Sırdaşımla Paylaştıklarım
Sevgili Sırdaşım;
Formel sözlere girmeden konuya geçiyorum:
Satırlarıma başlamadan önce, kendimi sana affettirmenin yollarına başvurmalıyım; çünkü bana kızdığını tahmin ediyorum. Hatta çok kızgınsın! Bu sebeple, nereden ve nasıl başlayacağımı inan ki tam olarak kestiremiyorum.
Biliyorum, haftalardır ihmal ettim seni. Bunun için üzgünüm. En azından, beni merak edeceğini düşünerek, bir selam göndermeliydim. (Sahi yazmadım mı? Ah bu son zamanlarda pek unutur oldum her şeyi. Malum, giderek yaşlanıyoruz...) Ama hatırladığım kadarıyla, misafirimin olacağını son mektubumda yazmıştım sana. Yanılıyor muyum yoksa?
Sevgili Sırdaşım; misafirim oldukça ağır bir misafirdi! Anlayacağın, bana son dönemlerde sık sık gelmeyen ve talepleri oldukça büyük olan biri. Yani her an ilgi isteyen, konuşacakları hiç bitmeyen ve üstelik her sözün sonunda "değil mi ama?" ya da "anlatabiliyor muyum?" deyip duran ve yetmiyormuş gibi onu doğrulamamı bekleyen biri. O yıllardır arkadaşım olduğundan, çok iyi tanırım. Yani huyunu suyunu iyi bildiğimden, ne dediyse, onayladım çoğu zaman. Daha doğrusu onaylamak zorundaydım. İşin garip yanı, onu dinlemenin sonu hiç gelmedi. Yani anlatacağı konular zincirlemesine uzadıkça uzadı ve bitmek nedir bilmedi.
Ama bu sefer, saatler ilerledikçe, temelde yumuşak olan huyum, sert bir yörüngeye saplandı. Birinci günün sonunda, onun o tiz sesini aralıksız dinlemekten, inanki çok yoruldum. Bilmiyorum belki de onu çoğunlukla onayladığımdandı hiç susmaması. hai dedim, misafirdir. Eleştirirsem alınır malınır, ne bileyim... O düşünceylee, çoğunlukla sustum. İyice desaarj olsun, dedim. Acaba onun konuşma motivasyonuna katkı mı sağladım, demekten alamıyorum kendimi. Bir de zırt pırt balkona çıkıp sigara içmesi yok mu... Ah, beni fena sinir ediyordu...
Baktım olacak gibi değil: ertesi gün çıkıp bir yürüyeyim, temiz hava alayım ve biraz da kafa dinleyeyim dedim. Dedim ki ona: "Minecim, istersen dinlen biraz. Bir kitap al oku ya da biraz kestir bu arada! Zaten iyi uyumamışsın, yorgunsun..." dedim. Ayol, söylediğime bin pişman oldum: misafirim hemen atağa geçmez mi... Başladı: "bu olmadı işte! Vallahi de çok alındım, çoook!” demeye. ”Ayol ben ta iki saatlik bir yol kat etmişim sana gelmek için, sırf seninle olmak için... Ama sen ne yapıyorsun? Hemen rahatsızlığını göstermek ister gibi, bensiz yürüyüşe çıkmak istiyorsun. Oldu mu şimdi böyle? Yapma Allah aşkına! Ya bi düşün ya! Ya sen bana gelsen, ben böyle desem, ne düşünürsün ha, söyle, ne?" demez mi... Üstüne üstlük, hiç durmadan söylendi durdu bütün gün. Ardından fabrikanın hiç durmayan bandı gibi devam etti ve ta üç yıl önceki bi tartışmamızı güncellemeye başladı:
Yok efendim ben nasıl öyle bir bakışa (!) sahip olurmuşum, neden siğara, alkol içmezmişim, hiç romantik değilmişim bla bla bla... Halbuki ben çoktan unutmuşumtum yıllar önceki o tartışmayı. O şimdi böyle anlatmaya başlayınca, bir fragman gibi geldi gözümün önüne. İşte bu arkadaşımi, yani Mine, beni suçlar gibi devam ederken, ben hala, alttan almaya çalışıyordum tabii: "tatlım çok haklısın bak! Öyle anlamana sebebiyet vermemeliydim. O zamanlar biraz gergindim yani. Zaten bunu daha önce de konuşmuştuk, öyle değil mi? Bence çok gereksiz geçmişteki tartışmalarımızı yinelemek." demeye kalmadan ben, bu sefer de, niyeymiş o efendim. Neden gerilmişim ki? Efendim unutamıyormuş da, o kendini hep suçlu hissediyormuş da, yeterince ilgilenmediğimdenmiş de, ciddiye almadığımdanmış da...
Sonunda baktım olacak gibi değil. Misafirim susmak bilmiyor, dahası sanki bütün marazını bana çevirmekten, beni eleştirip durmaktan zevk alıyor. Ve sanki ben sustukça, ılımlı davrandıkça; koltuklarının nasıl kabardığını gözlerime sokacak derecede ukala davranıyor ve dilbazlıkları bitmek bilmiyor; bari orta bir yol bulayım, dedim. Geçip oturdum yanına. Tuttum bana taraf olan elini: " Tatlım bak, beni yanlış anladın yine! Üzdüysem seni, gerçekten özür dilerim. Gerçekten bak!" dememe kalmadan, çekti elini elimden. Fırladı yerinden. Ayakta biraz dolandıktan sonra o çatık kaşları, dikleşmiş sırtı ve kavuşturduğu kollarıyla; yine bana döndü. Ben o an müthiş biçare hissettim kendimi. Bu kadının davranışları, sözleri, ses tonu... resmen bana hakaretti. Ama biçareliğimden suspustum. Ne de olsa misafirimdi. Kaç yıllık arkadaşımdı. Kadıncağız hepten fıttırırmasın diye susuyordum. Fakat her geçen saniye biraz daha iyi anlıyordum ki; onu bu hale getiren - benim henüz bilmediğim - sorunları vardı. Dilinin altındaki o kemirgen mevzuyu öğrenmeliydim. Rahatlamalı bu kadın, dedim kendi kendime. Ama belliydi ki, anlatmakta zorlanıyordu. Bu nedenle, sudan bahanelerle, bana saldırıyordu.
Bu düşünceyi baz alarak, araya pozitif bir laf atıp havayı yumuşatayım, konuyu değiştireyim dedim: "Ya canım tamam. Hak lı sın! Hem de çook! İstersen şimdi biz şöyle yapalım, Minecim! Akşama ne yemek istediğini düşünelim..." demeye kalktım. Sözüm yine bitmeden, birden hışımla döndü bana. "Ya Seve, bırak Allah aşkına! Sen benle dalga mı geçiyorsun? Ya çıldırtıyorsun ha! Ya sen beni soktuğun hale bakmadan, bana yemekten söz ediyorsun. Sahi kendini duyuyor musun sen? Bu kadarı da fazla yani! Ya, seni gerçekten anlamıyorum, Seve! (Bu başka bir atak!) Ne olmuş sana böyle? Sen bu son yıllarda, şu yazma işinde odaklandığından beridir hep böyle kaba saba davranıyorsun bana. Asosyalleştiğinin farkında mısın? Ya sana kalsa her saniye yazarları çizerleri; kuş ve ağaç türlerini konuşacağız. Yetmiyormuş gibi bir de dünya meselelerini, iklimin boktanlığını konuşacağız. Ya, yeter! Bırak biraz da yaşayalım. Biraz gülelim, eğlenelim. Hatta ağlayalım... Hem sen hiç düşündün mü? Ben belki de taa buraya, senin yanına ağlamak için geldim. Beni dinlemen için geldim belki! Neden hiç böyle düşünmüyorsun? Ve üstelik tam tersine beni başından savmaya, susturmaya çalışıyorsun, ha…? Söyle neden?" dedi.
Derin bir iç çektim. Yine sustum. Yorgunluğum on kat daha arttı. Sanki bedenim üç kilo birden eridi. Çünkü o bunları söylerken, sitemkar bir ses tonu vardı. Hatta biraz ağlamaklıydı. Kolları havada dans ederek sürdürüyordu konuşmasını. Bense paralize olmuştum. Şaşkındım. Ve aval aval onu izliyordum. Hatta agresif bir konum sergiliyordu. Ürkütücüydü. Bense, tıpkı bir drama filmi izler gibiydim. Dilimi yutmuş, pasif bir seyirci gibiydim.
İçimden acıdım ona. Sarılmaya kalkışsam, yine tepki göstermesinden çekindiğimden, sadece pür dikkat onun hareketlerini, mimiklerini izledim. Arada bir kafamı sallamakla yetindim, çünkü gerçekten yorgundum. Utanmasam gözlerimi yumacaktım. Kulaklarımı tıkamak isterdim. Sessizliğe öyle ihtiyacım vardı ki...
Kendi kendime direnç edinmeye çalışırken; "bu ne ya! Ben neden buna gel dedim ki?" düşüncesinin empatik yanı üzerinde yoğunlaşmaya başladım. Oysa o habire konuşuyordu. Artık onun kelimelerin, cümlelerini duymuyordum. Allahtan artık tepemde değildi. Koltuğa çökmüştü. O da mı yorulmuştu?
"Bu kadının bir sıkıntısı var. Kesinlikle rahatsızdı! Bunu nasıl anlayamadım!" dedim içimden.
Acıdım ona. hem de çok acıdım. Bir yol bulmalıydım. Bir yol…
Güzel Sırdaşım; kapı zili çalıyor. Şimdilik son veriyorum satırlarıma.
Yazışmak üzere, diyor ve öpüyorum seni.
Devam edecek...
H. Korkmaz år 21/23 Sthlm