- 397 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Şairler Susar Mı?
Alıntıdır. Beğendim bir makaleyi size de sunmak istedim. Birgün Gazetesinde yayınlamıştır.
Şairler susar mı? Güçlü Ateşoğlu - Dr., Akademisyen.
Paul Valéry, Şiir Sanatı eserine girişte, “Şiir, akıl [ile] hayatın tam da buluşma noktasındadır: İki tanımlanamaz öz” diyor. Şiirin ve felsefenin içeriğinin tanıma ya da betimlemeye gelmeyeceğini düşünüyorum; onlara bir ölçü ya da ölçüt getirmek de abesle iştigal. Descartes gibi şiiri bir “armağan” olarak görmek ile Platon’da olduğu gibi şiire dayalı bir eğitim anlayışından felsefeye dayalı bir eğitim anlayışına geçmek gerektiği düşüncesi (İon) arasında her ne kadar kolay açıklanamaz bir salınım olsa da, Valéry’nin ve Gadamer’in şiir ve şair için zikrettiği düşünceler bir ufukta birleştirebilir meselenin özü üzerine açıklamamızı –meselenin özü hep sonradan gelir!
Valéry, “şair hususi bir olay sebebiyle gizli bir dönüşüme tâbi olur” der ve “hayvanlar arasında nasıl aniden mahir bir avcı, yuva kurucu, köprü yapıcı, tünel veya dehliz kazıcı beliriyorsa insanlar arasında da mürekkep[/bir araya gelmiş] bir oluşumun kendisini beyan ettiğini, işlevlerini hususi bir eser için büktüğünü görürüz” diye ekler. Doğa denilen yapının kendi iç işleyişini oluşturan doğal-sistemler olması gibi, şair de böyle bir doğallıktan mı payını alır? Soru bizi, tinsel, toplumsal, tarihsel olanın doğal olana indirgenip indirgemeyeceğini, eş deyişle, natüralizme demir atıp atmayacağını cevaplandırmaya götürür. Meselenin iki kutbu daha vardır: Hegel’de ve Marx’ta gördüğümüz gibi ikinci doğa olarak toplumsalın kurulumu ve de 18. yüzyılın akıl-doğa karşıtlığının doğal olanı tinsel olanla birlikte düşünmek suretiyle aşma kavrayışı. Bunların iç içe geçmesi, hakikati ya da yetersizliği ayrı bir tartışma konusu. Valéry ve Gadamer’in yorumlarını tartmaya yaklaşıyoruz. Hegel, modern dünyanın, romantik sanat formunun sonuna ya da “çözülüş”üne şahit olduğunu açıklar ve epiğin yerini roman ve kısa hikâyenin almasıyla epiğin öldüğüne işaret eder; fakat hiçbir yerde, “asıl olarak” sanatın modern dönemde sonlandığını söylemez. Çözülüş bir son ya da ölüm değildir, başka bir forma girmek için eriyip-kaynaşmadır. Schiller de, daha öncesinde, doğanın pek çok öğesi gibi, şiirin de karakterize ettiği tinsel dünyanın bu ergimeden, füzyondan, eriyip-kaynaşmadan pay aldığını düşünür. Burada sanat ya da şiir, varlığın pek çok öğesi gibi, kendini düzenleyip örgütleyen birer organizma olarak düşünülür. Şiir, politika, tarih, din, etik vs canlı bir organizmanın oluşturucu öğeleridir; kadim, moderne bu sayede karışır. Hegel için sanat bizim için “en yüksek çağrı”yı artık yerine getiremese de, klasik sanat ile romantik sanat arasındaki ayrım ve bunların şimdide aşılması, bir başka olanağa kapı aralayabilir.
Houlgate, “Hegel’in ironik mizah içindeki sanatın ‘ölüm’ünden, sanatın hakikî görevini yerine getirmeyi sürdüren yeni bir sanat formunun ‘yeniden dirildiği’ni” söylüyor. Bu görev, ahlâkî bir ödev gibi düşünülmemeli. Teorik felsefe ile pratik felsefe, doğa üzerine bilgimiz ile eylemeye dayalı bilgimiz arasında getirilmiş olan keskin ve katı ayrım, Schiller tarafından duyum ile aklın ayrılmadığı zemininde temel bir itkinin olduğu güzellik kavrayışında bütünlüğe ulaştırılmaya çalışılıyordu. Mesele ahlâkî değil, bir karakter yaratmaktı. Ne tepeden inmeci ne de keyfî seçmeye ya da hazza dayanan. Hegel için de “güzellik, idenin duyusal parlamasıdır –birliğin, aklın ve bütünlüğün duyusal olarak sezilebilir (ya da hayal edilebilir) formundaki dışavurumdur.”
Gadamer, 1970 yılındaki “Şairler Susar mı?” başlıklı makalesinde, sözün artık dolaysız bir iletişim yaratmadığı çağının yazınına “uygarlığımızda hâlâ şaire bir görev düşer mi?” sorusunu sorarken Schiller ve Hegel’le benzer bir noktaya işaret ediyor. Şiir hâlâ insanın –ya da dünyanın– ayrılmaz bir parçası mıdır? “Poetik sözün ayırt edici karakteri, tam olarak, başka bir yere varmak için kişinin ondan uzaklaşacak şekilde bir şeye gönderme yapmamasıdır. Şiirde, kişi sözden uzaklaştığında, aynı zamanda ona geri yönlendirilir; hakkında konuştuğu şeyi garanti eden [poetik] sözün kendisidir.” Buradaki poetik söz, anonim bir kitle toplumundaki huzursuzluğun ve sıkıntının kol gezdiği bir çağda, gerçek dayanışmaların yeniden keşfedilmesi ya da yeniden kurulması talebi için hepimizin yaşadığı bir deneyime, bağlanmaya, (yönsüzlüklere rağmen) yöne işaret eder.
Gadamer için kişi poetik bağlanmayla ne kadar yakınsa, anlam o kadar zengin ve söz o kadar mevcut hale gelir, mevcudiyeti/bulunuşu güçlü olur. “Poetik sözün ayırt edici özelliği, bir şey sunmak suretiyle kendisini sunma şeklinde yatmaktadır.” Gadamer, poetik sözü varlık zemininde ele alıyor, bir şey sunmak suretiyle kendisini sunması, varlık olarak varlığı. Sunma ve var olma temsilî bir şey değil. Bu yüzden Schiller gibi o da mekanik, tekniğe dayalı olanın belirleyiciliğine karşı çıkacak. Şiir hepimizin bir ifadesidir, dışavurumudur. İki soruda çatallanıyor mesele: Şairin “ben”i, her birimizin o olduğu, dolayısıyla insanın arketipi, ilk-örneği mi; yoksa herkesin “ben”i olmasaydı, bir şairin “ben”i de olamaz mıydı? Bu sorunun cevaplanması sonraya kalsın, gelgelelim, şu iki saptama şiir ve şair için bâkî bu kubbede: “Şiir insan soyunun ana dilidir” (Hamann). “Soru, şairlerin sessiz olup olmadığı değil, kulağımızın duyacak kadar keskin olup olmadığıdır” (Gadamer).