Bir Yağmur Ertesi Yalnızlık Hissi Miydi?
Çok yakın bir arkadaşımla konuşuyorum. Konuşuyorum dediysem, iki kişinin yan yana oturup sohbetinden söz etmiyorum. Bilindiği üzere; şimdilerde, akıllı telefonlar üzerinden gerçekleşiyor sohbetler. Yoğun bir şekilde ve peşpeşe gelen o "tık" sesi. Öyle heyecan verici ki.
Gençler için değil belki, ama benim için heyecan verici. Bazen gelen mesaja cevap vermeye yetişemeden, ikinci tık sesi geliyor. Parmaklarım hızlansa da, cevaplayamadıklarım yukarıya kayıp kayboluyor. Zırt pırt yukaya döneme fırsatım olmadığından, cevapsız kalıyor bazıları. Neyse!
Sonunda görüşme satim yaklaşıyor. Ne olur ne olmaz diye, telefonun sesini kısıyorum. Bu sefer o tık sesini duyamayacağım, endişesine kapılıyorum! Bu nedenle de elimi çantadan uzak tutamıyorum. Bekleme salonunda yalnız olmadığım için, kötü bir huy edindiğim sanılmasın diye; ihtiyatla, bir göz atıyorum etrafıma. Aklımca "oralı olmuyor" havası yaratmaya çalışıyorum. Halbuki kime ne! Bu düşüncelerde git gel yaşarken, elim durmuyor yerinde. Sanırsın zapt edilemeyen hiper aktif bir çocuk. "Kızım, bırak şu telefonu! Normal nefes almaya bak, töbe töbe!” diyorum kendi kendime. Ama, nafile! Söz geçiremiyorum elime. Bir iki normal nefes aldıktan sonra, yine büyük bir merakla, telefona kayıyor elim ve gözlerim. Bu arada kafamı sağa sola çevrip bakıyor ve pür dikkat etrafımda olup zihnime not ediyorum. Yani anlayacağınız gözlerimin çektiği eziyet, anlatılacak gibi değil...
Aha! Kapıda beliren biri: "Helen Karlsson!"diyor. Bu ben değilim tabi ki. Karlsson olacak gibi bir halim mi var? O Helen, hala telefonunu parmaklıyor. Öyle relaks ki kadın! Başını kaldırıp çağıran kişinin yüzüne bakmadan, kapıya doğru ağır adımlarla ilerliyor. ”Ağırlığından mı acaba?” diye düşünüyorum, sanki kendimi ikna etmeye ihtiyacım varmış gibi. Benim bu yaptığım normal değil, diyorum kendi kendime. Paradoksal olan; bir yandan da, bütün dünyanın, hatta evrenin, telefonun hafızasına kayıtlı olduğu realitesinin bilincindeyim. Neden böyle tepki gösteriyorum ki? Bu nasıl bir çıkmaz? Bu nasıl bir dilemma ve çelişki?
Bu düşünceyle hemhal olurken "ayılıyorum." Bi fark ediyorum ki, salonda benim gibi bekleyenler, dünyayla tüm bağlarını koparmışlar gerçekten ve sanal bir dünyanın içine paldır küldür dalıvermişler. Bu nasıl bir teslimiyet? Dahası, benim varlığımdan bihaberler - sanki çok önemliyim de. Söylemek istediğim, onları düşündüğüm gibi, beni düşünmüyor onlar. Şuracıkta bayılıp kalsam mesela; ne kimse görecek, ne de umursayacak bir durumda. Hani, o derece ”buralı” değiliz gibi geliyor bana. Anlaşılan o ki; bir tek benim tetikte olan ve her şeyin farkında olan!
Bu enteresan durum dikkatimi çekiyor, adam akıllı düşündürüyor beni:
Telefondan elimi mütemadiyen çekiyorum. Bu insanları izlemeye koyuluyorum. Sanki ”sahaya” gönderilmiş bir gözlemci gibi analiz etmeye çalışıyorum davranışlarını. Acaba diyorum; "ne düşünüyorlar?" Sahi düşünüyorlar mı? Hangi yakınlarıyla yazıştıklarını; hangi filmleri izlediklerini hayal etmek yerine, çözmeye çalışıyorum. Yoksa bu insanların çoğu depresyonda mı? Kim bilir nasıl saplantıları, aykırılıkları var. Yoksa neden böyle paralize olsunlar ki? Onların üzerinde onca göz gezdirdiğim halde, farkında değil hiçbiri. Onlar adına kaygılanıyorum doğrusu…
Yeni biri geliyor salona. Geçip boş bir koltuğa oturuyor. Sanki babasının eviymiş giriyor içeriye. Sanki çok iyi bildiği, hatta sevdiği köşeymiş gibi oturuyor koltuğa. Hani sanırsınız ki o köşe, o koltuk sırf ona ayrılmış. Hiç etrafına bakmadan, bir milim dahi merak etmeden yapıyor bu işlemi. Vücut dili öyle enteresan ki! Oturur oturmaz, öne eğiyor vücudunun üst yarısını. Başı bacaklarının arasında kayboluyor adeta. Yüzünü görmek mümkün olmuyor öne dökülen saçlarından.. Elindeki telefona odaklanıyor. Ama sadece izliyor. Ne var orada acaba? Bir an dehşete düşüyorum. Kendimi onda görmeye çalışıyorum, ama olmuyor. Mümkünatı yok! Demek ki ben; onlara kıyasla, hala yaşıyorum. Capcanlıyım ben! ”Yaşasın!” diyorum. Çünkü ben hala Yapay Zeka’nın üzerimde tümüyle otorite sağlamasına karşı direniyorum. En azından öyle hissetmek istiyorum…
Mesla:
1. Asla oyun oynamıyorum (sıkıcı geliyor bana)
2. Telefon da asla film izleyemiyorum (belki de ekran küçük olduğundan gıcık oluyorum)
3. Haber okuyor ve dinliyorum
4. Notlar alıyorum takvimime, müzik dinşliyorum.
5. Konuşma dahil, mesajlaşıyorum vs. Bu kadar!
Çevremdekileri izledikçe, durumun ne denli vahim olduğunu kanıksıyorum. Eskiden bu salonlarda hep dergi gazete okunurdu. (Dergi ve mecmualar hala var sehpaların üzerinde.) Mesela insanlar birbirlerine ihtiytlı da olsa bir göz atardı. Alçak sesle sohbetler ederdi. Oysa şimdi? Bu gidişat nereye? Etrafımdakilerin ne düşündüklerini anlamaya, ruh hallerini çözmeye çabaladığım için bir nebze utanıyorum.
Nihayet Mia kapıda beliriyor: "Var så god…!" (Buyurun…! ) diyor. Elimde telefon olmadığı ve ona gülümseyerek gittiğim için kendimi “normal” hissediyorum. Hatta kendimle övünç duyuyorum.
Fakat işim bitip kendimi dışarıya atınca, ilk yaptığım şey, telefonu kontrol etmek oluyor. Buna şaşmıyorum, aksine normal bir davranış, diye düşünüyorum. Ancak bunu, hararetli ve heyecanla yapıyorum. Ne yazık ki boşuna heyecanlanmıştım! Bomboş bir futbol alanı gibi ekran. Üzülüyorum. Neden üzüldüğümü bilmeden üzülüyorum! Yürümeye başlıyorum. Trafiğin gürültüsüne yağmur da eşlik ediyor ansızın. Çiseleyen yağmur, şiddetleniyor yüz metre kadar yürüdükten sonra. Adımlanım hızlanırken, bir yandan da şemsiyemi çıkarmaya çalışıyorum sırt çantamdan. Koşturan insanlarla karşılaşıyorum. Yağmur kokusu, mis gibi toprak kokusuna karışıyor. Ah ne çok seviyorum bu kokuyu. Nenemin kokusunu anımsatıyor bana. Ağaçların, çiçeklerin ciğerleri bayram etsin, diyorum. Az ilerdeki kafeteryayı hedefleyerek hızlanıyorum.
Kafeteryanın içerisi kalabalık ve nemli. Kahve kokusu dinçleitiriyor beni. Cam kenarında iyi bir yer buluyorum. Bir fincan kahve ve bir dilim pasta tepsiye alıp oturuyorum. Yağmur hala yağıyor. Geçen araçlar yağmur suyunu savuruyor. Nedense bana egzotik geliyor bu görüntü. Bir yandan dışardaki hayatın akışını izliyor, bir yandan da aldıklarımdan zevk almaya çalışıyorum. Buranın pastası da pek lezzetliymiş, diyorum. Bir daha gelmeliyim!
Yan tarafımda yalnız başına oturanın bir adamın telefona odaklandığını fark edince, telefona gidiyor elim. Onu hemen çantamdan çıkarıyorum. Ne arayan, ne de soran var. Bravo mu, demeliyim?
Biçare, son yazışmaları okumaya koyuluyorum, çünkü yanıma kitap almayı unutmuşum. Yazışmalarımı okuyunca, beni birden bir gülme tutuyor. Kimse kendi kendime güldüğümü görmesin diye çabalarken, daha da gülesim geliyor. Dudaklarımı ısırıyorum, büzüyorum, ama fayda etmiyor. Patlamak üzere olan bir balon gibiyim. En azından öyle hisssediyorum. Kesin kıpkırmızı olmuştur yüzüm, diyorum. Böyle düşünmek daha da güldürüyor beni. Histerikçe bir durum bu! Gülüşümü içimde boğmaya çalışmak da faydasız. Telaşlanıyorum. Lavaboya gidip orada mı gülsem acaba? Başımı telefondan kaldırıp etrafıma bakıyorum. Aaa, bu da ne! Herkes gülümsüyor. Kimileri kahkaha atıyor. Hayret! Güler miydi bu halk? Bir rüyadaymışım gibi, emin olamıyorum! Sonra, acaba bana mı gülüyorlar, diye düşünüyorum. Dudaklarımı kilitleyerek yeniden bakıyorum etrafıma. Bu kez karşı masada oturan iki orta yaşlı kadınla göz göze geliyorum. Onlar da benim gibi gülüşlerini saklamaya çalışıyorlar. Bunun üzerine, gülmem daha da artıyor. Sanki havai fişekleri ateşlenmiş gibi, pat pat pat, diyen insan seslerini duyuyorum. Şaşkınlığım artıyor. Ne yapsam acaba? Yüzümü ne yana çevirsem? Telefonuma gelen ve yanlış kelimelere dönüşen yazılar kafamın içinde cirit atıyor. Nasıl gülmeyeyim ki?
Yine göz göze geliyorum karşı tarafta oturan kadınlarla. Artık dudaklarımı zaptedemiyoruz. Kendimi sıkmam fayda etmiyor çünkü. Onlar birbirlerine sokulup yüzlerini saklamaya çalışıyorlar. Peki ben yüzümü kimin arkasına saklıyayım? Ayrıca onlar niye gülüyorlar? Yoksa birbirimizin haline mi gülüyoruz? Kim kime, neyi hatırlatıyor? Elimi başımı siper ediyorum. Öne eğiyorum. Gülmem bitmek bilmiyor? Bu kaç günlük bir gülme krizi? ”Sus! Kızım yeter!” diyorum. O an, dışarıya bakmak mantıklı geliyor bana. Bir de ne göreyim; iki genç yağmurun altında sırılsıklam bir halde, sarılmışlar birbirlerine ve romantik bir anı yaşam tarihlerine kaydediyorlar. Bu bana heyecan veriyor. Gülmemin fonksiyonu ve karakteri değişiyor. Şimdi hayranlıkla onları izliyorum. Sadece hayranlıkla gülümsüyorum. Onların bu sevimli hali, az önce yağmurdan kaçmaya çalışırkenki halimi mı anımsatıyor bana. Ne büyük bir tezatlık, ne büyük bir trajedi, diyorum.
Bu gençlerin yaptığına "gençlik" denir diyorum. Dik başlı ve musmutlu olmak... Az önce beni gülmekten öldüren mesajları unutuyorum. Çünkü çarçabuk elimden kayıp giden gençliğe çengelleri atıyorum. ”Aa, bir zamanlar ben de böyleydim. Öyle gözü pek, umarsız ve yağmurda ıslanmayı romantize eden biriydim.” diyorum. Peki ya şimdi?
Oysa ben; aman ıslanmayayım, hasta olmayayım diye, güzel olan her şeyden kaçıyorum. Ne yazık, ne yazık… Gözüm az önce karşı tarafta gülenlere kayıyor yine. Onlar da olabildiğince ciddi konuşmalara dalmışlar şimdi. Yoksa onlar da mı benim gibi gençlik yıllarına döndüler? Kalkıp kahvemi tazeliyorum. Masama dönerken, yine göz göze geliyorum kadınlarla. Gülümsüyoruz karşılıklı. Oysa bende, Muson yağmurları çoktan devasa sellere neden olmuş ve tarifsiz bir tahribe yol açmış düş dünyamda. Neyse ki, yağmur diniyor. Gençler gözden kayboluyor. Yeniden normal olan bir tempo oluşuyor dışarda. Yağmurun dinmesini fırsat bilenler, kafeden peş peşe çıkıyorlar. Bir iç geçiriyorum. Aynı anda bir tık sesi duyuyorum.
Derhal telefonu alıyorum. Nihayet sevindirici bir mesaj! Dudaklarım geriliyor yeniden. Ben tam cevap yazazmaya kouylurken, karşımda oturan iri yapılı kadın, yanıma sokuluyor. "Afedersin! Biliyor musun? Sen az önce öyle tatlı tatlı gülerken, kendi hallerimi hatırladım. Arkadaşımla onu konuştum. Beni de gülme tuttu. Arkadaşımla anılarımızı konuşuyorduk. Dedim ki "ne kadar benziyoruz birbirimize!" Ara vermeden ilave etti: "Evet, gülmeliyiz. Gülmek yaşamakla özdeştir, öyle değil mi?" Onun dediklerini onayladım elbette. Teşekkür ettim nezaketi ve samimiyeti için. Ve iyi günler deyip gittiler. Ben yüzümü tekrar telefona çevirdiğimde, gülmemden eser kalmamıştı. Demek ki benim de gitme vaktim gelmişti.
Dışarıda pırıl pırıl bir güneş alnımı ısıtıyordu. Az önce yağan yağmurun ardından hiç bir iz kalmamıştı.
Ağır adımlarla, derin nefes alarak, yoluma devam ettim. Nedense buruk bir sevinçle ilerliyordum. Bu ruh hali, sadece bir yağmur ertesi yalnızlık hissi miydi?
H. Korkmaz, 25/7-23 Sthlm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.