecekte daha kimleri kimleri bana önce dost sonra düşman ya da önce düşman sonra dost kılacak? Allah’ın izniyle daha kimler benim kaderime tılsımıyla dokunacak ve ben kimlerin kaderine tılsım olacağım? Bunu ömrüm yettiğince kaderimin çemberi içerisinde, hayatımın buğulu ve tılsımlı bakışları altında gelecekte göreceğim... Sonunda, kendimle istişarelerim ve hayatın sunduğu kadehlerdeki yudumlarım eşliğinde derin bir nefes alıp verdim; özgürce, huzurluca ve içten bir rahatlıkla... Gökyüzünde dolunay ile güzellik yarışına giren yıldızlar ve kendimle hesaplaşmada aldığım başarı gecemi aydınlatmış, yatağıma huzurla gireceğimden emin olmuştum. Kalbimi ve bedenimi saran bu hafiflikle yatağıma yönelirken, birden aklıma “Boranbay” geldi. Onun yeşil gözleriyle etkileyici düşsel bakışları, güzel yüzü, karizmatik tavırları, boğuk ses tonu ve eşsiz diksiyonu ile karşısındakini incitmeden konuşması... Ne hoş ne efendi bir adamdı, o. Yaklaşık dört aydır onu ne görmüş ne de haberini almıştım. Onu bir daha görebilir miydim acaba? Bu düşüncelerle yatağıma girdim...
Günler birbirini kovalıyor, köpeğim Cessie Cess ile Anilya aralarındaki bağı kuvvetlendiriyordu. Anilya eskisine nazaran çok daha iyiye gidiyordu. Tabii ki bedeninin içinde asıl olanı Doktor Barlas biliyordu, ama bizim gözümüzden de kaçmıyordu. Mevsimin kışa döndüğü bir gün alışverişten eve dönerken yolda Doktor Barlas ile karşılaştım. Önce o beni tanıdı, yol üstünde kısa bir hal, hatır sormamız oldu. Laf arasında Barlas hafta sonu nişanının olacağını söyledi. Kendisine, “Hayırlı olsun..” dedim. Elime iki adet davetiye uzatarak:
“Geçen gün Turgay Bey’e davetiyesini vermeyi unutmuşum. Evinizin yakın olduğunu ve sürekli görüştüğünüzü bildiğim için bunu sana takdim ediyorum.” dedi ve: “Bir ara kendilerine bırakabilir misin?” diye ricada bulundu.
“Tabii ki, seve seve. Nişanda görüşürüz o halde.” diyerek ricasını kabul ettim.
Doktor Barlas ile konuştuktan sonra eve geldim. Ertesi gün Nilruba’yı arayıp davet ettim. Nilruba bize geldiğinde sohbet esnasında davetiyelerini verdim. Nilruba davetiyeyi aldı; evirdi, çevirdi, desenlerine baktı ve yazılarını okudu. Sonra gözlerini davetiyeden çekmeden:
“Hakikaten güzel bastırmışlar. E biri doktor diğeri diyetisyen, haliyle davetlileri de kalabalık ve özel kişilerdir.” dedi.
Gülümseyerek karşılık verdim:
“Ne var ki bunda? Alelade bir kart da olabilirdi. ‘Nişan, düğün nasılmış? Davetiyeleri ne şekilmiş? Düğün kalabalıkmış...’ bunlar önemli değil, sonrasında yaşayacakları mutluluk önemli.”
Nilruba üst üste attığı bacağının üzerine dirseğini koyup davetiyeyi sallayarak karşılık verdi:
“Haklısın, ama senin gibi düşünenlerin sayısı azaldı.”
“Peki, nişanlısı kim?”
“A bilmiyor musun sen?”
“ Neyi?”
“Bizim doktor, Anilya’nın donörü olan Boranbay’ın kız kardeşi ile nişanlanıyor.”
Birden apansız bir heyecana büründüm. Elimdeki çay bardağını titreyerek uzattım Nilruba’ya. Sonra kanepeye, Nilruba’nın karşısına oturup hayretle sordum:
“Boranbay’ın kız kardeşi mi?”
“Evet, Boranbay’ın kız kardeşi. O bir diyetisyen. Kendisine ait özel kliniği var ve müşterileri de bayağı memnun. Hatta bu mahalleden de kendisine giden çok kişi var.”
“Nilruba, sen nereden tanıyorsun diyetisyeni?”
“Ben kendisini henüz tanımıyorum, ama Turgay tanıyor. Doktor, Anilya’nın kemoterapi sonrası beslenmesine dikkat etmemiz gerektiğini söyleyince Boranbay, Turgay’ı alıp kız kardeşinin yanına götürmüş.”
Nilruba konuştukça kalbim çırpınıyor, aklımdan hiç çıkmayan Boranbay hakkında alabildiğim tek bir habere dahi içten içe seviniyordum. Fırsat bu fırsat, “aklıma ne geliyorsa sorayım” dedim:
“Turgay ne kadar zaman önce gitmiş diyetisyene?”
“Anilya’nın kemoterapisine başlandığı gün hatırlarsan bizi hastane odasında bırakıp çıkmışlardı. İşte o gün doktor kemoterapi ünitesinde bizimkilerle konuşurken Boranbay, ‘O iş kolay!’ demiş. Sonra bir ara gitmişler. Zaten kız kardeşi de Anilya’yı hastanede ziyarete geldiğinde Barlas ile tanışmış.”
Elimdeki çayımı yudumlarken aynı anda şaşkınlığımı gizleyememiş, merakımı uyandırmıştım:
“Heyy, nasıl yani? Her ikisi yeni mi tanışmış?”
“Hem evet hem hayır!”
“Nasıl hem evet hem hayır (?) anlayamadım!”
Nilruba olayları ballandırarak anlatmayı ve her olaya bir ilginçlik katmayı çok severdi. Söz konusu olay da tam bu huylarını göstereceği mükemmellikte idi. Tüm mükemmeliyetçiliğini kullanarak cevapladı:
“‘Hayır’ı şu: Barlas ile kız liseden arkadaşlarmış. Aynı sınıfta okumuş hatta arada bir aynı sırada oturmuşlar, bu yüzden tanışıklıkları eskiden. Fakat ‘Evet’e gelince: yeni tanışıyorlar, çünkü liseden sonra hiç görüşmemişler. Anilya’nın hastanede yattığı o günlerde ziyarete gelen diyetisyen, odada Barlas ile karşılaşmış. Ayak üstü konuşurlarken birbirlerini hatırlamışlar. Haliyle o günden bugüne konuşulup anlaşılınca ortaya nişan çıkıyor.”
“Hımm demek öyle! Ne diyelim, hayırlı olsun! İnşallah, ömür boyu mutlu olurlar.”
“İnşallah, öyle olur. Kader işte yeniden karşılaşmalarına Anilya’m sebep oldu.”
Nilruba, Anilya’yı sebep gösterince aklıma Cessie Cess geldi. Hemen gülümseyerek havalı bir edayla lafa girdim:
“Hayır, önce Cessie Cess sebep oldu.”
Nilruba tatlı bir kahkaha atarak:
“Evet, haklısın! Boranbay’ı yaka paça getiren Cessie Cess idi. Diyetisen kardeşini getiren de Boranbay.” dedi.
Birlikte gülüşüp çaylarımızı yudumladık. Sonra Nilruba sordu:
“E nişana geleceksin değil mi? Birlikte gideriz.”
“Bilmem! Bir yandan ‘Gideyim!’ diyorum, bir yandan ‘Gitmeyeyim!’ kararsızım! Doktor Barlas’la az da olsa sohbetimiz var, ama diyetisyeni tanımıyorum. Üstelik adını da bilmiyorum.”
Nilruba ağzındaki çayını yutkunduktan sonra üst üste attığı bacaklarını indirip kanepenin üzerinde dizlerini toplayarak:
“ Canım ne var bunda? Hem ben tanıyorum, kızın adı Açılay. Ayrıca Turgay’ın anlattıklarına göre pek sevimli pek cana yakın biri, üstelik abisi Boranbay gibi asil.” dedi.
Nilruba, Boranbay’dan ilgiyle bahsettikçe her defasında kalbim kuş kanadı gibi çırpınıyor ve amansız bir gurura bürünüyordu. Lakin ona içten içe aşık olduğumu, gecemde gündüzümde onu hayal ettiğimi, hayatımda yer alamasa dahi, hayallerimdeki meşguliyetim yüzünden sanki yanımızda bizimle çay içip sohbet ediyormuş gibi hissettiğimi Nilruba’ya diyemezdim ki. Üstelik o beni tanımıyordu, adımı dahi bilmiyordu, en azından ben dolaylı olarak adını öğrenmiştim. Kalbim buruk şekilde, hafif utangaç bir yüz ifadesiyle Nilruba’ya karşılık verdim:
“Canım, sen Açılay’ı dolaylı olarak abisini de doğrudan tanıyorsun. Ben, Açılay’ı hiç görmedim. Boranbay’ı ise Cessie Cess’in kollarından alıp hastaneye getirdiğim ve sonrasında Anilya’nın donörü olduğu açığa çıktığı o gün, çok az bir zaman diliminde gördüm. Oturup konuşamadım, tanışamadım.”
Nilruba ne yüzüme inen hüznü ne de verdiğim yanıtı önemsemeden, halimi görmezden gelerek:
“Hadi, hadi boş ver bunlara takılmayı! Hem sonuçta nişan bu, tanıdığı tanımadığı mı olur (?) herkes gider. Öte yandan elinde kapı gibi Doktor Barlas davetiyesi var.” dedi.
Onun bu pervasız tavrı üzerine anlık hüznümü unuttum ve yeniden gülüştük. Öte yandan Nilruba haklıydı, Boranbay ve ailesini tanımıyordum, ama yol üzerinde sohbet ederken ‘Nişanda görüşürüz.’ diyerek vedalaştığım Barlas’a ayıp edemezdim. Kararlaşmıştık, hafta sonu birlikte gidecektik...
Nişan günü gelip çatmış Nilruba ile davete icabet etmek için yola çıkmıştık. İçim kıpır kıpırdı. Acaba uzaktan da olsa Boranbay’ı görebilir miydim? Dua ederek gittim. Nişan salonuna girdik. Bizi kapıda Doktor Barlas’ın annesi ve erkek kardeşi karşıladı. Ayak üstü yaptığımız “hoş geldin” sohbetinden sonra içeri geçtik, oturduk. Gözlerim etrafta malum kişiyi, Boranbay’ı arıyordu. Derken uzaktan Boranbay’ı gördüm; kucağında bir çocuk, yanında ise kızıl saçlı, genç ve güzel bir kadın vardı. Onları öyle görünce içim cız etti; kalbimin, ciğerimin, dahası bütün iç ve dış organlarımın alev alev yandığını hissettim. İçimde ne varsa boğazıma düğümlenmişti. Sanki koca evren gırtlağımda kalmış ne mideme iniyor ne de ağzımdan çıkıyordu. Bedenimin titremesini bastırmak için masanın altında abiyemi sıktıkça sıkıyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyor, tarifsiz acımı hiç kimseye sezdirmeden oradan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Elimden geldiğince Nilruba’ya eşlik edip güldüm, evet, içim kan ağlasa da yüzümden gülücüğü eksik etmedim. Lakin kendimi bu denli kasmaya daha fazla dayanamadım. “Telefonum çalıyor.” bahanesi ile kalkıp lavaboya gittim ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Ağlarken kalbimde yaşadığım acı bütün vücuduma etki etmiş, midemde gastrit oluşmuştu. Birden mideme kramp girer gibi oldu, bir elimle lavabodan tutunurken diğer elimi midemin üzerine bastırdım. O sırada baş döngüsü eşliğinde şiddetli bir mide bulantısı ile öğürmek geldi. Hayallerimle midemdekileri de istifra ettim. İstifra ile bütün umutlarım ve düşlerim de lavabodan akıp gidiyor gibiydi. Bir yandan elimi yüzümü yıkayıp ağzımı çalkaladım bir yandan yitip giden umutlarıma ağladım. Sonra kendime çeki düzen vererek gözyaşlarımı silip salona geldim. Nilruba’ya, eve misafir geldiği ve gitmem gerektiği, yalanını söyleyerek oradan ayrıldım. Vakit akşamı bulmuştu, eve geldiğimde hiçbir şey yiyip içemeden odama çekildim. Her zamanki gibi geceme dost olan yıldızlarla dertleşip ağladım. İlk defa birinden hoşlanmıştım, ama o da evli çıkmıştı. Ağladım, ağladım, ağladım, gecenin sessizliğinde hıçkıra hıçkıra, kalbimi döve döve ağladım. Sonra karar verdim: Artık Boranbay’ı düşünmeyecektim. Onu kendime unutturacak ve bir daha kendisini anımsayıp adını anmayacaktım. Yatağıma geçip gözyaşları içerisinde uzandım. Yanaklarımı yakan gözyaşlarımın aleviyle acı içinde kıvrana kıvrana uykuya dalarken, nereden bilebilirdim ki kaderin bana tatlı bir tuzak hazırladığını, gelecekte bir gün, bugün unutmam gereken adamın farklı bir yüzle yeniden karşıma çıkacağını, kalbimi yeniden yakacağını!...
Ertesi gün kırgın bir kalple yeni bir güne adım attım. Verdiğim karardan emin ve temkinliydim. Ne zaman Boranbay aklıma düşecek olsa dikkatimi başka şeye veriyor ve bunda da başarılı oluyordum. Günler böyle geçerken artık onu unutmaya yüz tuttuğumu fark ettim. Hayatım, Boranbay’ı tanımadığım eski haline döndü. Şimdi içim daha rahattı, huzurluydum. Beni rahatsız eden sorularım ve endişelerim yoktu. Kendi halimde kendi hayatımda ve kendi işimdeydim. Tabii uzaktan gözlendiğimin farkında olmadan...
Mevsim kışa girmiş, havalar iyice soğumuştu. Kasım güneşinin içimizi ısıtan alevi son bulmuş, aralık ayı göz kırpmıştı. Önceki sene bu zamanlar alışılmadık şekilde erken bastıran kara kış gününde Cessie Cess yavrularıyla kapımı çalmış ve hayatımı ısıtan güneşim olmak üzere içeri girmişlerdi. Oysa şimdilerde Cessie Cess’im, yavruları ve kedim Nazlım ile güzel bir kışa adım atıyorduk. Bu sene kış mevsimi geçen seneki kadar olmasa da yine soğuk olacağa benziyordu. Anilya bazı günler okul çıkışında bana uğruyor, ödevini yapıp hayvan dostlarıyla oynadıktan sonra evlerinin yolunu tutuyordu. Öte yandan kemoterapi yüzünden dökülen saçları için duyduğu üzüntüyü unutturmak adına oynadığımız ‘Pollyannacılık’ ona büyük destek oluyordu. Zira ilk zamanlar saçlarının hiç uzamayacağını, hep böyle kalacağını düşünerek aşırı tepki vermişti. Neyse ki hastalığını kabul ederek tedavinin yan etkilerine karşı direnç göstermeyi başarmıştı. Tabii Anilya’ya asıl büyük destekçi hayvanlarımdı. Tertemiz nefisleri ve süt gibi ak kalpleriyle Anilya ve hayvanlarım eşi benzeri bulunmaz dosttu. Bu yüzden Anilya okul çıkışı mutlaka bana uğruyor, hafta sonu tatillerinde bende kalıyordu. Diğer taraftan kışın buhranlı günlerinde Nilruba ile yaptığımız sohbetler içimizi ısıtmış, böylece günler geçmişti. Mart kapıdan baktırsa da mevsim baharı gözetlemeye başlıyordu...
Aradan iki ay geçmişti, mayıs ayının ortalarıydı, Turgay beni aradı. Önce bir hal hatır soruldu. Nilruba’dan edindiğim bilgi üzerine o günlerde Anilya’nın kontrollerinin yapılması gerekiyordu. Bu yüzden hatırlışmamızın ardından hemen Anilya’nın durumunu sordum. Turgay:
“Anilya’yı az önce kontrolden getirdik. Durumu çok iyiye gidiyormuş, vücudunun tedaviye verdiği tepki, Barlas Bey’i de bizi de sevindirdi. Çok mutluyuz ve bunun kutlamasını yapmak istiyoruz. Tabii bu kutlamada seni de aramızda görmekten onur duyarız.” dedi.
Anilya’nın tedaviye verdiği yanıtı beni çok mutlu etmişti. Telefonun karşısında sevinç kahkahası atmıştım. O sevinçle:
“Ya, aslında bu beklediğim bir haberdi, ama yine da çok mutlu oldum. Gün içerisinde dergiye göndermem gereken tasarım var, akşam hayvanlarımın mamasını verdikten sonra 18.30 ya da 19.00 gibi gelirim. Sanırım bu uygun bir vakittir!” dedim.
“Sorun değil Dilruba, söylediğin vakitlerde gelebilirsin, ama mutlaka gelmelisin, önemli olan bu.” dedi Turgay.
“Tamam, mutlaka sizde olacağım.”
Telefonu kapattıktan sonra Anilya’ya nasıl bir hediye alabileceğimi düşündüm. İlginçtir, tam da bu sırada aklıma Anilya’nın donörü, hani o unutmak istediğim ve bu konuda da oldukça başarılı olduğum kişi, Boranbay, geldi. Sahi bu geçen bir yılda ne yapıyordu kendisi? O zümrüt yeşili gözleri, etkileyici konuşması ve incitmeyen sakinliği ile hayatı nasıl gidiyordu? Eşi ve çocuklarıyla mutlu muydu? Eşi gerçekten de şanslı bir kadındı, çünkü onun gibi asil bir kocası vardı. Bu düşüncelerle boğuşurken durumu çok uzattığımın farkına vardım, zira onu kendime unutturmayı başarmışken yeniden kabuk bağlamış yaralarımı deşiyordum ve bu kötülüğü kendime yapmamalıydım. Evet, işlerime koyulup Anilya’ma ve ikiz kardeşi Şüheda ile Karan’a en güzel hediyeleri seçerek, küçük dostumun tedavisindeki başarı öyküsünü kutlamaya gitmeliydim...
Vakit akşamı bulunca hayvanlarımın mamasını verip hazırlanmıştım. Açıkçası bu kutlamada bulunmayı en çok hak eden Cessie Cess’imdi; ama onu götüremezdim, zaten gelmezdi. Çünkü Cessie Cess’im ilk defa geçen sene evimizden ayrı bir ortamda, hastane odasında misafir olmuştu. Evden uzakta olmayı pek sevmiyor, park ve doğa dışında gittiğim hiçbir yere gelmiyordu. Dostu Anilyalara gittiğim zaman bunu bilmesine rağmen canı isterse peşime takılıyor, istemezse kılını bile kıpırdatmıyordu. Onların mamalarını verdim. Kapıları kilitleyip pencereleri kapattığımdan emin olarak evden çıktım ve iki sokak ötedeki ailemize gittim. Kapıyı Elnaz açtı, yanında Anilya vardı. O akşam Anilya çok neşeli ve güzeldi. Henüz ince, tüysü bir şekilde uzamaya başlayan saçlarını annesi üçgen şeklindeki eşarp ile örtmüş bu da minik serçemize ayrı bir sevimlilik katmıştı. Saçlarının yavaş yavaş çıkması ve tedaviye verdiği yanıt hem küçüğümüze hem de bize sevincin onurunu yaşatmaktaydı. Ben daha kapıdayken Anilya neşeyle boynuma atlamıştı. Her zamanki gibi yine devasa bir ilgi ve sevinçle karşılanmıştım. Lakin bu defa sanki bana verecekleri bir müjde daha varmış, beni tatlı bir tuzağa çekiyorlarmış gibi hissetim. Hislerim kalbimde, Anilya ile yeni satın aldıkları müstakil evin arka bahçesine, çardağa doğru yürüdük. Kamelyada iki adam oturuyordu; biri Anilya’nın babası Turgay idi, ama diğerinin sırtı dönük olduğundan tanıyamamıştım. Lakin içimi derin bir heyecan kaplamıştı ve nedensiz bastıran bu heyecan adeta nefesimi kesiyordu. Kamelyaya yaklaştık, Turgay ayağa kalkıp tebessümle: “Hoş geldin.” dedi. Ben, “Hoş buldum.” derken sırtı dönük oturan kişi tebessüm ederek yüzünü döndü. İşte tam bu sırada içimdeki heyecan ağzımdan dışarı çıkmak için can attı. Çünkü yüzünü dönen kişi Anilya’mızın donörü, o unutmakta başarılı olduğum “Boranbay” idi. Beni görür görmez ayağa kalkmış, zarif ve karizmatik haliyle etkileyici diksiyonunu konuşturarak, “Hoş geldiniz.” demişti. Heyecandan neredeyse “Hoş buldum.” demeyi unutacaktım. Bütün vücudum titriyor ve bunu saklamak için ne yapacağımı şaşırıyordum. İyi de kalbimi ve bedenimi saran bu heyecan nedendi? Hani, Boranbay’ı kendime unutturmuştum (!) üstelik karşısında titrediğim evli bir erkekti. Hemen hızlı düşünme yoluyla kararımı vermiştim, onun gözlerinin içine fazla bakmayacaktım. Çünkü insanı ta kalbinden vuran o güzel gözlere bakarken titrememe engel olamıyor, yanaklarımın pembeliğini nasıl saklayacağımı şaşırıp utanıyordum. Üstelik evli olduğunu da bildiğim için utancım daha da artıyordu. İşin garibi Anilya dahi bu hallerimden Boranbay’dan hoşlandığımı anlamıştı. O küçücük yaşına bakmadan bıyık altından pis pis kıkırdayarak, tuttuğu ellerimi daha da bir sıkıp Boranbay’ı göstererek bana göz kırpıyordu. Anilya’nın bu tavrı aklıma, “Acaba herkes dahil, Boranbay da evli olmasına rağmen kendisinden hoşlandığımı biliyor mu?” sorusunu getirdi. Bu yüzden hal ve hareketlerime, özellikle Boranbay’a bakışıma daha da dikkat etmeliydim. Minik serçe göz kırptıktan hemen sonra düşüncelerim eşliğinde refleksif bir hareketle kamelyaya geçip çardağa oturdum. Aklımı kemiren sorular ve içimdeki o heyecanla yer seçmeyi düşünmediğimden tam da Boranbay’ın karşısına oturmayayım mı? Yanaklarımın kızardığının farkına varan Boronbay, ben karşısına oturur oturmaz gözlerini üzerime dikti. Anilya ellerini dudaklarına götürüp ağzını kapatarak güldü. Turgay, “Tamam Anilya, yeter artık rahat bırak misafirlerimizi!” diyerek ortamın havasını değiştirmeye çalıştı. Mutfakta yemekleri hazır eden Nilruba, eşini yardım etmesi için çağırdı. Bu benim için eşi benzeri bulunmaz bir fırsat oldu ve Turgay’ı oturtup Nilruba’nın yardımına gittim. Nilruba, Turgay yerine beni görünce tepki gösterdi. Ona göre Turgay’ın mutfağa gelmesi, Boranbay’la baş başa kalmam için bir fırsattı. Nilruba bu fırsatı kendi ellerimle kaçırdığımı söyleyince afallamıştım. Neden evli bir erkekle baş başa kalmam fırsat olsundu ki? Hiç seslenmedim, Nilruba da sanki yine böyle bir fırsatımız olacağı düşüncesini taşırcasına ilgisini yemek hazırlığına vermişti. Mutfaktaki işleri halledip birlikte tabakları getiriyorduk. Biz kamelyaya doğru yürürken Turgay ile Boranbay mangalın başında pişen etleri tabaklara alıyordu. Gözlerim Boranbay’a kaydı ve bu sırada onun da bana baktığını fark ettim. Bakışlarında kendisinden hoşlandığımı anladığını gördüm ve çok utanıp yine gözlerimi kaçırdım. O sırada Anilya sevinçle seslendi:
“Açılay ablamla Barlas abim geldiii...”
Onların geleceklerinden habersizdim, ama çok da şaşırmamıştım; çünkü her ikisi de Anilya’nın tedavisi için çalışan kişilerdi. Beni asıl şaşırtan herkesin burada olmasına rağmen Boranbay’ın eşi ve çocuklarının olmamasıydı. Üst katın penceresinden Nilruba’nın annesi Nagehan teyze seslendi:
“Çocuklar, hepiniz hoş geldiniz. İkizleri uyutup geleceğim yanınıza.”
Ona karşılık verdikten sonra hepimiz kamelyaya geçtik. Açılay ile ilk defa bu akşam bu kadar yakın olacaktım. Sofrayı hazırladık, Nagehan teyzenin de gelmesiyle yemeğe oturduk. Gözlerimi Boranbay’dan kaçıra kaçıra yemek yedim, sofra sohbetinde dahi gözlerimi kendisinden hep kaçırdım. Yemekler yenilip masa kaldırılırken Nilruba ile mutfağa gittim, ben makineye bulaşıkları dizerken Nilruba çay bardaklarını ve atıştırmalıkları hazırladı. Anilya’nın uykusu geldiğinden teyzesi Elnaz, onu kardeşleri Karan ile Şüheda’nın yanına yatırmaya götürdü. Nilruba hazırladığı pasta ve börekleri tabaklara koyup gelecekti. O tabakları hazırlarken ben tepsiye koyduğu bardakları alıp bahçeye gittim. Kamelyadaki masaya elimdekileri bıraktım. Kamelyanın birkaç adım gerisinde, mangal ateşine yakın yerde biten sigarasını söndüren Boranbay, yönünü kamelyaya doğru dönüp birkaç adım sonrası içeri girdi. Benim heyecanım yine arttı, hem de ne artış!... Boranbay yine tam karşıma oturdu. Minik bir bakışla bana dik dik baktığını gördüm ve titremelerim doruğa tırmandı. Tam bu sırada Boranbay o eşsiz diksiyonu ve ses tonuyla bana:
“Neden benden gözlerini kaçırıyorsun?” diye sordu.
Masadaki herkes; Barlas, Açılay. Nagehan teyze, Turgay, Nilruba, Anilya’yı yatırıp gelen Elnaz, hepsinin gözleri üzerime dikildi. Kızaran yanaklarım ve titremelerim eşliğinde:
“Hayır, gözlerimi kaçırmıyorum, size öyle geliyor!” dedim.
Boranbay gülümsedi. O gülümserken içim titredi; çünkü gülümsemesi, etkileyici konuşmasından çok daha can alıcıydı. Bir insan, hele de bir erkek, nasıl bu kadar yakışıklı, karizmatik, ses tonu ve diksiyonu güzel olabilirdi ki? Üstelik bütün bunlar yetmiyormuş gibi gülümsemesi nasıl böyle can alıcı edalıkta olabilirdi, nasıl? Yüreğimin titremesini zor da olsun bastırdım ve topladığım büyük cesaretle:
“Neden bana gülüyorsun?” diye sordum.
Allah’dan bu kısa cümleyi bari kurabilmiştim, çünkü heyecandan neredeyse dilim tutulacaktı. Boranbay yine o tatlı gülümsemesini sergiledi ve çehresine küstahça bir tavır yükleyerek:
“Benden utanıp çekinmene gerek yok, benden hoşlandığını biliyorum. Bugün sadece kutlama yapmak için toplanmadık...” dedi.
Herkesin içinde, bütün gözler üzerimizdeyken Boranbay’dan bunları duyunca çok şaşırmıştım. Evli ve çocuklu bir erkek nasıl bunları diyebilirdi? Peki, ben bu durumda ne yapmalıydım? Masadakilerin bakışlarına göz gezdirerek yine kendime cesaret verdim ve o sahte cesaretimle:
“Boranbay Bey, ne diyorsunuz? Ne hoşlanması? Lütfen, siz evli bir erkeksiniz, üstelik çocuklarınız da var! Sizden nasıl hoşlanabilirim!” dedim.
Ağzımdan çıkan bu cümleler üzerine masadakileri gülmek aldı. Boranbay’ın kız kardeşi Açılay resmen kahkahalara boğuldu.
“Ne? Abim evli miymiş? Evliymiş de bizim mi haberimiz yokmuş? Üstelik çocukları varmış da ben yeğenlerimi neden hiç görmemiş, kucağıma alıp sevmemişim?”
Açılay kurduğu bu soru cümlelerinin ardından kahkahalarını artırdıkça artırdı. Açılay güldükçe masadakileri de gülmek alıyor, Boranbay bıyık altından pis pis gülerek sinsi ve çapkın bir bakışla beni süzüyordu. Onların bu hareketi beni iyice utandırıyor, o kalabalığın içinde hissettiğim yalnızlıkla kendimi kapı önüne serilmiş paspas gibi görüyordum. Utandım, kızardım, sorularım ve cevaplarım boğazıma ilmek ilmek düğümlendi. Açılay’ın kahkahaları, diğerlerinin gülmeleri ve Boranbay’ın üzerimden eksilmeyen bakışları altında ayakta öylece tutulmuş gibi kalakaldım. Nevrim döndü, elimi masanın üstüne koydum. Neredeyse yere düşecektim. Beni Turgay tutarak hafif sert bir ses tonuyla:
“Aaa yapmayın böyle! Demek ki ortada büyük bir yanlış anlaşılma var. Dilruba’ya kim dediyse yanlış demiş olsa gerek.” dedi.
O an, o ortamda bana Turgay’dan başka vicdanlı davranan yoktu sanki. Nefesimi topladım. Gözlerim tekrar Boranbay’a ilişti. Hala aynı bakışları sergiliyordu. Turgay beni oturttu ve:
“Kardeşim iyi misin? İstersen Barlas bir tansiyonunu ölçsün.” diyerek sağlığımı yokladı.
Tekrar nefes alıp verdim, elimi bardağa uzatıp bir yudum su içtim.
“İyiyim, iyi... Merak etmeyin! Sadece çok şaşkınım. Ben, Boranbay Bey’i evli sanıyordum. Öte yandan buradaki buluşmayı sen farklı anlatmıştın.”
Turgay gülerek cevapladı:
“Burada, tabii hem Anilya için hem de Boranbay ve senin için toplandık.”
Turgay’ın gözlerine bakarak şaşkınlıkla:
“Nasıl yani? Gerçekten bütün bu olanlardan bir şey anlayamıyorum!” dedim.
Boranbay öfkelice nefes alıp verdi. Gözlerini üzerimden çekmeyerek sert bir ses tonuyla masadakilere seslendi:
“Birisi şuna her şeyi baştan anlatsın.”
Boranbay’ın bu sözleri üzerine gözlerimi ona çevirdim. Bana çapkın sinsi bakışlarını sergilerken yüzündeki tebessüm ifadesinin kızgın bir hale dönüşmüş olduğunu gördüm. Onu öyle görünce ortamdaki yalnızlığım iyice arttı. Şimdi kendimi hem yalnız hem suçlu hissediyordum. Ve artık hiç bir şey bilmiyordum, emin de değildim. Boranbay benden hoşlanıyor muydu nefret mi ediyordu? Evli miydi yoksa gerçekten ben mi yanılıyordum? Ben yalnızlığımın ortasında, utancımın eşliğinde, düşüncelerimin rüzgarında savrulurken Elnaz vicdan yaptı:
“Abla, istersen Dilruba’yı içeri götürelim, şu kalabalıktan bir ayıralım.” dedi.
Nilruba kardeşi Elnaz’ın sözü üzerine annesi Nagehan’a baktı. Nagehan teyze de kaş göz işareti yapınca Elnaz:
“Dilruba, gel hadi, gidelim. Elini yüzünü yıka, kendine gel. Sonra sana her şeyi anlatalım.” dedi.
Başımı sallayarak usulca kalktım. Kamelyadan olağanca hızla ayrılmak istiyordum, ama titreyen bedenim ve tutmayan bacaklarım beni yavaşlatıyordu. Elnaz koluma girdi. Biz önden yürüdük, Açılay ile Nilruba arkadan geldi. Salona geçtik. Açılay karşıma oturdu ve:
“Biraz daha rahatladın mı?” diye sordu.
“Evet, ama hala kalbim çırpınıyor ve midemde hafif bulantı var.”
Açılay:
“O heyecandan kaynaklı bir durum. Endişe etme, geçer birazdan! Dışarıda güldüğüm için özür dilerim, zira sana gülmemiştim. Sadece abimi evli ve çocuklu duymak tuhafıma gitmişti.” dedi.
Başımı yere eğip mahcup bir şekilde yanıt verdim:
“Sorun değil! Ama ben abinizi evli diye biliyorum.”
Açılay şaşkın ve kendinden emin bir şekilde sordu:
“Nereden biliyorsun? Abimin evli olduğunu kim söyledi?”
“Kimse söylemedi. Barlas ile nişanınızda onu yanında karısı ve çocuklarıyla gördüm.”
Bu yanıtım Açılay’ın tuhafına gitmişti. Bir an hayretler içinde kaldı, düşündü, sonra tekrar sordu:
“İyi de abim evli değilken nasıl karısı ve çocuklarıyla görüyorsun? Hakikaten anlamış değilim! Gördüğün kadını tarif edebilir misin?”
“Tabii. Kızıl saçlı, bizden biraz daha uzun, zayıf ve güzel bir kadındı. Biri yerde, diğeri abinin kucağında iki çocuk vardı.”
Açılay şaşkınlığını hemencecik atlatıp, bacağını bacak üstüne atarak kendinden emin ve kibirli bir tavırla tekrar kahkaha attı. O yeniden kahkaha atınca ben yine şaşırdım, tekrar bozguna uğradım, yüzüm kızardı.
“Neden gülüyorsun? Yanlış bir şey mi dedim?” diyerek attığı kahkahasına buruk bir tepki gösterdim.
Açılay gülerek:
“Hayır, yanlış değil, eksik diyorsun! Evet, abimin yanında böyle bir kadın ve çocuklar vardı; ama onlar Boranbay abime ait değil, teyzemin damadına ait kişiler. Gördüğün kadın teyzemin kızı ve yanındakiler de çocukları. Yurt dışından gelmişlerdi. Behnaz ile Boranbay abim küçüklükten çok iyi arkadaştır. Uzun zamandır görüşemiyorlardı, bizim nişanımız buluşmaları için fırsat oldu. Senin aklını karıştıran durum işte bu. Abim düşündüğünün aksine bekar ve haliyle çocukları da yok.”
Açılay’dan bunları duyunca sevinmeli miydim yoksa üzülmeli miydim (?) bilemedim! Zira kalbim sevinçten, “Bekarmış, bekarmış, bekarmış...” diye haykırıyor; beynim, “Sen, ne yaptın? Bekar bir adamı ailesinin ve arkadaşlarının içinde küçük düşürdün..” diyor; üstüne üstlük bir yıl boyunca Boranbay’ı hayallerimden dahi uzaklaştırdığım için kendime kızıyordum. Kalbimi saran acı ve beynime dolan sorularla başımı dayayıp dertleşecek omuz arıyordum. Nilruba, beni iyi tanıyordu. Çünkü onunla bu durumları çok yaşamıştık. Nilruba yanıma oturdu, eliyle başımı tutup göğsüne dayadı ve:
“Tamam, geçti arkadaşım, olur öyle! Herkes herkesi yanlış anlayıp gördüğüne farklı anlamlar yükleyebilir. Üzülme!” diyerek beni teselli etmeye çalıştı.
Olaylar karşısında utançtan eridiğimi ve üzüldüğümü gören Açılay, Nilruba’nın cümlelerini tamamladı:
“Neyse, olan olmuş artık. Zaten ortada çok da büyütülecek bir şey yok.”
Başımı Nilruba’nın göğsünden kaldırdım, Açılay’a yönelip şaşkın ve ürkek bir kızgınlıkla:
“Nasıl büyütülecek olay yok! Abinin dışarıda bana karşı öfke kusan bakışlarını görmedin mi?” diyerek tepki gösterdim.
Açılay elini kaldırarak:
“Abim sana değil, bana kızıyordu. Evli olduğunu duyar duymaz attığım kahkahalara verdiği tepkiydi o.” dedi.
“Ama sana değil, bana bakıyordu. Hayır, kızdığı sen ve kahkahaların değil, ben ve dediklerim idi.” dedim.
Açılay gülümsedi:
“Adam bir yıldır senin hayalinle yaşıyor. Anilya’yı bahane ettirerek bu akşamı senin için planladı. Seni bulmuşken sana kızar mı hiç?”
Açılay’dan bunları duyunca şaşkınlığım daha da arttı. Elnaz gülümseyerek Açılay’ın sözlerini tamamladı:
“Açıkçası bu akşam, günler öncesinde aramızda konuşulmuştu. Hepimiz sana sürpriz yapmak istedik. Aslında Boranbay’ın senden hoşlandığını, bir yıldır seni uzaktan gözlediğini biliyoruz. Öte yandan Turgay enişteme de haftada bir telefon açıp seni sorardı.”
Duyduklarım karşısında daha da artan şaşkınlığım, kalbimin derinliklerinden yüzeye çıkmak için can atan sevincime gölge düşürmüştü. Sevincim kalbimin en ücra köşesinde saklı kalırken gizleyemediğim mahcubiyetimle kendimi ifade etmeye çalıştım:
“Benim...” Duraksadım, konuşamadım, yutkundum, daha sonra zoraki cümlemi sürdürebildim: “Gerçekten bunlardan haberim yok! Boranbay’ı ilk defa Cessie Cess’in kollarının arasından aldığımda, sonrasında ise Anilya kemoterapi merkezine götürülürken gördüm. En son gördüğüm gün de nişandı. Yani onunla oturup konuşmadım, adını dahi ne vakit sonra Nilruba’dan öğrendim. Nereden bilebilirdim ki evli olduğunu zannettiğim adamın benden hoşlanıp beni gözetlediğini?”
Açılay sinsi bir bakışla dudağını eğip büküp göz kırparak:
“Ne yani, sen abimden hoşlanmıyor musun? Ondan hoşlanmadığından mı kuzenimi abimin eşi olarak kurguladın yoksa hoşlanıp kıskandığından mı? Hım cevap ver bakalım!”
Açılay’ın kurnaz sinsiliği karşısında tedirgin bir şekilde cevap verdim:
“Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum! Kuzeniniz olduğunu bilmediğimden, öte yandan abinle tanışacak, adını bile soracak fırsatım olmadığından onu evli zannettim.”
Açılay, bana daha fazla kendimi savunma fırsatı vermeksizin kollarını bağdaştırarak:
“Sen bunları geç artık, abimden hoşlanıp hoşlanmadığını söyle bakalım!” dedi.
Başımı yere eğdim, sonra Açılay’a baktım. Kızaran yanaklarımın alevinde bu soruya bekledikleri malum cevabı verdim:
“Abinden onu gördüğüm ilk günden bu yana hoşlanıyorum. Nişanınızda onu evli zannettiğim için bir yıldır abini kendime unutturmaya çalışıyorum.”
Açılay, Nilruba ve Elnaz’a bakınarak yeniden kahkaha attı ve kahkahası eşliğinde:
“Hele canım, abimi unuttuğun için mi kamelyada karşısında heyecandan titreyip, kızarıp, bozarıp iki çift lafı bir araya getiremedin?” dedi, kibirli ve o kendinden emin tavrıyla.
Nilruba gülerek araya girdi:
“Her ikisi de bal gibi birbirlerinden hoşlanıyor.”
Açılay, Nilruba’nın sözlerine istinaden:
“Ne hoşlanması güzelim, her ikisi de kör kütük aşık, aşık.” diyerek duygu durumumuzu noktaladı.
Artık Açılay’ın taarruzu benim ise savunmam son bulmuştu ve söz bitmişti. Boranbay, benden önce herkese bana karşı olan hislerini açmıştı. Hatta aileme kadar bu bilgi ulaşmış, ama bir tek benden saklanmıştı. Ve bu akşam (!) bana gerçekten hakikatli bir sürpriz olmuştu. Bu sırada Elnaz:
“E ne duruyoruz artık çıkmayalım mı?” dedi ve gülümsemesi eşliğinde: Çaylarımızı da içemedik.” diye ekledi.
Elnaz’ın dışarı daveti kalbimde tedirginliğe yol açtı. Ürkek bir şekilde:
“Ben gelmesem olur mu?” diye sordum.
Açılay şakalı bir tavırla sesini sertleştirerek:
“Sen gelmezsen abim benim kafamı kırar, geleceksin ve abimle yüzleşeceksin.” diye yanıt verdi.
Nilruba bana elini uzattı ve:
“Tut elimden, bu senin en mutlu akşamın olmalı. Ben, bir yıldır senin Boranbay’dan hoşlandığını bilmiyor muyum sanıyorsun? Ondan her söz edildiğinde titrediğini, bir haber almak için can attığını fark etmedim mi? Artık vaktidir, bu akşam olanı biteni konuşacak, yerli yerince tanışacak ve içinizde bastırdığınız duygularınızı dilinize döküp aşkınızı itiraf edeceksiniz. Hadi bakalım.” diyerek kuvvetim oldu.
Nilruba, benim canım dostum, onun verdiği bu cesaretle ellerinden tutarak kalktım, bahçeye doğru çıktık. Biz kapıdan görünür görünmez Boranbay’ın bakışları üzerime değdi. O, uzaktan bakarken ben heyecandan ölecek gibi oluyordum. Nilruba da bana destek olmak için elimi sıkıyordu. Korkuyordum, “Acaba Boranbay evli olduğunu söylediğim için bana kızacak mıydı yoksa bunu unutup bana olan aşkını dile getirecek miydi?”
Kamelyaya vardık. Boranbay ayağa kalktı ve Nilruba’nın tuttuğu elimi onun avucundan çekip aldı. Bedenimin titremesine ateşim eklendi. Zira Boranbay elimi tutar tutmaz, bütün vücudum cayır cayır yanmaya başlamıştı. Boranbay bir adımla yanıma iyice sokuldu, elimi kaldırıp gözlerimin içine bakarak dudaklarına, evet, o güzel dudaklarına götürdü ve öptü. Heyecandan ve vücudumu saran ateşten öyle perişandım ki yere düşmemek için zor duruyor, Boranbay’dan gözlerimi alamıyor, ona bir yılın acısını çıkarırcasına sarılmak, sarılmak, sarılmak istiyordum. Bu sırada Boranbay dudaklarını elimden çekip:
“Biraz bahçede dolaşalım mı? “ diye sordu.
Öyle edalı öyle incitmeyen bir ses tonu vardı ki onun bu kısacık sorusu bütün korkularımı alıp götürmüştü. Saniyeler önce, “Bana kızacak mı yoksa beni saracak mı?” şeklindeki buzul düşüncelerime hapsolan ben, şimdi Boranbay’ın kadife sesinden dökülen bu sıcacık soruyla ısınmıştım. Boranbay’da şunu fark etmiştim: sinirlenince gerçekten çok çetin oluyordu. Onu kızdırmak yapılacak en kötü şeydi. O, konuşurken dahi incitmeyen bu adam, öfkelendiğinde öyle sert bakıyor ve öfkesini yüz ifadesine öyle güzel yansıtıyordu ki konuşmasına, hakaret etmesine ya da küfürler savurarak kavga etmesine gerek kalmıyordu. Bir bakışıyla koca savaşı küllendiren ve kül olmuş bir kavgayı harman alevine döndüren karakterdeydi.
Boranbay’ın içimi ısıtan sorusuna onun içini ısıtacak yanıtı başımı sallayarak verdim:
“Peki, dolaşalım.”
Dudaklarımdan bu iki cümle öyle titrek ve öyle ürkek çıkmıştı ki Boranbay, “Hım..” diyerek gülümsedi. Sonra başını kamelyadakilere çevirerek:
“Siz çayınızı için. Biz biraz dolaşalım, gelince içeriz.” dedi.
Elimden tuttu ve rüzgarın tenimizi ürperten esintisi eşliğinde bahçede dolaşmaya başladık. Sonra yıldızları rahatlıkla görebileceğimiz bir ağacın altına oturduk. Kamelya tam karşımıza düştü. Boranbay ve bana karşı merak salan Açılay ile Barlas, bize bakınarak birbirlerine bir şeyler söylüyor, diğerleri de geriye dönerek bize bakıp sonra önlerine dönüyordu. Bu sırada bütün cesaretimle başladım konuşmaya:
“Benim adım Dilruba.”
Boranbay gülümseyerek yanıt verdi:
“Biliyorum!”
“Evet, bildiğini biliyorum, tanışalım diye söyledim.”
Boranbay tekrar gülümsedi ve asil karakterine yakışmayan bir kibir yüklenerek beni ezmeye kalktı:
“Benim artık seni tanımama gerek yok! Çünkü ben seni bir yıldır çok iyi tanıdım.”
Onun bu kibirli ve kendinden emin tavırları mahcubiyetimi yeniden uyandırdı. O mahcubiyetle kendisine:
“Ama ben seni tanımadım! Üstelik kardeşinin deyişine göre beni hep uzaktan takip etmişsin; fakat yanıma gelmedin, karışma çıkmadın! Beni kendinden haberdar etmedin!” dedim.
Boranbay gözlerimin içine baktı, elimi tuttu, o tatlı ses tonu ve eşsiz diksiyonuyla:
“İster miydin yanına gelmemi, elinden tutmamı, sonra o güzel yanaklarına, o güzel gözlerine, o güzel dudaklarına öpücük kondurmamı? diye cazibeli sorular yöneltti. Sonra: Hım, hadi cevap ver!” dedi.
Boranbay çok gaddardı. Zira bu akşamı böyle kalabalık ortamda planladığı yetmiyormuş gibi utancımdan ve ürkekliğimden büyük fayda sağlıyor, karşısındaki titremelerimden ve aşkı ile küle dönmelerimden büyük haz alıyordu. Yanaklarım kızardıkça bedenim ürperdikçe karşımda iç çekiyor, gözlerini yüzüme ve gözlerime dikiyor, bıyık altından gülerek beni süzüyordu. Ve bunu öyle güzel yapıyordu ki onun bu halleri beni kendisine biraz daha bağlıyor; adeta Anka kuşu misali küle dönüyor, yine Boranbay’ın büyüleyici sesiyle küllerimden canlanıyordum. Boranbay, karşısındaki Anka kuşuluğumun farkına varmış olsa gerekti ki bana bakışlarıyla ve tuttuğu elimi sıkmasıyla işkence ediyordu. Ben onun yanında erirken bir eliyle çenemi tutup başımı kaldırdı, gözlerimin içine bakarak:
“E cevabımı alamadım!” dedi.
Bir cesaretle gözlerinin içine bakarak adeta hesap sordum:
“Neden bunu yapıyorsun?”
Boranbay bu tavrımdan hoşlandığını belli edercesine tatlı bir kibir eşliğinde kurnazca sordu:
“Neyi yapıyor muşum?”
Aşkından ve heyecandan neredeyse aklını yitirecek olan ben, masumane bir tavırla karşılık verdim:
“Senden hoşlandığımı hatta sana aşık olduğumu biliyorsun, ama şimdiye kadar karşıma çıkmadın! Şimdi de bu kadar insanın içinde sana yönelik olan duygularımı açığa vurmamı istedin!”
Boranbay kamelyaya doğru baktı, sonra bana döndü:
“Aşk, aşşkk... Aşk dediğin ister yalnız ister kalabalık fark etmeksizin kalpten dile dökülen değil midir?” diye sordu.
Bir an duraksadım, gözlerimi göğe dikerek yanıtladım:
“Evet, öyledir; ama ben daha senin benden hoşlandığını bilmeden, üstelik seni evli zannederken...”
Burada “...evli zannederken...” der demez aklıma Boranbay’ın kamelyada bana öfke dolu bakışı geldi, hemen ürkekçe:
“Şey, af edersin! Yani evli olduğunu düşünmüştüm, çünkü Açılay’ın nişanında seni yanında bir kadın ve çocukla görmüştüm. Oysa onlar, kuzenin ve çocuklarıymış, bilemedim!” dedim.
Boranbay içini çekti. Gökyüzüne, yıldızlara doğru bakarak:
“Bunun önemi yok!” diye karşılık verdi.
“Ama ben evli olduğunu söylediğimde bana çok kızmıştın!”
Boranbay gülümsedi:
“Hayır, sana kızmadım! Açılay’ın senin duygularını düşünmeden kahkaha atmasına, seni orada küçük düşürmesine kızdım. Zaten eve bir gidelim bunun hesabını ona soracağım.” dedi ve kamelyadaki Açılay’a doğru sert bir bakış attı.
Boranbay’ın beni böyle kayırması, kız kardeşine karşı beni savunması, o an ona olan aşkımı daha da alevlendirmiş, dudaklarıma tatlı bir tebessüm eklenmişti. Buna rağmen Açılay’a kızmasını istemedim, çünkü Açılay’ı yarım saat öncesinde tanımıştım. Esnek yapılı, olaylara şaka ile yaklaşan, her şeye, “Ne var ki bunda?” diye umursamazca karşılık veren ve kalbinde kötülük barındırmayan bir karaktere sahipti. Abisi olağanca sakin ve temkinli iken o, çok tez canlı idi. Bu yüzden onu üzmesini istemiyordum, zira Boranbay’ın gözlerinde öfkelendiği zaman dünyayı yerinden oynatacak karakterini görmüştüm. Bu duygularla Boranbay’dan ricada bulundum:
“Senden rica ediyorum, eve gidince Açılay’ı üzme, ona kızma! Onunla içeride konuştuk. O, bana gülmediğini, seni evli olarak hayal edip evli ve çocuklu haline güldüğünü , ayrıca senin bana çok aşık olduğunu ve beni düşünürken nasıl evlenebileceğini söyledi.”
Boranbay beni dikkatlice dinledi, sonra içini çekerek bana sıkı sıkı sarıldı. Başını göğe kaldırıp:
“Şu anın olması için bir yıl boyunca dua ettim.” dedi.
“Peki, neden geride kalan bu bir yıl boyunca karşıma çıkıp benimle tanışmadın?” diye sordum.
“Uygun zamanı bekledim.”
“Uygun zaman bugün müydü?”
“Evet.”
“Neden?”
“Çünkü işlerim yoğundu. Toplantılar, projeler, yine toplantılar...”
Boranbay’ın diksiyonuna ve karakterine baktığımda “toplantı, proje..” diye saymasından meraklandım. Çünkü yakışıklı, karizmatik ve diksiyonu mükemmel olan Boranbay’ı bir an “Manken olabilir!” diye düşünmüştüm. Merakımı gidermek için sordum:
“Boranbay, sen ne iş yapıyorsun ki bu kadar yoğun çalışıyorsun?”
Boranbay gökyüzüne bakınarak gülümsedi, sonra yüzünü bana dönerek cevapladı:
“Ne iş mi yapıyorum? Aslında, ‘Ne iş yapmıyorsun?’ diyecektin!”
Tebessüm ederek:
“Neden?” dedim.
Boranbay tekrar göğe baktı:
“Aslında asıl bölümüm makine mühendisliği. Sonra içime kaçan hevesle uçak ve helikopter kullanmayı arzu ederek uçuş eğitimlerine katıldım. İşlerimin yoğunluğu ve yurt dışına giriş çıkışımın sürekliliği nedeniyle öğrenci, hususi, ticari ve hava yolu nakliye pilotlukları lisansı aldım. Ardından paraşütçülüğe merak salıp paraşüt eğitimi aldım. Bir ara uçuş eğitimlerine katılarak ders verdim ve yine arada sırada uçuş dersi vermeye devam ediyorum.”
Boranbay’ı dinlerken hayret ve hayranlıkla yüzüne baktığımı görünce gülümsedi ve yanaklarıma öpücük atarak sordu:
“Neden hayran hayran baktın?”
Yine hayran hayran bakınarak yutkundum ve:
“Yükseklik korkum olmasına rağmen uçmayı çok severim. Sen hem eğitim aldığını hem de ders verdiğini söyleyince hayran kaldım. Bir de sadece bir uçuş için kaç tane eğitim birden almışsın!” dedim.
Boranbay önce bir kahkaha attı ve sonra gülerek yanıt verdi:
“E, bir insanın bitmek bilmeyen hevesleri olursa böyle olur.”
Yine hayran kaldım ve hayran bakışlarım eşliğinde karşılık verdim:
“Hem çok zekisin hem de eğitime sürekli açık. Maşallah sana!”
“Teşekkür ederim, güzel kadın, kadınım.”
Gururumu okşayan bu teşekküre Boranbay’ın gururunu okşayacak karşılığı verdim:
“Rica ederim, yakışıklı adam, adamım. Hım.. Peki, şimdi nerede çalışıyorsun?”
“Şimdi! Şimdi senin beni evli zannettiğin kuzenim Behnaz’ın babası Cenan eniştenin holdinginde Ceo’yum. Yönetimle ilgilenirken aynı zamanda bozulan makinelerin onarımını yaparım. Yani bizim holding sadece yavru şirketlerin sermayesine katılmıyor, aynı zamanda yurt dışında olan fabrikamızdan gelen klima ve elektrikli ev aletlerini de kendi bünyemizde satışa sunuyoruz. Haliyle çok yönlü bir çalışmamız var.”
Boranbay cümlesini tamamlarken yüzüme bakarak sordu:
“Peki, söyle bakalım, sen ne iş yapıyorsun?”
“Ben arkadaşıma ait olan aylık moda, kültür, sanat dergisinde çalışıyorum. Ama işe gitmiyorum.”
Boranbay dudak bükerek:
“Nasıl yani? İşe gitmeden evde çalışma mı olurmuş?”
Gülümsedim:
“Evet! Neden olmasın? Şöyle ki: iş yeri bayağı uzak, dergi aylık çıkıyor, ben tasarım yapıyorum. Kapak ve reklam tasarımı benden soruluyor; öte yandan bazen edebi yazılar da yazıyorum. Tasarımları ve yazılarımı mail yolu ile gönderiyorum. Toplantı haricinde iş yerine varmıyorum. Ev işi gibi.”
Boranbay başını sallayarak:
“Hım.. Bak, bu güzel işte, zira eşimin vaktini dışarıda geçirmesinden hoşlanmam! Evlendiğimizde de bu şekilde çalışmaya devam edebilirsin.” dedi. Sonra gözlerimin içine bakarak devam etti:
“Hatta dur, sen bizim holdingin reklam kampanyalarının tasarımını da yapabilirsin!” Boranbay gözlerimin içine dikkatlice bakmaya devam ederek: “Evet, evet. Şimdi değil, ama evlendiğimizde hazır ol, bizim holdinge de çalışacaksın.” diye ekledi.
Tebessüm ederek kendisine onay verdim. Daha sonra Boranbay bana tekrar sıkı sıkı sarıldı. Bedenimi sararken alnıma bir buse kondurarak:
“Hakkımızda çok güzel planlarım var.”
“Plan mı? Nedir o plan?”
“Turgay ile Niruba biliyor.”
Kaşlarım hafif çatık:
“Zaten her şeyi onlar biliyor; ama bir tek ben bilmiyorum, üstelik benimle ilgili olasına rağmen!” diyerek buruk bir tepki gösterdim.
Boranbay gülümsedi, kollarıyla belimi sıkarak cevapladı:
“Yakında sen de öğreneceksin, merak etme!”
“Yakında değil, şimdi öğrenmek istiyorum. Bir de sana itirafta bulunacağım.”
Boranbay tebessüm ederek gözlerimin içine baktı, sanki edeceğim itirafı bilircesine:
“Ne itirafıymış? Söyle bakalım!” dedi.
Büyük bir cesaretle itirafımı dile getirdim:
“Seni gördüğüm o ilk andan itibaren senden hoşlanıyorum. Seninle hastanede tanışmayı çok istedim, ama fırsat bulamadım. Açılay’ın nişanına gelirken senin için, “Uzaktan da olsun göreyim...” diye dua ettim. Ama evli olduğunu düşününce oradan kaçtım ve bu bir yılda seni kendime unutturdum.”
Boranbay dudak bükerek:
“Hadi ya, beni kendine unutturdun öyle mi?” sorusu eşliğinde güldü.
Hafiften tebessüm ederek yanıtladım:
“Evet öyle.”
Boranbay beni biraz daha sardı, sarmaladı.
“Bakıyorum da şu an kollarımın arasında pek de unutmuşa benzemiyorsun! Tir tir titriyorsun, kızarıyorsun, dudaklarının arasından çıkan nefesin alev alev ve beni öyle cezbediyorsun ki!...”
Boranbay beni sarıp bunları söyledikçe titremelerim ve alevlerim daha da artıyor, kollarında adeta eriyip tükeniyordum.
“Boranbay, lütfen böyle deme! Zaten çok zor durumdayım şu an.” diyerek utancımı sergiledim.
“Zor mu? Ne zoru?” dedikten sonra Boranbay güldü.
“Gülme, lütfen! Zor tabii, yani hiçbir erkek hoşlandığı kızla böyle bir vaziyette tanışmazdı. Çok vicdansızsın!”
“Ne varmış vaziyetimizde? Gayet iyiyiz işte. Yıldızlar ağaçlar sen, ben ve aşkımız.”
“Sen sanırım kamelyada dönüp dönüp bize bakanları görmüyorsun!”
“Ha onlar mı? Boş ver, Açılay’ın her zamanki halleri işte! Onun bu şaklabanlıklarıyla diyetisyen olmasına hayret ediyorum! Hokkabaz olmalıydı, o çakal.”
Boranbay gülümseyerek o ihtişamlı kollarıyla beni daha sıkı sardı. Aklımdaki soruyu tekrar sordum, zira sorularım beynimi kemiriyordu:
“Boranbay, hala demeyecek misin?”
“Neyi?”
“Neden aşkımızı itirafı bu şekilde planladığını?”
“Ha diyeceğim, ama kamelyada. Hadi gidelim! Semaverde demlenmiş olan çayımızı içelim, tabii bu sırada o tatlı merakını da giderelim.”
Birlikte kalktık, kollarımızı birbirimizin beline dolayıp kamelyaya vardık. Nagehan teyze:
“Gelin yavrularım, çayınızı soğutmayın.” dedi.
Doktor Barlas gülümseyerek Boranbay’a baktı ve sordu:
“E sorunlarınızı çözdünüz mü?”
Boranbay gülümseyerek yanıtladı:
“Çözdük abi, çözdük. Çözemediklerimizi de çözmeye geldik.”
Turgay şaşkın bir tebessümle:
“Daha ne! Sorun mu var?” diyerek merakını uyandırdı.
Boranbay gözlerimin içine bakarak Turgay’a cevap verdi:
“Dilruba bugünü neden böyle planladığımı merak ediyormuş.”
Nilruba:
“Biz zaten sizin sevdalı olduğunuzu biliyorduk. Hep bir aradayken itiraf edin istedik. Çünkü siz, ikiniz kızım Anilya’nın şifa kaynağı oldunuz.”
Evet, Nilruba haklıydı. Boranbay ve ben, daha doğrusu köpeğim Cessie Cess bu aile için önemliydik. Bizim evlenerek mutlu olmamıza hiç kimse, Turgay ve Nilruba kadar sevinemezdi. Mutluluğumuzu onlarla paylaşmamız gayet münasipti. Bu sırada Boranbay oturmadan hemen önce beni tekrar sıkı sıkıya sardı. Ani bir refleksle ben de bu sarılmaya karşılık verince, Boranbay:
“İşte bu, bunu yapman bu kadar zor olmamalı! Seni sarmak, kokunu almak, sana duygularımı açmak için bir yıldır nasıl bir sabırla beklediğimi bilemezsin.” dedi.
O sırada gözlerim Barlas’a ilişti; Açılay’ın elinden tutmuş ilgiyle göz göze bakışıyorlardı. Kamelyadakilerin yanında Boranbay’dan bunları duymak beni o kadar çok mutlu etti ki o karizmatik adam, koskoca bir dağ oldu. Artık bende ne titreme ne heyecan ne üşüme, hiçbir şey kalmadı. Boranbay’ın bana sıkıca sarılması ve kalbime inen sevgisi, beni öyle ısıtıp öyle büyüledi ki sanki kamelyada kimse yoktu. Sadece ikimiz, Boranbay ve ben vardık. Dünya durmuş, hayat donmuş, rüzgar uğultusunu kesmişti. Etrafa dağılan sadece heyecan dolu nefesimizin sesiydi. Havada dönen rüzgar değil, sevda esintimizdi... Boranbay ile sarmaş dolaş olup kalp kalbe vererek dünyamızı durdurmuşken Nagehan teyze tekrar seslendi ve:
“Ah siz gençler!... Artık birisi şunları ayırsın da soğutmadan çaylarını içsinler.” diyerek bu tatlı anımıza çayın gölgesini düşürdü.
Masadaki herkes o halimize gülüştü. Boranbay ile sarılmamıza ara verip masaya geçtik. Boranbay yanıma oturdu, çaylarımızı içmeye koyulduk. Bu sırada Turgay:
“E nişanınızı ne zaman yaparız?” diye sordu.
Boranbay gözlerimin içine bakarak:
“Artık nefesime kavuştum, daha fazla hasrete gerek yok! En kısa zamanda yapalım.” dedi.
Barlas hemen vakit ayarladı:
“Bence gelecek aya, bizim düğünümüzün olacağı gün 1 Temmuz’da nişanınızı yapalım. Hem hazırlıklar için önümüzde koca bir ay var.”
Elnaz:
“Sence yakın olmaz mı? Nasıl bir nişan istiyorlar biliyor musun?” diye Barlas’a sordu.
Nilruba, Barlas’ın cevap vermesine fırsat bırakmadan araya girdi:
“Hiç de yakın olmaz! 1 Temmuz bizler için önemli bir tarih. Zira geçen sene o tarihte Dilruba, Boranbay ve Cessie Cess’in vesilesiyle Anilya’mın şifa bulacağı günler başlamıştı. Hatırlarsanız, o gün Cessie Cess hastane odasından fırlayıp kaldırımda giden Boranbay’ı yaka paça etmiş, Dilruba’da hastaneye getirmişti. O gün Dilruba ve Boranbay kızım için kan vermiş, Boranbay’ın hücrelerinin tutmasıyla 5 Temmuz’da kök hücre tedavimiz başlamıştı.”
Hepimiz başımızı salladık. Nagehan teyze:
“O kutlu gün hepinizin hayatında her zaman kutlu ve mutlulukla yürüyüp gitsin. Hem tanıştığınız güne tekabül ediyormuş hem de Açılay ile Barlas’ın düğün günüymüş. Her birinizde ayrı hatırası kalır.” dedi.
Böylece nişanı Barlasların düğün gününe ayarladık. Açılay ile Barlas’ın düğününden bahsedilirken Açılay, kalabalık düğünden hoşlandığını, davetlilerin çok olmasının eğlenceyi artıracağını söyledi. Bu sırada konu tekrar bizim düğünümüze geldi. Turgay, Boranbay’a:
“Sen nasıl bir düğün istersin Boranbay?” diye sordu.
Boranbay, mütevazi ve az kalabalığı olan bir düğün istediğini söyledi ve bana dönerek:
“Benim düşüncem bu, ama asıl önemli olan senin düşüncen. Kalabalık bir düğün mü yoksa birkaç tanıdık ile mütevazı bir düğün mü istersin bir tanem?” sorusunu yöneltti.
Boranbay’ın gözlerinin içine bakarak cevabımı verdim:
“Düşüncelerimiz aynı. Kalabalığı sevmem, az ve öz insanlarla sade ve şık bir düğünümüz olsun isterim.”
Nilruba heyecanlı bir şekilde yine araya girdi:
“Size kalsak şu anki kalabalığımızla bile nişanı, düğünü yaparsınız. İyi ki nişanınızı Barlasların düğün gününe denk getiriyoruz. Artık sabahtan nişan için alış verişe başlarız.”
Nişan için karar kıldıktan sonra kalktık. Beni eve Boranbay bıraktı. Boranbay kapı eşiğinde bana sıkı sıkı sarılarak, alnıma bir buse kondurup ben içeri girdikten sonra evin önünden ayrıldı...
Aradan bir ay geçti. Hepimizi saran tatlı telaşın içinde kıvranırken aynı zamanda hem düğün hem nişanı bir arada yapmanın zorluğunu da yaşamıyor değildik. Buna rağmen hem davetlilerin hem de bizlerin hiçbir vakit unutmayacağı güzel anılarla o günü tamamına erdirdik. O gün, bir sene önce Boranbay’ın eşi zannettiğim kuzeni Behnaz’la da tanışma fırsatım oldu. Olay kendisine aksettirildiğinde tıpkı Açılay gibi onu da kahkaha tufanı bastı. Elini Boranbay’ın omuzlarına atarak:
“Bak işte kuzen, sana hep dedim hep diyeceğim, bana bu kadar yakın durma kısmetimi kapatıyorsun, diye.” dedi.
Behnaz’ın sözleriyle ortamı kahkahalar sardı. Öğrendiğime göre; Behnaz eşinden ayrılalı üç sene olmuş. Boranbay ile buluştukları zaman benim gibi onları evli zannedenler çıkıyormuş. Yani bu konuda yalnız değilmişim, benimle aynı yanılgıya kapılan kaderdaşlarım varmış. Öte yandan o gün Behnaz’ın erkek kardeşi de Nilruba’nın kız kardeşi Elnaz’a göz koymuştu. Tabii bu göz kaymasına sebep yine köpeğim Cessie Cess olmuştu. Saçları henüz bebek tüyü şeklinde çıkan Anilya nişanımızda Cessie Cess’in de olmasını istemişti. Bazı zamanlarda isteklerine saçlarını bahane ederek demagoji yaptığını biliyorduk, lakin onu incitmek en son isteğimiz dahi olamazdı. Ne zorluklarla bugünlere gelmişti. Hastalığını ve saçlarının dökülmesini kabul ettirerek, vücudunu saran ağrıların dineceği ve dökülen saçlarının tekrar uzayacağı algısını ona kazandırıncaya kadar akla karayı seçmiştik. Onu kırmadık; Cessie Cess, Karamel, Lessie Bingo ve Nazlım’ı da süsleyip Turgay’ın arabasıyla salona getirdik. Davetlilerin maskotu haline gelen hayvanlarım kucaktan kucağa dolaşırken, Anilya da en iyi dostu Cessie Cess ile kovalamaç oynuyordu. Anilya diğer çocuklarla Cessie Cess’ten kaçtığı sırada davetlilerle oyun havası oynayan teyzesi Elnaz’a çarpmıştı. O ince edasıyla Elnaz, refleksif bir hareketle çömelerek Anilya’ya kucak açmış, yeğenini bağrına basmıştı. Cessie Cess de yanlarına gelip her ikisini yalamaya koyulunca salondakileri ve sahnede oynayanları gülme almıştı. Elnaz, Anilya’ya sarılıp öptükten sonra ayağa kalkarken diğerleri gibi kendisini izleyen Behram Deha ile göz göze gelmişti. Bu göz değişinin ardından ikili birbirinin farkına varmış, böylece Cessie Cess ile Anilya yeni bir aşkın mührünü basmıştı. Sahi ne asil köpekti Cessie Cess ve ne asil çocuktu Anilya... Onların asilliği, bizleri kaderden kadere ve bu yolculukta yoldaşlıktan yoldaşlığa sürüklüyordu. Acaba Cessie Cess daha kimlerin hayatında dönüm noktası olacak işlere imzasını atacaktı? Ve Anilya, acaba Cessie Cess ile daha kimlerin hayatına neşe saçacaktı?..
Nişan masasında otururken Behram Deha’nın Elnaz’a bakışları Boranbay ve benden kaçmamıştı. Behram Deha ile Behnaz’ın babaları İran asıllıydı. Zengin bir iş adamı olan Cenan’ın, oğlu Behram Deha için Elnaz’ı elinin tersi ile itmeyeceğini düşünüyordum. Zira Elnaz oldukça nazik ve her haliyle asalet dağıtan zeki bir kızdı. Ablası Nilruba’nın aksine siyah saçları ve koyu kahverengi gözleriyle inci gibiydi. Ayrıca stajını yaptığı makine mühendisliği bölümü ile İş adamı Cenan’ın işine yarayabilirdi. Çünkü Cenan yurt içindeki holdingini oğluna bırakmayı düşünüyordu. Behram Deha ile Elnaz’ın bakışmaları düğün ve nişan boyunca ne Nagehan teyzenin ne de Cenan ile eşi Zühal’ın gözlerinden kaçmamıştı. Büyük bir ihtimal seneye bizim düğünümüz de çifte düğün olurdu!.. Boranbay ile bu şekilde düşünmüş, nişan masasında sohbet ederken bunları konuşmuştuk...
Düğün ve nişanın ardından Boranbay’ın evlendiğimizde oturacağımız evinin bahçesinde toplandık. Burası, benim ve Turgayların evine yakın, 3 sokak uzaklıkta ağaçlıklar arasında geniş arsalı küçük bir villa idi. Oraya vardığımızda düğünümüzü burada yapmayı hayal ettim. Ama tabii ki düğün gününün hayali bir tek bana ait değildi, Boranbay’ın da kendine ait hayalleri vardı. Ölçülü karar vermem gerekirdi. Hep birlikte düğün zamanını konuşurken düğün mekanına sıra geldi. Boranbay:
“Düğünü bugünkü salonda yapsak nasıl olur?” diye sordu.
Nilruba ve diğerleri gözümün içine bakıp cevap bekledi. Boranbay’a dönüp:
“Düğünümüzü burada yapsak sence nasıl olur?” diyerek sorusuna soru ile karşılık verdim.
Boranbay gülümsedi ve etrafa bakınarak cevapladı:
“Eğer seninle kuracağımız bu yuvamızda düğünümüzün olmasını istiyorsan neden seni reddedeyim ki cansım?”
Boranbay’ın değişik bir ifade stili, “Cansım..” şeklinde hitap ederek bana hak vermesi hem gururumu okşamış hem de beni mutlu etmişti. Bununla birlikte düğün mekanı oturacağımız evimizin bahçesi oldu. Düğün tarihini ise bir yıl sonra, nişan tarihimiz olan Temmuz’un 1’ine ayarladık. İstedik ki nişanımız gibi düğünümüzde Boranbay ile hastane yolunda tanıştığımız o günün tarihi olsun. Çünkü o tarihin bizim için önemi büyüktü. 1 Temmuz tarihinde hem tanışmış hem de nişanımızı yapmıştık. İşin özü 1 Temmuz tarihi Turgay, Nilruba, Anilya, Açılay, Barlas, Boranbay ve benim için çok değerliydi. Zaten bu değeri Boranbay ve Turgaylar bildikleri için bir ay önce evlerinde otururken Nilruba nişanı bu tarihe denk getirerek ayarlamış; Açılay ile Barlas, Boranbay’ın bana aşık olduğunu bildiklerinden nişanımızı düğünlerine denk getirmek istemişlerdi. Yani bir ay önce Nilrubaların evinde Boranbay’ın aşkını herkesin içinde itiraf etmesinin amacı, önceden planladıkları nişan günümüzü Açılayların düğün gününe ayarlamak içindi. Haliyle düğünümüzün de seneye 1 Temmuz’da olması olağandı.
Öte yandan normal şartlarda bu kadar hızlı bir şeklide tanışmak ve evlenmek bana göre değildi. Hayalimde sevdiğim erkekle en az bir sene çıkıp nişan ve düğünü daha sonra yapmak düşüncesi vardı. Lakin giden bir yıl boyunca sevdiğim erkeğe açılamamış, üstelik onu kuzeniyle evli sanarak kendime unutturmaya çalışmıştım. Boranbay da o kadar gaddardı ki beni geriden izlediği halde gerçekleri bir yıl sonra itiraf etmişti. Bütün bunlara rağmen nasıl bir işti ki Boranbay’ı yıllardır tanıyor gibiydim. Sanki onu çok uzun zaman önce tanımış, yıllarca sevgili olmuş ve bir o kadar uzun zaman da hasretle beklemiştim. Bu yüzden bir yıl sonra yapacağımız düğün tarihi bana uzun geliyordu. Bir an önce düğünümüzün yapılıp evimize yerleşmeyi, Nilrubaların evinin bahçesinde olduğu gibi Boranbay ile kendi evimizin bahçesinde yıldızları izlemeyi, Boranbaysız geçen geceleri onun koynunda küllendirmeyi istiyordum...
Öyle de olmuştu nihayet. Tatlı bir sabır ve güzel geçen koca kışın ardından serin ve cıvıl cıvıl bir bahar gelmişti. Bahar ayları bizim için sabırsızlık ve düğün telaşıyla geçti. Haziran ayında başlayan düğün hazırlıklarımız doruğa tırmanan heyecanımız eşliğinde tamamına ermiş ve düğün günümüz gelip çatmıştı. Bu coşkuya bizden çok sevinen sevimli Anilya’mızdı; çünkü saçları beklediğinden daha hızlı uzayarak nihayet ensesine kadar inmişti. Kuaföre nişanımızda yaptıramadığı saçlarını düğünümüzde yaptırabilecekti... Düğünümüz tıpkı nişanımızda aklımıza yatan düşünce gibi oldu. Zira nişanımız sırasında birbirlerine göz koyan Behram Deha ile Elnaz’ın nişanları da düğünümüz sırasında yapıldı. Oturacağımız villamızın bahçesinde gerçekleşen, “Muhtemelen en az nişanımız kadar neşe dolu geçer...” diye düşündüğümüz düğünümüz, nişanımızdan daha da değerli bir coşku ile kutlandı. Elnaz ile Behram Deha’nın nişanının bizim düğünle birlikte yapılması ve Cenan Bey’in saygın bir iş adamı olmasından dolayı yurt içi ve yurt dışından gelen iş ve arkadaş çevresinin düğünümüze katılmasıyla belki de dünyanın en kalabalık düğünü gerçekleşmiş oldu.
Düğün sonrası misafirler dağılınca Nilruba ve Turgay, Boranbay ile beni eve göndererek bahçedeki dağınıklığı toparladı. O akşam Nilruba’nın hazırladığı yemekleri tüketip yatağımıza geçtik. Artık Boranbay ile hasretimiz son bulmuş, birbirimizin koynunda demlenerek tatlı uykulara, tılsımlı rüyalara dalmıştık. Ne mutluydu bize ki birbirimize kavuşmuş, içten bir sarılmayla üstümüzü örtmüştük. Bu ilk gecemiz mutlu ve huzurlu evliliğimizin ilk dönüm noktasıydı ve bu tarihi hiç unutamazdık. Çünkü üç senedir süregelen ve yıllarca süre gidecek olan tarihimiz; kaderimizdi, 1 Temmuz...
Yeni evimiz ile kendime ait olan eski evim birbirine çok yakındı, buna rağmen hayvanlarımı yeni evimize getirmiştim. Onların gözümün önünde olmasını, ara sıra kucağıma alıp bağrıma basmayı çok seviyordum. En önemlisi buradaki bahçe çok büyüktü ve hayvanlarım daha rahat edecekti. Tabii Boranbay da benim gibi hayvan sever olduğu için hayvanlarımıza yenilerini eklemiştik. Boranbay ile en büyük hayalimiz salona kocaman bir akvaryum yaptırıp içerisine çeşit çeşit süs balıkları koymaktı ve öyle de yapmıştık. Akvaryumu televizyon köşesine salonun bir ucundan bir ucuna gelecek şekilde yaptırmış, TV ünitesini ise sanki akvaryumun içerisindeymiş görüntüsü verecek şekilde yerleştirmiştik. Televizyon izlerken etrafında süs balıklarının yüzmesi ve akvaryumun içindeki canlı otların kıpırdaması nedeniyle eve gelen misafirler televizyonun akvaryumun içinde olduğu yanılgısına düşüyor, gördükleri izlenim karşısında hayretler içinde kalıyordu. Ve bu şaşkınlık onlara o kadar tatlı geliyordu ki konuklarımızın her biri evlerine böyle bir görünüm yaptırmak istediklerini söylüyorlardı. Öte yandan misafirlerimiz içeride aldıkları huzurun farklı boyutunu da bahçemizde tattıklarından evlerine gitmeye üşeniyordu. Bu yüzden çoğu gece Boranbay ile gözlerimize inen uykudan adeta sarhoş olmuşçasına sallanır bir vaziyette, “Misafirler bir gitse de uyusak artık..” diye can atıyorduk...
Evliliğimizin üzerinden bir yıl geçti. Hayatımız herkesinki gibi rutin idi; Boranbay’ı sabah işe gönderiyor, ev işleri ve hayvanlarla ilgileniyor, yemek yapıyor, Boranbayların holdinginin reklam objelerini tasarlıyor ve sabırsızlıkla akşamı bekliyordum. Akşam Boranbay işten geliyor, yemekler yenilip çaylar içilip meyveler tüketildikten sonra yıldızları seyrederek kendimizle ve Rabbimizle yaptığımız istişarenin ardından yatağa yöneliyorduk. Rutin giden bu akışın içerisinde çok mutluyduk; çünkü sevgi ve saygı bağlarımızı küllendirmiyor, her daim alevli tutuyorduk. Ara sıra tatlı doğa kaçamakları, hiç vazgeçmediğimiz vücut egzersizleri, ormana ve dağlara giderek yaptığımız piknik ve Turgaylar ile gerçekleştirdiğimiz mangal partileri bize değişiklik oluyordu...
Bir gün Boranbay’ı işe gönderip ev işine dalmıştım, çalınan kapı zili ile çalışan süpürgeyi durdurdum. Gidip kapıyı açtım. Nilruba yanında kız kardeşi Elnaz ile gelmişti, içeri buyur ettim. Bir kahve yapıp sohbete daldık, sohbet sırasında Nilruba hiç beklemediğim bir şekilde konuyu değiştirip başladı:
“Benim güzel kardeşim, seninle konuşmak istediğim farklı bir konu var! Şöyle ki: artık evliliğinizin üzerinden bir yıl geçti. Boranbay ve sen çocuk yapmak konusunda ne düşünüyorsunuz?”
Sohbetimiz sırasında Nilruba’nın konuyu bu denli değiştirmesi karşısında bir an afallamıştım. Şaşkınlığıma rağmen analitik düşünerek cevapladım:
“Imm, Nilruba, açıkçası bizim henüz bununla ilgili bir sohbetimiz olmadı. Öte yandan çocuk mevzu benim aklıma şimdi, sen söyleyince düştü.”
Nilruba aldığı yanıt karşısında bana tuhaf tuhaf bakarken içime kuşku düştü: “Acaba Nilruba’yı Boranbay göndermiş olabilir miydi? Kendisi çocuk isteğini bana açamayıp Nilruba ile duygularını dile dökmeyi planlamış olabilir miydi? Bir de bunu neden kardeşi Açılay aracılığı ile yapmamış, Nilruba ile yapmış olsundu? Her şeyden önce Boranbay annesi İdil dururken, ‘Hokkabaz’ diye tabir ettiği Açılay’a bile güvenmezdi; kaldı ki neden Nilruba’ya böyle bir konuyu açsındı ya da Nilruba benimle çok sıkı fıkı olduğu için açmış olabilir miydi? Yoksa Nilruba’yı, Boranbay değil de İdil anne mi göndermişti? Ama o da böyle bir şeyi kesinlikle yapmazdı ki! Tıpkı benim gibi olayları kendisini ilgilendiren kişisiyle ilk elden görüşürdü. Hatta çoğu zaman Boranbay bana, “Kaynanası kılıklı... Kaynanası ayaklı...” diye takılırdı. Bu yüzden İdil anne de Nilruba’yı göndermiş olamazdı, öte yandan kendi annem; o, böyle bir şeye kesinlikle karışmazdı. Yine yol Boranbay’a çıkıyordu.” Bu düşüncelerle Nilruba’ya sordum:
“Yanlış anlamazsan sormak isterim! Bu konuları konuşup bana düşüncemi sormanı senden Boranbay mı istedi?”
Nilruba bal rengi gözleriyle kibirli, şaşkın ve hafif kızgın bir bakış atarak yanıtladı:
“Neden beni Boranbay göndermiş olsun canım? Böyle bir şeyi benimle ya da Turgay’la konuşacak biri değil senin kocan! Bunlar benim fikrimdir.”
Ama bu yanıt bana kafi gelmedi. Aldığım cevapla yetinmediğim için soruma farklı açı ile yeniden değindim:
“Nilruba, bunlar senin fikrin ise neden geçen haftaki buluşmamızda dile getirmedin de bugün alelacele bir tavırla izahate çıktın?”
Nilruba, benim hissiyatı kuvvetli bir kişi olduğumu bildiğinden kendisinden şüphelendiğimi anlamıştı. Zira ortada herhangi bir durum yokken Nilruba bu tür konuları açacak kadın değildi ve şüphelenmekte de haklı idim.
Nilruba kahvesinden yudumladı, gözlerimin içine baktı ve fazla bekletmeden asıl cevabı verdi:
“Bak canım, demek istediğim şu: dün bir komşunun evinde davete katıldım, ortam kalabalıktı, diğer komşular da vardı. Ve laf arasında sizden bahsedildi. Kadınlar hep bir ağızdan bana, “Arkadaşının evliliği nasıl? Neden hala çocukları olmuyor? Kocası ile araları kötü mü?...” sorularını yöneltti. Haliyle bu durum da benim ağrıma gitti. Seni ve eşini severim, insanların sizin eksiğinizi aramalarını da istemem.”
Doğrusu insanoğlunu mutlu etmek çok zordu. Zira daha önce, yıllardır evlenmediğim için beni rahatsız ediyorlardı. “Neden evlenmiyorsun? Evde kaldın! Senin yaşındakiler toruna bile karışacak!..” şeklinde dile getirdikleri laflarıyla moralimi bozarlar, bana evlilik hakkında düşünme fırsatı dahi sunmazlar; en önemlisi duygularıma, her erkeği sevemeyeceğime ve her erkeğin kalbi ile koynuna giremeyeceğim konusundaki düşünceme önem vermezlerdi. Sanki benim iyiliğimi isteyen sadece onlardı da ben kendi kendimin kötülüğünü istiyordum! Oysa durum öyle değildi, tam tersi bana iyilik göstergesi adı altında kötülük ediyorlar; beni, bana ait olan eksik ile vurmaya çalışıp yaşam seviyemi düşürüyorlardı. Bu konuda her daim olmasa da arada sırada, o an içinde bulunduğum duygu durumuna göre başarılı olmuyor da değillerdi. Neyse ki Allah, Boranbay gibi dürüst birini karşıma çıkarmıştı da “Evde kaldın...” safsatalarından kurtulmuştum. Ama nereye kadar? İşte, buraya kadar kurtulmuştum! Şimdi de aynı insanlar, eşimle benim aramdaki bağa hem de çocuk gibi en kuvvetli bağa karışmaya başlamış; bizi çocukla vurmaya, çocuk detayından girerek yuvamızın temel taşından bir parça almaya karar kılmıştı. Güya kendilerince iyiliğimizi istiyor bahanesi ile böyle laflar çıkararak hanemizdeki sükutu gürültü ile değiştireceklerdi. Çocuk meselesi elbette onları ilgilendirmezdi, bu eşimle benim aramızdaki konu idi. En önemlisi biz daha evleneli bir yıl olmuştu, ki bizim nişanlılık süremiz dahi bizi laf edenlerin kendi çocuklarının nişanlılık süresinden daha da kısa idi. Hatta ve hatta o sıralar, nişanımızı tanışıklığımızın bir ay sonrasında yaptığımız için süreyi çok kısa tuttuğumuzu, ne de acele ettiğimizi dillerine dolayarak Boranbay ve beni ezmeye çalışmışlardı. Zira onlara göre bir ay içinde nişan yapılmaz, en az bir yıl birbirimizi tanımamız gerekirdi...
Gerçek şu ki: sizin kendileriyle ilgilenmediğiniz insanlar, sizin onlarla ilgilenmediğiniz oranda sizinle ilgilenir ve hayatınızı zindana çevirmenin yollarını arar. Oysa siz, kendi yaşam ekseninizde, kader çerçevenizin içinde başkalarının hayatlarıyla ilgilenmeden sadece kendiniz olarak kendi hayatınızla ilgilenip hiç kimsenin artısını eksisini söz konusu etmezken, o kişiler her daim sizin kusurunuzu arayıp durur. Ve hiçbir kusurunuzu bulamasalar dahi kendilerinden bir kusur uydurarak hayatınızı cehenneme çevirip sizi yaşarken öldürürler. Bu düşüncelerimi dilime dökerek Nilruba’ya açıklamada bulundum:
“Bak cansım, ben ve Boranbay bu insanları hiçbir vakit mutlu edemedik ki şimdi edelim! Hatırlarsan önceki sene nişanımıza, geçen sene de düğünümüze karışmışlardı. Bir defasında annen, Nagehan teyze sizin evinizde bunlardan birini azarlamıştı. Hatta ben bu insanların bir kaçını, “Eşimle aramı açmasınlar.” diye evimden kovmuştum. Biliyorsun ki hiç birisiyle de görüşmüyorum. Üstelik bunlardan birinin kızı boşandı, diğerinin oğlu hapishaneye girdi, bir diğerinin torunu çalıştığı iş yerinde hırsızlık yaptı, ötekinin kocası üstüne kadın getirdi ve daha neler neler... Ben bu insanların sorunlarıyla ilgilenmez, rencide etmez ve kaderlerini dillendirip kınamazken, onlar kim oluyor da eşim ile benim yatak odamıza kadar karışıyor? Bununla birlikte Boranbay ile ben, sence bu insanların lafıyla çocuk yapar mıyız?”
Nilruba gözlerimin içine bakarak düşündü, sonra:
“Haklısın, ama insanların ağzı torba değil ki büzesin! Her şeyden önce çocuk evlilikte büyük bir nimet ve mutluluktur. Bu insanların ortaya attığı laf için olmasa da kendiniz için düşünün derim.” dedi.
Nilruba’yı üzmemek ve aklıma taktığı soruların yanıtını bulabilmek için Boranbay ile konuşacağımı söyleyerek kendisinden ricada bulundum:
“Peki, Boranbay ile bu konu hakkında konuşacağım! Lakin senden rica ediyorum, Turgay abiyi uyar, sakın bu kadınların dedikoduları Boranbay’ın kulağına gitmesin!”
Nilruba derin bir nefes çekip bu konudaki haklılığımı onaylayarak:
“Tamam canım, sen merak etme! Bu konuda ben de Turgay abin de en az senin kadar temkinliyizdir. Boranbay’ın kızdığında ateş saçan öfkesini iyi biliriz, biliyorsun.” dedi.
Elnaz ablasının lafı üzerine elini ağzına götürerek kıkırdadı. Onun bu hareketiyle Nilruba ile beni de gülme aldı. Boranbay asil kandı; çok zekiydi, analitik düşünerek olayları anında çözerdi, haksızlığa zerre tahammül etmezdi, sabırlı, ama sinirlendirdiğinde yeri yerinden oynatırdı. Aynı zamanda şakacı ve mütevazıydı, ama aile kavramına önem verdiğinden söz konusu ben ve benimle olan ilişkisi olunca kendi ailesine bile laf konuşturmazdı. Kaldı ki mahalledeki birkaç dedikoducuya bu fırsatı sunsundu. Öte yandan Nilruba da biliyordu: Boranbay bu tür tacizlere kesinlikle fırsat vermez, gerekirse insanların evini dahi basardı.
Nilruba gittikten sonra kalan işlerimi tamamladım. Boranbay’ın sekreteri Almira’ya, holdingin o aya ait hizmetlerinin tanıtımı için hazırladığım reklam çıktısını gönderdim ve akşamı bekledim... Akşam yemeğini yemiş, sevdiğimiz filmi izlemiştik. Havanın sıcak olması nedeniyle çayımızı yıldızların gölgesi altında bahçede içiyorduk. Boranbay’a onu incitmeyecek şekilde laf arasında çocuk isteyip istemediğini soracaktım. Aklıma Anilya geldi ve bu büyük bir fırsat olurdu, çünkü Boranbay hayatının kurtulmasına sebep olduğu Anilya’yı çok seviyordu. O, Boranbay için evlattı. Anilya’yı her gün görmemize rağmen onun hakkında konuşurken Boranbay’ın gözleri ışıldıyordu. Bu büyük bir fırsattı, soruyu şimdi sorarsam üzülmeyecek ve bana en doğru yanıtı verecekti. Zira Anilya, Boranbay’ın çocuk arzusunun anahtarıydı. Utansam da bu fırsat ile kendisine sordum:
“Bir tanem, biliyorsun ki bir yıldır evliyiz ve şu ana kadar sana sorma fırsatım olmadı. Açıkçası aklıma da gelmedi, ama şimdi sormak istiyorum: Çocuğumuzun olmasını ister misin?”
İşin garibi, daha önceden Boranbay’ın da kulağına aynı fısıltılar çalınmış, ama benden saklamıştı ve ben durumun bu tarafını yeni öğrenecektim. Konuyu açıp malum soruyu sorar sormaz, Boranbay aniden bana dönerek soruma soruyla karşılık verdi:
“Seni biri mi üzdü? Söyle bana!”
Boranbay’ın fevri dönüşü ve sorusuyla tırstım, çünkü onu el alemin lafıyla kızdırmak istemiyordum. Tedirgin bir şekilde yanıtladım:
“Hayır, kimse bir şey demedi! Sadece Anilya’dan bahsederken gözlerinin içi gülüyor. Bu yüzden, ‘Acaba bizim de çocuğumuz olsa ister ve sever misin?’ diye düşündüm.”
Boranbay gözlerimin içine bakarak kolunu omzuma attı, diğer eliyle elimi tuttu ve başını göğe kaldırıp sordu:
“Benimle neden evlendin?”
Bu soru karşısında şaşkınlığımı gizlemeden:
“Nasıl yani?” dedim.
Boranbay yüzünü bana dönerek:
“Nasılı şu: benimle evlenmekteki amacın neydi?”
Boranbay’ın gözlerinin içine baktım; hafif buruk bir hüzün, sevgi ve merak vardı. Merakını hemen gidermek istedim:
“Seninle evlendim, çünkü tek amacım sana kavuşmaktı. Seninle yaşayıp seninle yaşlanmak; hüznümü, sevincimi, en önemlisi sevgimi ve hayatımı seninle paylaşmaktı.”
Boranbay aldığı yanıt ile çok mutlu olmuştu. Başını göğe kaldırdı içinden şükretti; sonra tekrar yüzüme, gözlerime baktı. Tuttuğu elimi hafiften sıkarak:
“İşte ben de seninle aynı düşüncelerle evlendim. Ne para ne çocuk ne ‘Evleneyim de evlenenler kervanına katılayım.’ diye bir düşünce taşımadan, sadece senin olayım ve sen de benim ol; birlikte mutlu ve sağlıklı yaşayıp yaşlanalım diye evlendim.” dedi.
Boranbay’dan bunları duyunca gözlerimin içi gülmüş, kalbimi saran huzurla kendisini dikkatlice dinlemeye koyulmuştum. Boranbay içini çekerek:
“ Hımm çocuğa gelince: daha evliliğimiz birinci yılında, henüz sana doymadan çocuk istersem sevgim ikiye bölünecek, sana azı kalacak.” dedi ve kahkaha attı. Sonra sözlerine devam etti: “Benim çocuk yönünden acelem yok! Seninle evlenirken acele ettim. Hatta sonra kendime kızdım, ‘O bir yıl boyunca senden uzakta seni beklememeli hemen karşına çıkmalıydım.’ diye. Üstelik bu yüzden kendime hala kızmaktayım.”
Boranbay cümlesini tamamladıktan sonra duraksayıp düşündü. Ardından tuttuğu ellerime bakarak bana açıklama yapmak üzere tekrar söze girişti:
“Bak canım, başkalarının lafına aldırma! Zira benim de kulağıma bir şeyler çalındı. Ben birkaç kişiye gereken cevabı verdim. Sen dedikodulara değil, bize odaklan. Çünkü burada birlikte yaşayan, yatağa birlikte giren sadece ikimiziz. Şuna inan ki: Allah’ın izniyle çocuğumuz olduğu zaman onu büyütecek olan da yine sadece ikimiz olacağız. Sen hamile hamile evinde iş yaparken bugün dedikodumuzu yapanlar gelip sana yardım etmeyecek. Çocuğumuz doğarken senin içeride benim dışarıda çektiğim sancılar kimsenin umurunda olmayacak. Çocuğumuz hastalandığı vakit, o dedikoducuların hiç birisi bugün laf çaktıkları gibi o gün şifa dağıtmayacak. ‘Bizim lafımızla çocuk yaptılar bari biz de gidip yardım edelim.’ demeyecek. Bu yüzden biz bize bakalım, çocuk için de acelemiz yok! Öyle değil mi?”
Boranbay bana cevap fırsatı vermeden açıklamasına devam etti:
“Ben seni ilk gördüğüm an hoşlanıp sevdim, sonra senden gelecek tepki ile kaderimden gelecek etkiyi bekledim. Senden karşılık gelmeyince kaderimi harekete geçirmek istedim. Tabii tarafından reddedilmekte vardı ve bu en büyük korkumdu. Şükür, kaderimin etkisi istediğim gibi oldu ve sen, reddetmeyi değil, kabul etmeyi seçtin.”
Başımı Boranbay’ın göğsüne dayadım, tebessüm ederek:
“O bir yıla yakın süreçte ben de seni bekledim. Hep aklımdaydın, ama seni evli zannettiğimden, ‘Yanlış anlaşılırım...’ korkusuyla ne Nilruba’ya ne de Turgay’a duygularımı açıp hakkında sorular soramadım.” dedim.
Boranbay alnıma bir buse kondurdu ve:
“Anlıyorum canım, bu yüzden de kendime kızıyorum zaten. Bundan dolayıdır ki biz bize odaklanalım. Bak! Allah, bekleyişimize ve sabrımıza karşılık seni bana, beni sana nasip etti. Çocuk için de bekleyelim, nasibimizde varsa anne-baba olmak elbette oluruz! Nasibimizde yoksa bir Edi bir Büdü birlikte yaşlanırız. Ne dersin?”
Boranbay gülümseyerek başını göğsündeki başıma doğru eğdi ve bana yine cevap fırsatı vermeden konuşmasını tamamladı:
“Fena da olmaz hani, vaktimizi sadece birbirimize harcarız, aramıza çocuk girmez!”
Bu sırada Boranbay ile sessizliğe büründük. Başım Boranbay’ın göğsünde birbirimize sarılarak yıldızları izledikten sonra yatağımıza gidip uyuduk. Ertesi gün zinde bir uyku ile kalkıp çevrenin lafına sözüne kulak tıkayıp rutinimize dönüş yaptık...
Aradan bir yıl daha geçti. Hayvanlarımızı kayınvalidem İdil ile annem Billur’a emanet edip Boranbay ile yurt dışı gezisine çıktık. İlk durağımız olan Fransa’dan yol alıp İtalya, Bulgaristan ve Makedonya gezilerimizi tamamlayarak Afrika’da safari turuna katıldık. Tam bizlik olan bu mekanda daha önceden görmediğimiz hayvanları yakından görerek çok yaklaşamasak da sevme imkanı bulduk. Karı koca hayvan sever olduğumuzdan Afrika turumuz bir ayımızı aldı, ama yine doyamadık safariye. O sene, Boranbay’ın izni 3 ayı bulduğu için koskoca yazımız evden uzakta geçti. Sonbahara yakın evimize döndük. Yaz mevsiminin neşe buhranı sonbahar aylarında üzerimize sis olarak çöktüğünden huzur ve eğlenceli bir kış geçirdik. En son kar tanesi eriyene dek bahçemizde kardan adamımızı hiç eksik etmedik... Sonunda aylardan mayısa adım attık. Baharın gelişini yine sevdiğimiz dostlarımızla kutlamak istedik. Önce bir dağ yolculuğu, ardından dağın eteğinde yer alan ormanlık alanda çiğdem ve mantar toplamayı planladık. Yiyecek ve içeceklerimizi hazır edip yola çıktık. Biraz eğlenip pikniğimizi yaptıktan sonra hep birlikte patikalardan aşarak mantar ve çiğdem toplamak için dağın eteğine indik. Doğada aşırı tez canlı ve yorulduğunu bilmeyen biri olarak herkesi ardımda bırakıyor, mayısın serin esintisi içinde sağa sola koşuşturup hızlı hızlı mantar topluyordum. Yere eğilirken bir anda başım dönmüştü, olduğum yere yığılıp kalmışım. Gözlerimi açtığımda sıcak bir yatağın içinde yatıyordum. Tavanda ışığıyla beni rahatsız eden lamba, yatağın ucunda ayakta dikilen Nilruba ile Turgay, ayak ucumda Cessie Cess, yanı başımda Boranbay ve Anilya. Hafif bir mide bulantısı ve baş döngüsüyle gözlerimi iyice araladım. Yorgun ve şaşkın bir şekilde:
“Ne oldu? Nereye geldik biz?” dedim.
Boranbay ellerimi tuttu ve gülümsedi. Nilruba:
“Gözün aydın olsun, bir tanem.” dedi.
Turgay heyecanla:
“Nilruba sakın! Bu haberi vermek Boranbay’a düşer.” diye seslendi.
Boranbay, Turgay’a bakıp gülümseyerek bana döndü ve:
“Cansım, sana müjdemiz var! Doktor 1 haftalık hamile olduğunu söyledi.” dedi.
Baygınlıktan ayıldığım ve kendimi çok yorgun hissettiğim için aldığım haberin mutluluğunu tadamadım, sonra kendimden habersiz uykuya dalmışım. Gözümü açtığımda bu defa evimizdeydik. Nilrubalar gitmiş, Boranbay beni yatağımıza yatırmıştı. O akşam kalbimdeki heyecan ve üzerimdeki yorgunlukla Boranbay’ın sıcak gövdesine sarılarak uykuya daldım...
Bir hafta sonra kontrole gittik. Doktor, bu iki haftada hamilelik belirtilerinin seyrinde gittiğini, ancak hamileliğin kesin olduğundan emin olmak için gerekli tahlilleri yapacaklarını söyledi. O gün gebelik tahlillerini yaptırdık. Boranbay heyecanla cinsiyet öğrenip öğrenemeyeceğini sordu.
Doktor gülümseyerek:
“Henüz vakit çok erken, biraz daha sabır babası.” dedi. Daha sonra bir sonraki kontrolü hamileliğin 11. ila 14. hafta arasında yapacağını söyleyerek randevu yazdı. Doktor randevu tarihini Boranbay’ın heyecanını da göz önüne alarak düzenledi. Boranbay’a gülümseyerek bakan doktor:
“Hamileliğin bu ilk günlerinde sorun görünmüyor, anlaşılan bizi sağlıklı bir gebelik bekliyor. Randevunuzu net olarak 14. haftaya ayarlıyorum ki cinsiyeti için de size yardımcı olabileyim.” dedi. Boranbay gülümseyerek teşekkür etti ve çıktık.
Günlerimiz heyecan ve hamilelik egzersizleri ile geçiyordu. Hamile olan bendim, ama hamilelik egzersizine benden çok odaklanan Boranbay idi. Sabahın zemherinde kalkıp kahvaltı hazırlıyor, benimle egzersiz yapıyor, sonra işe gidiyordu. Anlaşılan dokuz ay benim için rahat, Boranbay için bir o kadar zor olacaktı. Ve ben bu duruma çözüm bulamıyordum, çünkü Boranbay kendisine yaptığı eziyetten çok memnundu ve zaman su gibi akıp gidiyordu... Günler birbirini kovalamış, randevu günümüz gelmiş, doktora gitmiştik. Doktor kontrol sırasında göz ucuyla ellerimi tutan Boranbay’a bakarak:
“Eee babamızı daha fazla bekletmeden cinsiyetlerimize de bakalım.” dedi. Doktor, “Cinsiyetlere...” deyince Boranbay ile göz göze bakıştık. Her ikimizin de ifadesinde şaşkınlık vardı. Aynı anda doktora dönerek aynı sertlikteki şaşkın bir ses tonu ile aynı soruyu sorduk:
“Cinsiyetlerine mi?”
Gülümseyen doktor:
“Evet, cinsiyetlerine!”
Boranbay:
“Hocam, bizim kaç tane çocuğumuz olacak da cinsiyetlerine diyorsunuz?” sorusu ile nihayet merakımızı uyandırdı.
Doktor yeniden gülümseyerek:
“İki tane görünüyor.” dedi.
Boranbay ile heyecanımız daha da arttı. Boranbay:
“Hadi, bakalım hocam!” dedi.
Doktor:
“İyi, hadi bakalım bari!” diye gülümseyerek ultrasonu gezdirdi.
Bebeğin biri kızdı, ama diğerinin cinsiyeti henüz anlaşılmıyordu. Doktor ultrasonu dakikalarca gezdirdiyse de sonuç alamadık.
Doktor:
“Bu bebek erkek olabilir, henüz tam net değil! Bunun için 16. haftamızda yapacağımız sonraki kontrolü beklemeniz gerekecek.” diye gülümseyerek Boranbay’a baktı.
Boranbay:
“Artık önemli değil hocam, aslında benim için fark etmiyordu, ama kızım olsun çok istiyordum. Biri kız dediniz, diğeri de kız ya da erkek önemli değil! Sağlıkları iyi, şükür, bu bana yeter.” dedi...
Aradan haftalar geçmiş ve bir sonraki randevumuzun günü gelmişti. Bu defa Anilya ile Nilruba da bize eşlik etmişti. Doktor diğer bebeğin cinsiyetinin de erkek olduğunu söyleyince sevincimize sevinç eklenmişti. En önemlisi artık insanların çenesi bir nebze olsun kapanacaktı, çünkü mahalledeki dedikoducular Nilruba aracılığı ile yine moralimizi bozmaktaydı. Hani kendilerini çok ilgilendiriyordu ya sürekli, “İkizmiş, biri kız biri erkek olsa da bir daha çocuk yapmalarına gerek kalmasa...” şeklinde yaydıkları lafları kulağımıza çalınıyordu. Lakin arada daha cazgır insanlar vardı ki onların lafı da geliyordu kulağımıza, zira onlar daha vicdansızdı. Bu vicdan yoksunları, “Yarın o çocuklar kendi cinsiyetlerinden kardeş ister, artık sonradan biri kız biri erkek yine çocuk yaparlar...” diyerek tertemiz göğümüzü kirli sisleriyle bulandırmak istiyorlardı. Oysa bizim kararımız kesin ve net idi. Bu iki çocuk Boranbay ile hayatımızın en büyük neşesi ve anlamı olarak olağan sayısında kalacak ve tüm enerjimizi ikizlerimize harcayarak yaşlanacaktık. Çünkü bizim paranın, malın ve evladın fazlasında gözümüz yoktu. Biz olanla yetinen, seven ve saygı duyan bir eştik. Bu yüzden biri kız biri erkek olmak üzere ikizlerimizle mutluyduk. O gün Nilrubalarla birlikte bebeklerimizin netleşen cinsiyetini kutladık. Boranbay, o akşam Açılay ile Barlas’a bebeklerin cinsiyet haberini verdikten sonra İdil anne ile Billur anneye telefon edip evimize çağırdı. Annelerimiz hem müjdeli haberi duymuş olacak hem de Boranbay evde yokken bana destek olacaklardı. Evimizde çalışan yardımcımız Zülal her ne kadar benimle ilgilense de Boranbay kimseye fazla yük yüklemek istemiyordu. Öte yandan annelerimizin eli boştu, benimle gayet iyi ilgilenebilirlerdi. Boranbay’a göre sonuçta gelen onların torunuydu ve torunları, biz evlatlarından daha tatlı olacaktı. Dahası annem için sorun yoktu, ama İdil annenin işi zordu; zira Barlas ile Açılay’ın bebekleri bir yaşına değmişti ve daha şimdiden kıskanç bir bebekti. Boranbay, bebek Günseri için hep, “Annesine çekmiş, onun gibi hokkabaz...” derdi, ama yeğenini de çok severdi...
Artık günlerimiz yeni bir rutine giriyor ve her yeni rutin dönem eskiyerek kendiliğinden yeni yeni rutinlere davetiye çıkarıyordu. Yaklaşık iki sene önce başlayan evliliğimiz, beklediğimiz ikizlerimizin haberi ile yeni bir heyecana kapılmış, hayatımız daha da neşelenmiş, içerisine bir yenisi eklenen hayallerimize ikizlerimiz de ortak olmuştu... Diğer taraftan Anilya’mız da iyiden iyiye iyileşiyordu. Boranbay’ın kendisine derman olmasıyla hızla sağlığına kavuşarak yavaş yavaş son kontrollerine doğru adım atıyordu.
Kadere bak, beş sene önce mayıs ayında Turgay, köpeğim Cessie Cess’e arabası ile çarpmıştı. Aradan geçen bir yılın sonunda, 1 Temmuz günü kazanın geçtiği parkta Anilya yere yığılmıştı ve Cessie Cess ambulansın peşinden hastaneye koşmuştu. Hastanede köpeğime çarpan kişinin Turgay olduğundan habersiz bir şekilde ona yardım etmiştik ve Cessie Cess’im pencereden gördüğü Boranbay’ı yakalamak üzere hastane odasından sokağa fırlamıştı. “Anilya’ya donör olsun.” diye yolundan çevirdiği Boranbay, aslında hem Anilya’mıza donör hem de bana kısmet olmuştu. Hakikati Allah bilir ya, belki Cessie Cess peşinden sadece Anilya için koştuğunu zannettiğimiz Boranbay’a, aynı zamanda benim için de koşmuştu! Yüce Allah, geride kalan bu beş sene boyunca yaşadıklarımızı, birbirimize kısmet ve kader ortağı oluşumuzu adeta ilmek ilmek nakkaşlamıştı. O nakkaşın taçlı çiçekleri olarak bize düşen, tıpkı Boranbay’ın dediği gibi sessiz bir bekleyişle kaderimizi yaşamaktı. Burada aslında işin özü hayvan taklidi yapmaktan geçiyordu. Bilindiği üzere hayvanlar kaderleri için mücadele edecek güçlerinin olmadığını anladıkları vakit, kendilerini kuytu bir köşeye çekip Allah’dan gelecek gücü, yani yaşamı ya da ölümü beklerler. Bizim de belli bir süre sonunda yapmamız gereken bu idi. İşte bu yüzden Boranbay ta en başından beri haklıydı, zira onunla birlikte ben de haklıydım. Çünkü biz, “El alem ne der!” safsatalarından uzak, sadece kendimiz olarak bir hayat yaşamayı hedef edinmiştik. En önemli husus, Boranbay benimle ben de Boranbay ile çıkar amaçlı değil, sevgi ve saygı karşılığında evlenmiştik. Aslında olaya farklı yaklaşırsak sevgi ve saygı da kendi içerisinde bir çıkardı, ama bu iyi olan bir çıkardı. Çünkü hiç kimse sevmediği bir insanla yaşayamaz, üstüne üstlük evlilik gibi kuvvetli bir bağı kuramazdı. Aksi halde evlilik iki taraftan birine zulüm olarak devam eder ya da süresi gelince biterdi. İşte biz bunları bilerek hareket etmiştik. Arada iyiliğimizi istediğini zannettiğimiz ya da gerçekten, “İyiliğimiz için olsun” diye bilmeden bizi hatalı bir evliliğe sürükleyecek insanların laflarına aldanıp, istemediğimiz evliliklere doğru adım atma hatalarına da düştüğümüz olmuştu. Çünkü o zamanlar Boranbay ile birbirimizden habersizdik. Ama Allah’dan bu hatalarımız en başından yitip gitmişti. Parmağımıza bir yüzük girmeden, nihayetinde daha tanışma arefesinde küllenmişti, o hatalı adımlar. Ve vakti gelince Boranbay ile karşı karşıya gelmiştik. Aslında yapmamız gereken çok basitti, ama biz yolumuzu uzatıyorduk. O basit olduğu halde yapmayıp yolumuzu uzattığımız hatamız ise şu idi: “Kendi kalbimizin sesi yerine, başkalarının kıskançlık dolu kara kalplerinden dudaklarına dökülen lafları dinlemek...”
Evet, insanların olur olmadık laflarına kulak asmak basit görünen, lakin koskoca hayatımızı etkileyen büyük bir hatadır. Öte yandan başkalarının her dediğine ayak uydurmaya çalışmak ya da verilecek bir kararda kendini dışa açıp insanların türlü türlü yönlendirmelerine göre şekil almak da hatalara davetiye çıkarmaktadır. Zira kişinin kulağına giren her lafta hissiyatları sönmekte ve yerinde bir karar vermesi zorlaşmaktadır. Kişi en önemli kararlarını verirken sakin bir ortamda kendisi ile baş başa kalıp Rabbi’ne dua ederek yapmayı ya da yapmamayı planladığı şeyleri düşünüp, ölçüp, tartıp kararını öyle vermelidir. Tıpkı bir yıl önce Boranbay’ın dediği gibi:
“Biz hayatımızı yaşayalım, kimsenin lafına bakmayalım. Allah nasip edecekse zaten eder. Biz istiyorsak istediğimizi Allah’dan dileyip bekleyelim. Geleceği varsa gelir...”
Evet, yapmamız gereken kendimizle baş başa kalıp, Rabbimizle istişare ederek istemek, kulaklarımızı çevrenin olur olmadık laflarına tıkamak ve sabırla olacakları beklemekti. Önemli olan bir diğer husus, illa ki evlilikte bir çıkar aranacaksa bu çıkar bizim yaptığımız gibi saygı ve sevgi olmalıydı. Çünkü evliliği ayakta tutan saygı ve sevgi idi, kıskançlık değildi. “Sen beni daha az seviyorsun, ben daha çok seviyorum...” şeklinde dile dökülen laflarla birbirini incitmemek, partnerinin seni sevip sana saygı duyduğuna sonuna kadar inanmaktı, evlilik. Bu da güven ile oluyordu. Yani güveni öyle sağlam kurmalısınız ki biriniz diğerinize, “Ben seni daha çok seviyorum, sen daha az seviyorsun...” tartışmasını açamasın ve eşler arasında harcanan paranın hesabı yapılmasın. Biz, bu güveni Boranbay ile sağlamıştık. Kendisini dinlediğimiz, güvenerek inandığımız, severek saydığımız birbirimiz idik. Zira sevginin tarifi yoktu, sadece yaşanılanı ve yaşatılanı vardı. Bu insanoğlu ile hayvanlara verilmiş yegane güçtü. Hayvanlar sevgiyi ve saygıyı yaşayıp yaşatmakta insanlardan daha mahirdi. Zira onların ‘Güvenmemek’ gibi bir sorunu yoktu, ne yazık ki bu sorun sadece insanoğluna aitti. Boranbay ile en büyük başarımız, insanoğluna ait olan bu ‘Güvensizlik’ duygusunu reddedip sadece ‘Güven’ duygusunu bütün benliğimize sindirmekti.
Boranbay ve ben kararlıyız: ailemiz, Turgay ve ailesi, dostlarımız, doğacak olan ikizlerimiz Sukeyna ile Celil Şah ve hayvanlarımızla aynı güven, sevgi ve saygı içerisinde nice yaşamlara en güzel anıları sığdıracağız. Çünkü yaşam anılarıyla anılar da bizimle güzel olacak. Biz bunu tanıştığımız ilk gün, 1 Temmuz günü hastane yolunda birbirimizden habersiz, sadece ruhsal iletişimimiz ile planlamıştık...
Yaşam anılarıyla güzeldir; anılar da bizimle güzel...
La Rocca Rukiye Baldede
Eser İlk Yazım Tarihi: 01.07.2000-Cumartesi
Saat: 15.30
Düzenleme ve Bitiş Tarihi: 05.02.2023-Pazar
Saat:17.45- 23.03.2023- Perşembe-Saat: 17.30