- 200 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAZAR TIKANIKLIĞI
YAZAR TIKANIKLIĞI
Aylardan Haziran, vakit akşamüstüydü. Ne kavurucu bir sıcak ne de içimi titreten bir ayaz vardı. Ilık ılık esen bir yaz rüzgârı dağıtıyordu saçlarımı. Uzun zamandır kelimelere hayat veremediğimi fark edince Ege’de güzel bir otele yerleşip dinlenmeye karar verdim. Otele gelir gelmez resepsiyondaki görevli kız yaz etkinliklerini sırlamaya koyuldu. Genç kızın hevesini kırmamak adına onu saygıyla dinledim. Kız konuşurken sağ elini sürekli küpesine götürüyordu. Dirseğinde pembe bir file benzer doğum lekesi vardı. İşinde iyi bir dövme sanatçısı, bu doğum lekesini şahane bir sanat eserine dönüştürebilir diye düşündüm. Kız lekeye dikkatle baktığımı fark edince kolunu aşağıya indirdi. Ben de biraz utanmıştım mahcup bir gülümsemeyle kıza “Buraya dinlenmek için geldim. Herhangi bir etkinliğe katılmak istemiyorum. Teşekkür ederim.” Dedim. Kızın yüzünden “Madem katılmayacaktın niye iki saat konuşturdun?” der gibi bir ifade geçti. Fazla üzerinde durmadım.
Odamda beyaz tül perdeler akşam güneşini selamlıyordu. Turuncu ve pembenin tatlı tonları oynaşıyordu yatağın ayak ucundaki hasır kilimin üzerinde. Odanın içi şeftali kokuyordu. Yan taraftan geldiğini düşündüğüm müzik sesiyle birlikte biraz gevşediğimi hissettim. Buraya gelene kadar epey yorulmuştum. Mavi üstüne minik beyaz çiçekli yatak örtüsüne kendimi bıraktım. Kumaş öyle yumuşaktı ki papatyalarla süslü gökyüzü beşiğinde uyumak gibiydi.
Uyandığımda güneş çoktan batmış, yıldızlar yerlerini papatyalardan devralmıştı. Yemeği odama söyleyip telefonumu çantamdan çıkardım. Nasıl oldu da onca saat telefona bakmadan durabilmiştim kendime şaşırdım. Uçaktan indikten sonra açmayı da unutmuştum. Cihazın kendine gelmesiyle mesajların, arama bildirimlerinin hücum etmesi bir oldu. Çoğu editörümdendi. Sonlara doğru mesajların üslubu değişmiş, öfkesini sözcüklerin sonlarındaki ünlemlerden belli oluyordu. Onun beni bu kadar sıkmasından da kaçmıştım ama yine de “Senden kaçıyorum.” Diyemedim. Belki arkadaş olarak kalmaya devam etseydik her şey farklı olabilirdi. Şimdi iki kelimeyi yan yana getirip yeni bir dünya kuramıyorsam bu Erol’un “Daha iyi olmalısın” baskılarından dolayıydı. Son mesajında “Yayın eviyle görüştüm. Kitabı ne zaman bitireceğini soruyorlar. Hepimiz senden bir tarih bekliyoruz acele et!” diyordu.
Öfkemden bir köşeye fırlatıp attım telefonu. Bu adamın zorlayıcı tavırları yüzünden artık yazmak istemiyordum. Daha da önemlisi beni yazmaya iten iç sesim susmuş, ilham veren renklerim solmuştu. “Yazmak içinizden geldiği gibi konuşmaktır çünkü kimse sizin sözünüzü kesemez.” Sözü düsturum olmuştu yıllarca. Ben hep bu sözün verdiği güç ile yazıyordum. Öykülerimde kendimle konuşuyor, beni daha iyi anlamaya, tanımaya çalışıyordum. Ancak Erol tüm büyüyü bozdu. Beni düşler ülkesinden çekip gerçek hayatın karanlık dehlizlerinde terk etti. “Yazar tıkanıklığı yaşıyorsun “ dedi gittiğim psikolog. Bana inzivaya çekilip, kendimi dinlememi tavsiye etti. Bunun için geldiğim bu tatlı Ege sahilinde bile huzursuz düşünceler peşimi bırakmıyordu.
Boğucu rüyalarla dolu yorgun bir gecenin sabahına “Yeni gün, yeni umutlar” diyerek uyandım. Zihnim yataktan kalkmam için zorluyor, bedenim ise mıhlanmış gibi hareket etmiyordu. Yan odadaki çift ak deniz esintileriyle dolu bir gitar konçertosu dinliyordu. Onları odanın ortasındaki hasır kilim üzerinde, uçuşan beyaz perdelerin arasında dans ederken hayal ettim. Birbirine dolanan elleri, ritmin ahengine kapılmış bedenleriyle aşkın tek vücut olmuş hali gibiydiler. Sonra tahminen aynı şekilde dekore edilmiş odamın boşluğuna baktım. Ben daha önce kimseyle dans etmemiştim. Yaşamadığım birçok şeyi yalnız hayalini kurarak yazmaya çalışıyordum. Erol bir bakıma haklıydı. Aşk ile ilgili yazdığım her şey sığ ve bayağı oluyordu. Tavana sabitlediğim gözlerimi sımsıkı kapattım. Sıcaktan terleyen saç diplerim kaşınıyordu. Sonra birden yataktan fırladım ve “Âşık olmalıyım” dedim. Sanki aşk öyle evrenden siparişle gelip seni bulabilen bir şeymiş gibi. Üzerime özensizce geçirdiğim ütüsüz sarı elbisemle, uyumsuz şapkama aynada son kez bakıp odadan çıktım. Çantamda bolca kağıt ve kalem vardı bir de belki canım denize girmek isterse diye bir plaj havlusu almıştım. Karnımın içinde dolanmaya başlayan tatlı telaşa aldırmadan aceleyle kahvaltıya inip bir iki lokma atıştırdıktan sonra sahilin yolunu tuttum.
Sabahın bu erken saatinde denizde yüzen insanlar vardı. Çoğu şezlong boştu fakat insanlar daha sonra geleceklerini belli etsin diye üzerlerine havlularını serip gitmişlerdi. Genç bir çift el ele denize giriyordu. Balayında olabileceklerini düşünüp gülümsedim. Arkalarından dalgalar halinde kelebekler uçuşuyordu sanki. Ağır ağır yürüdüm sahil kenarında. Islak kumlarda bıraktığım ayak izlerine dönüp bakmak hoşuma gidiyordu. Az sonra kahvaltı saati biter güneşte kavrulmuş bronz tenli insanlar plaja akın ederdi. Kalabalık yaklaşmadan uzaklaşmak en iyisiydi.
Kendime oturup bir şeyler yazacak sessiz sakin bir yer bulana kadar sahil boyunca yürüdüm. Küçük bir koyun ortasında yetişkin bir insan boyunu geçmeyecek kadar uzunlukta bir kaya duruyordu. Etrafındaki beyaz kumlara, karşısındaki mavi sulara ve arada bir dinlenmek için üzerine konan martılara aldırmadan öylece tek başına bekliyordu. Yanına yaklaştıkça heybeti artıyor, yalnızlığı ona ayrı bir görmüş geçirmişlik edası veriyordu. Kumlar o kadar temiz görünüyordu ki kayanın dibine bir şey sermeye gerek duymadan oturdum. Sırtımı ona yasladım ve ince kumlarla kaplı ıslak ayaklarımı denize doğru uzattım.
Biraz dinlendikten sonra artık bana azap gibi gelen yazma işime odaklanmaya çalıştım. Hafif esen rüzgârda kenarları uçuşan beyaz kağıtlar adeta can çekişiyor, kucağımdan uçup gitmek istiyorlardı. Evirdim çevirdim. Olmadı. Kalktım biraz yürüdüm, farklı şekilde oturmayı denedim. Olmadı. Uzandım, gerindim, denize taş attım, kumları tekmeledim, saçımın bağını çözdüm, bağladım. Olmadı, olmadı, olmadı! Neyi nasıl denediysem başaramadım. Güneş denizin ardına düşmeye başlayana kadar anlamlı bir tek kelime dahi yazamadım. Çantamda buruşturulmuş kağıtlarla otele geri döndüm. Öyle öfkeli yürüyordum ki kumlar ayak tabanlarıma batıyor, her adımımda etrafa uçuşarak arkamda minik toz bulutları bırakıyordu.
Sonraki bir hafta, her sabah aynı kayanın dibine hevesle gidip, hayal kırıklığı ile geri döndüm. Artık iyiden iyiye tükenmiş hissediyordum. Edebiyat yaşamımın bittiğine inanan, erken emekli olmaya zorlanmış bir yazardım. Artık yazamayan bir yazar… Bunun tüm sorumluluğunu Erol’un yaşattığı duygusal şiddete bağlayamazdım. Onu daha çabuk çıkarabilirdim hayatımdan. Ama yapmadım. Ondan kurtulabilecekken kendimi ona daha sıkı bağladım. Sonunda bu bağdan sıkılıp zincirleri kıran yine o oldu. Şimdi içine düştüğüm karanlıkta kendi kendimi boğuyordum.
Haziran güneşinin parıldadığı, martıların şarkılarla denizi şımarttığı güzel bir günde çantama beyaz kağıtlarımla birlikte umutlarımı da yükleyip şahit kayanın yanına gittim. Ona böyle sesleniyordum çünkü kim bilir kaç mevsimdir tüm haşmeti ile burada dikiliyor, olup biteni izliyor ve biz onu duyamasak da “Ben buradayım, sizi görüyorum.” Diyordu. Günlerdir süren çaresizliğime de şahit olduğunu düşünüp biraz utandığımı itiraf edebilirim. Tüm kasvetimle yazı takımımı çıkarıp kucağıma yerleştirdiğim sırada kayanın dibinde yarısı kuma gömülmüş bir kağıt parçası dikkatimi çekti. Oysa dün akşamüzeri sahili terk ederken ardımda bir şey bırakıp bırakmadığımı iyice kontrol ettim sanıyordum. Kağıdı elime aldığımda benim yazımdan çok daha mükemmel bir el yazısı ile “Sadece Seyret!” yazdığını fark ettim. İstemsizce sağıma soluma bakındım önce. Bu not bana mı bırakılmıştı? Günlerdir otelin biraz ilerisindeki bu küçük koyda kimseyi görmemiştim. Şayet bana yazıldıysa neyi seyretmeliydim? Derin bir soluk alıp elimdekileri çantama geri koydum. Bacaklarımı göğsüme kadar çekip ellerimi birbirine kilitledim. Dakikalar geçtikçe manzaraya alışıyor, yeni yeni detaylar buluyordum. Maviye doyarcasına gözlerimle içtim denizi. Üzerimden uçan kuşların kanatlarını inceledim, kayanın üzerindeki yosunları temizledim. Bir süre sonra sahili dolaşmak geldi içimden. Bilmediğim oyuklara, irili ufaklı taşların olduğu denizden uzak taraflara ilerledim. Söylesem kimse inanmazdı martıların benimle konuştuğuna. Çocukken bulutların pamuk şekerden olduğunu söylediğim zaman da kimse inanmamıştı. Oysa tadına baktığıma yemin edebilirdim. Attığım her adımda dans eden eteklerim çocukluğumdan esintiler getiriyordu. Bu gezintinin sonunda bulutlar kadar hafifledim. Nedenini bilemesem de her geçen saniye daha da büyüyen müthiş bir heyecan vardı kalbimde. Tek bir satır bile yazmadım o gün. Bulduğum notta dediği gibi sadece seyrettim. Renklerin tonlarına, güneşin ışıltılarına hayranlıkla baktım. Gördüğüm kuşlara, çiçeklere isimler verip hikâyelerini hayal ettim. Sonra her bir çakıl taşını aklımda tutarcasına sahili baştan başa ezberledim.
Otele geri döndüğümde öfkeyle çantaya teptiğim buruşuk kağıtları çıkarıp yeniden okudum. Meğer şimdiye kadar yaptığım tasvirler ne kadar da duygudan yoksunmuş. Kelimelere anlam yüklemeye çalışırken gözlerimle kaçırdığım anlamları saymaya gücüm yetmedi. Etrafa saçılmış kağıtlarda bir sürü boşluk vardı. Hiç vakit kaybetmeden sahili, rüzgârı, martıları, güneşin batışını betimlediğim bölümleri yeniden yazdım. Denizin mavisi daha canlıydı artık. Rüzgâr saçlarımı daha güçlü savuruyordu ve kulaklarımda duyduğum sesler martıların mutluluk şarkılarıydı. Bir ilham perisi tek bir cümle ile bakmanın görmekten ne kadar farklı olduğunu öğretmişti. Bütün gün seyrettiğim her güzelliğin resmini çizdim sözcüklerle. İçimde öyle bir rahatlama vardı ki başımı yastığa koyar koymaz uyudum.
Ertesi gün kahvaltı yapmadan hızlıca gittim artık benim saydığım mabedime. Bir not daha bırakılmış mı diye kayanın etrafını telaşla aradım ancak herhangi bir şey bulamadım. Yarı hayal kırıklığı ile çöktüm yere. Kumları avuçlamaya ve tanelerini rüzgarın yumuşak kollarına savurmaya başladım. Hemen yazmak gelmiyordu içimden. Biraz daha seyretmenin tadına varmak istiyordum. Şarkılar mırıldandım, hayaller kurdum. İçimin yavaş yavaş umutla dolmasını izledim. Gönül gözümdeki perde açıldı, oyuncular sahneye taşındı ve mutluluk ılık bir meltemle gelip saçlarıma taze çiçekler bıraktı. Bana sadece seyretmemi, seyrederken görebilmemi öğütleyen o ilahi peri kelimelerime de hayat verdi. Artık biliyorum;
“İşte sırrım, çok basit: En iyi yüreğiyle görebilir insan.
Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez”
Antoine de Saint – Exupéry (Küçük Prens)
MERVE KIYMAZ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.