- 272 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TAŞ KRALİÇE
Duvarları çok eskiden örülmüş bir kuyuydum ben
İçinde su yerine gözyaşı tutan…
Soyumun lanetleriyle dolu boz bulanık rengi olan…
Duvarları daha doğmadan örülmüş bir kuyuydum…
Doğdum ve bir yosuna tutundum.
Hangi ağaçtan olduğunu bilemesem de her zaman hayran olduğum eski aynalı konsolu gördüm geçenlerde rüyamda…Cilalı ahşaptan, yuvarlak kıvrımları, ince oymalarıyla her zamankinden daha yeni ve kışkırtıcıydı. Üzerindeki pembe damarlı mermerin soğukluğunda ellerimi gezdirdim…Pürüzssüz ve adeta bir insan teni gibi diriydi. Pirinç tutamaklı üst çekmeceyi açtığımda içinin bir sürü siyah beyaz fotoğrafla dolu olduğunu gördüm ve kalbim heyecanla çırpındı...Gelmiş geçmiş bütün atalarımın, akrabalarımın yüzleri eski yıpranmış fotoğraflardan mutlu mesut gülümsüyorlardı. Fotoğrafların arasına serpiştirilmiş eski kağıtlı bon bon şekerlerini elimle ittiğimde akrabam olmayan ama çok yakın hissettiğim birinin tamamen solmuş, erimiş, eprimiş fotoğrafını buldum ve ne yazık ki dokununca toza dönüşüp dağılıp uçuştu.
1974
İnsanın hayatında öyle yıllar vardır ki hiçbir sebebi yokken ya da özel bir anlamı, sürekli hatırlanır ya da anılır…1974 yılı benim için ne anlam taşıyordu da hangi yıla geri dönmek istersiniz konulu anketlere sürekli bu tarihi yazıyordum…Oysa henüz 6 yaşında yaşadığım dünyadan habersiz, tüm evrenimi küçük bir ev ve birkaç kişi üzerine kurmuş bilmiş olmasının dışında bariz bir özelliği olmayan bir kız çocuğuydum.
O yıllarda kız çocuklarının çok güzel ya da edalı olması beklenmezdi, akıllı, terbiyeli, uslu olmaları yeterliydi. Bazı görgü kuralları vardı mesela büyükler sormadan konuşulmazdı, odaya bir büyük girdiğinde ayağa kalkılırdı, el öpmek şarttı ve izin almadan bir şey yenilmez, bir şeye dokunulmazdı. Şimdiki yeni kuşak anne babaları için belki katı ve anlamsız kurallardı bunlar ama nedense yaşım ilerledikçe sanki geçmişe haksızlık yaptığımızı düşünür oldum kendimce…Çünkü sanılanın aksine bazı kurallar çocuklara eziyet olsun diye değil de uzun ve kadim bir tarihin derinliklerinden gelen bilgece tespitlerin bir sonucu olarak uygulanırdı. Zaman içinde köhnemiş bulduğum her şeyi olgunluk çağımda özleyeceğimi söyleseler güler geçerdim, demek ki her duygunun olgunlaşıp derinleştiği bir yaş oluyormuş.
6 yaşında bir kız çocuğu olarak annemin diktiği, anneannemin ördüğü giysilerle büyüyordum. Öyle süslü, markalı, havalı giysiler alabileceğiniz AVMler henüz yoktu, annelerde çocukları süs bebeği gibi giydirip cafelere götürecek bir kültür oluşmamıştı, adım başı cafe de yoktu zaten…
Annem ve babam devlet memuruydu…Ankara Yenimahalle’de iki oda bir salon klasik bir apartman dairesinde yaşıyorduk ve bildiğim en güzel ev bizimkiydi…Öyle bir yaştaydım ki olumsuz hiçbir şeyi algılamıyordum veya hemen unutuyordum çünkü aslında olumsuz öyle çok şey vardı ki…Belirli bir yaşa kadar annem ve babamı mutlu, kendimi şanslı, mahallemizi cennet, evimizi ise saray sanıyordum ki sanırım bu sanrıların tam ortasında bana göz kırpıyordu 1974…
O YAZ
6 yaşında olmanın tatlı keyfini yaşadığım o yaz tatil için İstanbul’a Beşiktaş’ta çok sevdiğim halamın evine gelmiştik. Yokuşlu bir sokaktan yürüyerek demir parmaklıklı bahçeden girmiş ve aydınlık olarak hatırladığım o evde halam yine akrabamız olan eniştem ve tek çocukları İnci Abla ile masalsı güzellikte günlere başlamıştım. Herhalde şımartılıyor ve seviliyordum, herhalde anne ve babamın kronikleşen mutsuzluklarının ya da dış dünyada kaynayan kazanların farkında değildim ki İstanbul, boğaz, gemiler, adalar, plajlar suluboya bir resmin naifliğinde takılı kalmış belleğimde. Kendi pastel evrenimde, lekesiz renkler ve batmayan bir çocukluk güneşi altında hoplayıp zıplıyor ve bolca da konuşuyor olmalıydım.
O yaz İstanbul’u yaşamanın heyecanı dışında başka mutluluklarım da olmuştu ki en aklımda kalanı Yeşim ile buluşmamızdır. Yeşim ile Kapalı Çarşı’da çok uzun çabalar, pazarlıklar, vazgeçişler, geri dönüşler sonunda güçbela bir araya geldiğimiz düşünülürse ne kadar değerli olduğu daha iyi anlaşılır sanırım. Annemin elinden tutmuş olmalıyım o büyüleyici kocaman çarşıya gittiğimizde…Annem kendi diktiği tatlı elbiselerden birini giydirmiş, kısa beyaz çoraplarım ve kırmızı rugan ayakkabılarımla kendimi çok hoş hissetmişimdir diye düşünüyorum, bütün küçük kızlar gibi…Belki saçlarım iki örgü yapılmış veya at kuyruğu ile toplanmıştı. Ne zaman ve hangi şartlar altında söz verilmişse artık bana bir et bebek alınacaktı…Bütün bebekler gönülçelen giysileri, kocaman gözleri ve bukleli saçlarıyla bana kollarını uzatmış adeta cilveli cilveli gülümsüyorlardı…İşte bu masal prenseslerinden belki de en güzeli, en büyüğü benim olacaktı…Annem satıcılarla bitmek bilmeyen pazarlıklara girişmişti çünkü et bebek dedikleri şey memur maaşıyla geçinen her ikisi de çalışıyor olsa da bir aile için oldukça pahalı olmalıydı…Gözüme kestirdiğim veya elimle bir saniyeliğine dokunduğum güzel bebekler hüzünlü ifadelerle benden uzaklaşıyorlardı…Giderek daha sade, daha ufak, daha renksizlere ve sonunda bez bebeklere baktık…Nasıl olursa olsun bir bebek istiyordum artık ama bez bebek değil…
Yeşim tozlu rafın en üstünde köşesinde unutulmuş ufak, silik gri saçlı gri gözlü el kadar bir et bebekti…Üzerinde eski pembe bir bez parçası altında külot bile yoktu…Bari bu olsun diye üzülürken annem sıkı bir pazarlıkla istemeyerek de olsa bebeği bana aldı…İstemeyerek diyorum çünkü bu da çok pahalıydı…Bebek küçük ellerimde Beşiktaş’ta ki eve geldik. Çok silik ve zavallı bir görüntüsü vardı onun için üzülmüş ve annemle fısır fısır konuşan halamdan bir elbise dikmesini istemiştim. Halam annemin eline biraz para sıkıştırdıktan sonra parça sepetinden kırmızı üzerine beyaz puanlı bir kumaş çıkarıp bebeğime uçları beyaz dantelli çok tatlı bir elbise dikti, hatta külot bile yaptı. Çok sevinmiştim bebeğim az da olsa o süslü bebeklere benzemişti. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki Yeşim ismini o zamanlarda vermemiştim, isim verdim mi hatırlamıyorum çünkü o yılın sonunda ilkokula başladığımda okul arkadaşımın ismi Yeşim o kadar hoşuma gitmişti ki onun ismini çalmıştım bebeğim için…İlginç olan insan Yeşim de bebek Yeşim gibi gri sarı saçlı ve gri gözlüydü…
Günler günleri kovalarken biz kah plajda denize girip, kah İstiklal caddesinde dolaşıp veya eniştenin Şişli’deki dükkanına gidip o yüksek tavanlı, kocaman merdivenli eski binada çay ve gazoz içerken renkler, kokular içiçe geçiyor, ayrışıyor büyülü bir atmosferde geziyormuşum hissi yaratıyordu. İstanbul hala eski istanbul’dan ufak dokunuşlar barındırıyordu gizli saklı köşelerinde…Hala kocaman pervazları olan pencerelerden, gizemli kapıların açıldığı, düşsel apartman boşluklarından fötr şapkalı, şemsiye veya bastonlu beyler, hanımefendiler çıkıyordu, daracık sokak aralarından insanı efsunlayan müzik sesleri geliyordu…Cıvıl cıvıl, neşeli, canlı eskinin yeniye kol kanat gerdiği sevilesi bir şehirdi İstanbul…Gündüz sokaklarında geziyor, gece ise şefkatli bir anne gibi beni sarmalayan kollarında deliksiz huzurlu uykular uyuyordum.
Sonra bir gece her ne olduysa bilmiyorum evin pencerelerine siyah kağıtlar yapıştırmaya başladı halam eniştem ve babam…Annem çok huzursuz görünüyordu koltuğa oturmuş ve beni sıkıca tutmuştu. “Neden karanlıkta oturuyoruz” diye sorduğumu hatırlıyorum ve babamın cevabını “Yunanistan ile savaştayız Kıbrıs’da …Işıklarımızı görüp bizi bombalamasınlar diye”. Şimdi ki yeni kuşak anne babaların, pedagogların, eğitimcilerin kızgınlıkla kaşlarını kaldırmalarına sebep olacak bu güçlü cevap beni korkuttu mu bilmiyorum. Bariz belirgin bir korku anım yok, herhalde tedirgin olmuşumdur…Yunanistan nedir biliyordum 6 yaşında olmama rağmen…Bombayı da biliyordum bunlara şaşırmamıştım da Yunanistan ile savaşıyor olmamız çok şaşırtıcı gelmişti nedense…Sanki ben deja vu yaşıyordum savaşıyor olmamamız gerekirdi ne tuhaf diye düşündüm…6 yaşındaydım ve savaşı da biliyordum…
İstanbul’un egzotik baharat, deniz ve balık kokan eski sokaklarına veda edip Ankara ya evimize döndüğümüzde savaş ve karartma geceleri bitmiş, rutin hayatımıza dönüş yapmıştık. Ancak televizyonda Kıbrıs’da mezarlar açılıyor, yarısı çürümüş cesetler toplanıyor, Dürziler ve Hristiyan Falanjistlerin savaştığı Beyrut sokakları kan gölüne dönüyor ve İran İmparatoriçesi Şahbanu Farah’ın saç modeli, giysileri taklit edilirken, eski imparatoriçe güzel gözlü Süreyya için ah vah ediliyordu. Sokaklarda anarşistler vardı o yüzden akşam hava karardıktan sonra dışarı çıkmak pek tercih edilmezdi. O zamanlar terörist kelimesi kullanılmazdı, ülkede olan şey Anarşi, bunu yapanlar da Anarşistti. O zamanlar 18 yaşında genç bir delikanlı olan küçük dayım sağcılar ve solculardan bahsediyordu ki tabii anlamıyordum bunu…Babam evde ülkücüler veya komünistler diyordu ki hepten karmaşıktı benim için…Ama yabancı kelimeler değillerdi. Tüm dünya az veya çok öğrenci olaylarıyla, soğuk savaşın korkularıyla cebelleşirken doğmuştum ben…Haliyle bunların olmadığı bir dünya bilmiyordum. Sokakta oynarken bahçeden çıkmamız, yabancı insanlarla konuşmamamız, hava kararınca eve koşmamız, annemizin yanından hiç ayrılmamamız gerekiyordu…Kısıtlı, sınırları belirli, herkesin herkesi tanıdığı mahallede huzurlu mutlu ve güvende idim. Dış dünya kötü, korkutucu, soğuk ve karanlıktı…Hiç merak etmiyordum mahallenin sınırlarının dışında ne olduğunu ne uzaklara gitmek istiyordum ne de büyümek…Kendi kozasında sessizce yaşayan bir tırtıl gibi korunaklı yuvamda öylece saklanmak istiyordum.
ANKARA’NIN YENİMAHALLESİ
Zannetmeyin ki 70 lerin Ankara’sı çok sıkıcı, çok gri, çok resmiydi…Şimdilerde unutulmuş sıcacık bir mahalle kültürünün insanı sarıp sarmalayıp donatıp zenginleştirdiği gizemli bir kentti Ankaramız…İstanbul bir bakışta insanı çarpan şuh bir kadının parlak, yakıcı güzelliğine sahipti doğru…Ama Ankara duygusal ve içe dönüktü…Güzelliği zamanla, yaşadıkça sevildikçe ortaya çıkardı. Sadece eski Ankaralıların bildiği yitik bir hayale dönmeden önce bu kentin havasını soluduğum için şanslı sayıyorum kendimi…
Mahallemiz 50 li yıllarda İç Anadolu kırsalından gelip Ankaraya yerleşen nüfusun yoğunlaşması üzerine hesaplı, planlı bir yerleşim yeri olarak kurulmuştu. Öylesine keskin bir plana sahipti ki, caddeleri dik kesen sokaklar ile eski dairesel genişleyen kentlerin aksine ızgara biçimli karelere bölünmüş bir plana sahipti. Okulların, Pazar yerlerinin, çarşının yeri planda önceden belirlenmişti, sokak isimleri özenle seçilip verilmişti. Eşit kare ev arsalarından alan aileler tamamen aynı planda iki katlı, bahçeli evler yaptırmışlar, kendileri üst kata yerleşirken alt kat ya bir aile üyesine ya da kiraya verilir olmuştu. İki katlı kutu gibi evlerin bahçelerinde bolca çiçek, ağaç, özellikle de leylaklar bulunurdu buram buram…Dut, kayısı, vişne ağaçları ben daha çocukken kocaman olmuş meyve vermekteydiler.
Yenimahalle’nin bir bölümüne 60 lı yıllarda Banka aracılığı ile apartmanlar yapılıp uygun ödeme koşulları ile satılmaya başlandı. Yahya Kemal Caddesi boyunca Bankaevleri olarak bilinen kesim bu şekilde oluşmuş oldu. Aynı modelde genelde iki oda bir salon 100 m2 civarı olan dönemin bu sosyal konutları, yine aynı tipte inşa edilen askeri lojmanlarla iç içeydi. Çok sıradan, gösterişsiz sıralanmış bu bloklarında kendilerine özgü geniş bahçeleri vardı. Çitler, fundalıklar, yabani otların yanında, Isparta gülleri, mor süsenler, papatyalar ve adını bilmediğim bir sürü çiçek çeşidini o bahçelerde bulmak mümkündü…Anadolu kırsalının toprakla olan bağlarını henüz yok etmemiş bu göçmen kuşağı Ankara’ya gelince ilk iş oturdukları yerin etrafını yeşillemiş, ekmiş, süslemişlerdi. Her balkonda mutlaka toprak saksılar içinde karanfil, kadife çiçekleri, deve tabanı, kauçuk, sardunya, kaktüs gibi bitkilerin olduğunu hatırlıyorum.
Anneannemler 60 lı yılların başında, darbeden sonra terzi dedemin işlerinin bozulması üzerine Adana’dan Ankara’ya göçmüşler, çok uygun koşullarla bu orta direk evlerinden birine sahip olmuşlardı. Kocaman sarı renkli hatırladığım apartmanın üç kapısı ve her kapının üç ayrı adı vardı : “Öğün, Çalış, Güven”…En güzeli bizimki diye sevinirdim: Güven… Annemin ve iki dayımın, sonra da benim belleğimde ev, yurt, yuva olarak yer eden bu mütevazi daire ile hiçbir yer asla boy ölçüşemedi, hep ruhumuzun derinliklerinde karanlık ve acı veren bir nokta olarak kaldı…
1966 yılında yine babam ile görücü usulü evlenen annem Mahallede biraz dolaştıktan sonra tam da anneannemlerin evinin karşı apartmanında bir daire bulmuştu. Annem ve babam Nevşehir kökenli birbirini bilen iki aileden geliyorlardı ve onlar da kadere bakın ki Yenimahalle’de buluşmuşlardı. Babamın baba evi Çınar sokakta klasik iki katlı evlerden olup, üst katta babaannem, altta ilk zamanlar biz, amcam veya halamlar oturmuşlardı. Arkadaki küçük bahçeden kopardığım kadife çiçeklerini, bahçeyi saran otların yabani kokusunu hatırlıyorum. Babaannemin çiçekli entarisi, yemenili suskun ve yorgun yüzü sararmış eski bir fotoğraf gibi hep aklımdadır. Babaannem ne kadar silik bir hayal gibiyse anneannem ise capcanlı ve renkli hayallerimin hemen hepsini ele geçirmiş kuşatmıştı. O beni saran kocaman kollar, sığındığım yumuşak kucak, kokusunu içime çektiğim huzurlu liman, parçası olduğum bütün gibiydi…Annem de çalıştığı için benim çocukluğum tatiller hariç anneannem ile geçiyordu. Dedem ve küçük dayım evin diğer fertleriydi, büyük dayım havacı asker olduğu için hep evin dışındaydı.
70 li yılların evlerinde mobilyalar neredeyse birbirinin aynı gibi olurdu…Orta halli memur evlerinde iyi kötü bir koltuk takımı, yemek masası, vitrin ve sehpa mutlaka olurdu ve bunlar iyice eskiyene dek kullanılırdı. Tabii el veya makine halıları kışın serilir, yazın naftalinlenip rulo yapılarak kaldırılırdı. Halıların kalkması yaz ve deniz tatili anlamına geldiği için en sevindiğim anlar olurdu ve terliklerimin şaplı beton zeminde çıkardığı ritmik sesleri duymayı da severdim. Evet o zamanlar yerler şaplı parlak mozaik beton kaplı olurdu ve evet kışın halı sermezsen soğuktu, ama ne güzel, ne dayanıklı, ne sağlıklı bir malzemeydi…Vitrinimiz ve yemek masamız bizimki beyaz, anneannemlerinki altın pırıltılı siyah formika idi. Çekmecelerde dantel örtüler, kapaklı kısımlarda tabak çanak takımları, vitrinde ise güzel kristaller, bardaklar, biblolar dururdu. Hangi eve gitseniz üç aşağı beş yukarı görüntü bu şekildeydi ve insanlar, aileler arasında şimdiki gibi keskin ve ürkütücü uçurumlar olmazdı.
Bizim arada bahçe olan karşılıklı birbirine bakan pencerelerimiz vardı ve hayatımın en huzur verici güzel anları, pencereden bakıp anneannemi gördüğüm anlardı. Küçük oturma odasının cam kenarındaki divana oturup saatlerce dantel örerdi…Bazen karşısında bir komşu teyze, sağken de dedem olurdu.
Mahallede birbiri ile tatlı tatlı rekabet eden iki bakkal, bir manav, yufkacı, kasap, demirci ve çantacı vardı. Kaybolmuş bir dünyanın yok olup gitmiş insanlarıydılar ;Bakkal Cemil, Bakkal İsmail, Kasap Şakir, Demirci Mehmet Efe…Veresiye defterleri tutulur, öğretmenler okulda kenarları kıvrılan defterlere bakkal defteri diyerek kızar, ay başlarında oflaya puflaya borçlar kapatılırdı. Biz çocuklar için ise her şey bir oyun, bir heyecan, bir neşe sebebi olurdu…Saklambaç oynarken Bakkal Cemil’in dükkanına saklanır, Demirci Mehmet Efe’nin siyah dükkan camlarına tebeşirle resimler çizer, yufkacıdan artık çiğ yufka alıp yerdik. Kimseden korkumuz yoktu, çünkü mahalle görünmeyen sınırları, hayalet güçlerle korunan sağlam ve güçlü bir kale gibiydi…Herkes herkesi tanır, sorunlarını bilir, gerekirse sahip çıkar korurdu…Benim bildiğim, tanıdığım dünya böyle hoş ve güvenli bir beşik gibiydi ve oradan asla ayrılmak istemiyordum. Geniş bahçemizi çeviren bıçakla kesilmişçesine düzgün çitler, içindeki her bir ot, bitki, çiçek, ağaç benimdi öyle ki her şeyi ezbere biliyordum, bir taşın yerini bile…Şimdiki zavallı ev çocukları nereden bilecekler masmavi yaz göğünün altında yemyeşil yabani otların, sarı çiçeklerin üzerine uzanıp gökyüzüne bakmanın güzelliğini…Hayal kurmayı, hayal kurup senaryo yazıp oyun oynamayı, bitki tohumlarıyla meydan savaşları yapıp, yaprak ve çimenlerden yaptığımız uyduruk yemeklerle evcilik oynamayı, terli ve yorgun evlere koşup kurabiye, yağlı ekmek, ekmek arası peynir alıp yemenin keyfini nereden bilecekler…Mahalleli komşularla bahçede piknik yaptınız mı hiç ?...Semaverde çay, ev yapımı kekler, cevizli fındıklı kurabiyeler, börekler, zeytinyağlılar, kısır, patates salatası ve mercimekli köfte…Evler ya tereyağı kokardı ya vanilya…Anneler mutfakta güzel kokan, cızırtılı sesler çıkaran lezzetli yemekler yaparlardı…Belki brokoli, avokado, kivi, ananas, hamburger, waffle yoktu ama hayatın içinden akıp gelen bir renk, ışık ve tat coşkusu vardı…
6 yaşımın sonlarında Eylül ayında hayatımda iki önemli değişiklik olmuştu; Okula başlamıştım ve Devrim Abla gelmişti…
YENİ KOMŞULARIN KABUL GÜNÜ TESTİ
Çok mutlu olmamıştım annem saçlarımı güzelce at kuyruğu yapıp, önlüğümü giydirip elimden tutarak okula götürdüğünde…Gurur yapıp tek damla göz yaşı dökmedim ama huzursuz ve gergin olduğum bir gerçekti…Sanırım yeni ortam beni meraklandırsa da anneannemin evinde halının üstüne oturup bebeğim ile oynamayı tercih ederdim. Sıra arkadaşım Belgin ki ikimiz de en önde oturuyorduk konuşkan tatlı bir kızdı…Kaygılı bekleyişimiz sarışın, mavi gözlü, orta yaşlı tatlı bayan öğretmenimizin gelmesiyle derin bir heyecana dönüşmüştü…Şık bir tayyör, beyaz gömlek giymiş, çantasını koluna asmıştı Tuncay öğretmen…Anne gibi şefkatli, sıcacık, yumuşacıktı…
Her gün sabah 5. Sınıf öğrencisi komşu Hafize ablanın elinden tutup okula gider, çıkışta aynı şekilde anneanneme dönerdim. İnsanların birbirlerine güvenip çocuklarını emanet ettiği yıllardı ve çocuklar da öyle kavanozda kapalı büyütülmezdi…Tabii herkes devlet okuluna gider, aynı kıyafeti giyer, sınıf farkı ortadan kaldırılırdı…Bazıları şüphesiz daha varlıklıydı ama bunu sınıfta anlamak zordu. Cumhuriyetin temel eşitlik ilkesinin sıkı sıkıya uygulanması sayesinde biz kimseyi kendimizden ayrı görmeyerek büyüdük. Marka giysilerimiz, logolu ayakkabılarımız, okul servisimiz falan yoktu…Hatırlıyorum da beslenme çantamız ve suluğumuz bile aynı modeldi. Herkes tahta sırada oturur, kara tahtaya tebeşirle yazı yazar, teneffüste kolkola girip bahçede dolaşırdı…Evet ufak bir kantin vardı ama orada hatırladığım kadarıyla sade pembe renkli gofret, leblebi tozu, simit olurdu…Çok sonraları ben lisedeyken tost da başlamıştı…
Ben öylece okula gidip gelirken ve hızlıca okuyup yazmayı söktüğüm sıralarda karşı dairemize bir aile taşındı. İki genç kızı olan dul bir anne…Halide Hanım ve kızları Devrim ile Sevim. Bazen mahalleden taşınanlar veya yeni gelenler olurdu bu tuhaf bir durum değildi benim için dikkat çekici olan Sevim Ablanın masalsı güzelliği ile çelişen fiziksel durumuydu. Çok ufakken çocuk felci geçirmiş olan Sevim Abla altın sarısı saçları, dupduru mavi gözleri ile İstanbul Kapalıçarşı da imrenerek baktığım süslü et bebeklere benziyordu. Bembeyaz bir teni, incecik bilekleri, tatlı kısık bir sesi vardı…Çok üzücü durumunu önemsemezcesine sürekli gözlerini hafifçe kısarak gülümsüyordu…Onun gökyüzünden tesadüfen yere inmiş misafir bir melek olduğuna yemin edebilirdiniz…Devrim Abla ise tam tersine koyu kumral saçlı, insanı ürküten diklikte mavimsi bakışlı, daha yapılı ve sanırım daha uzundu…Yüksek perdeden sert ve güçlü sesiyle doğrusu ilgi alanımın tamamen dışına itilmişti…
Soğuk ama kuru bir Salı sabahı taşındılar…Eşyaların çoğunu Halide Hanım ve Devrim Abla hamal ile beraber taşıdılar. Okulda olduğum için taşındıklarından haberim yoktu ama anneannem ile komşu Ayşe Hanım teyzenin konuşmalarını duymuştum; yeri gelmişken söyleyim biz o zamanlar büyüklerimize Hanım Teyze veya Bey Amca diye hitap ederdik, ya da benim yetiştiğim çevrede kural buydu bilemiyorum.
-Yeni komşularınız hayırlı olsun Ayşe Hanım…
- İnşallah hayırlı olurlar ne bileyim Saniye Hanım, bir öncekiler pek bir fenaydı.
-Bir anne iki yetişkin kız var da biri felçli diyorlar eve girerken görmedim gerçi. Babaları ölmüş genç yaşta…
- Subaymış rahmetli niye öldü bilinmez ama belli ki saygın bir aile…Yerleşsinler de hoşgeldine gidelim.
“Hoşgeldine Gitmek” mahallede ki yazılı olmayan kurallara göre bir yoklama çekmek, ölçüp tartmak eğer uygunsa hanımlar topluluğuna kabul etmek demekti. Kabul edilişin ardından önce kabul günlerine davetler başlar, sonra günlük gidiş gelişler, çarşı pazara gitmeler, yemek tatlı ikramları şeklinde sürüp giderdi…
Artık 7 yaşına girmiş olan bendenizin bu aile ile ilk teması Sevim Abla sayesinde olmuştu. Karlı bir hafta sonunda annem balkonda taş gibi donmuş çamaşırları toplarken ben de balkon demirlerinden kollarımı uzatıp kar tanelerini yakalamaya çalışıyordum. Aniden buz gibi soğuk yan balkonda oturmuş karı seyreden Sevim Ablayı farkettim.
-Ne yapıyorsun burada ?
-Karı seyrediyorum canım senin gibi…
-Ayağa kalkmazsan nasıl göreceksin ki ?...
-Kalkamıyorum ayağa, çünkü…çünkü bacaklarım tutmuyor hasta..
-Doktora gitseydin ya !...
-Gittim ama ne yazık ki iyi olmazmış.
Üzülmüştüm bu melek gibi güzel ablanın hasta olmasına…Ancak benim bildiğim hastalıklarda insanın ateşi çıkar, boğazı ağrır, midesi bulanır doktor iğne verir, eve o korkunç iğneci amca kocaman iğneleriyle gelip poponda delikler açar ve sonra iyileşirdin. Tam anlamadıysam da üstelemedim ama ona bebeğim Yeşim’i ve 7. Doğum günümde annemin hediye aldığı ufak bebek Ebru’yu gösterdim.
-Ne kadar güzeller isimleri var mı ?...
-Ever bu Yeşim, bu da Ebru…Yeşim sana benziyor.
-Ah öyle mi canım…
O sırada içeri giren Devrim Abla bu tatlı konuşmamızı bıçak gibi kesmişti.
-Sevim bu soğukta balkonda ne yapıyorsun üşüteceksin içeri hadi…
-Çok sıkıldım Abla hava alayım dedim.
-Kışın soğuğunda yaptığın şeye bak!...
Benimle hiç ilgilenmeyerek tekerlekli arabayı içeri soktu. Arkasından balkon kapısının sertçe kapanıp, anahtarının çevrildiğini duymuştum.
Halide Hanım’ı kasapta, bakkalda gören mahalleli kadınlar ufaktan yanaşıp sohbete başlamışlardı bile…Hatta Hoşgeldin ziyareti, için gün bile alınmıştı. Okula başladığım için artık kabul günlerine eskisi gibi dahil olamasam da okul çıkışında anneannem hangi teyzeye gitmişse oraya gider, çay içip kurabiye, börek, pasta yer ve dedikoduları dinlerdim. Halide Hanım Teyzenin kabul gününde de böyle olmuştu. Okuldan gelmiş Hafize Ablanın yanında hoplaya zıplaya yürüyordum ki anneannem Halide Hanımların penceresinden seslenip beni çağırdı. Sevim Ablayı göreceğim için heyecan ve merakla, biraz da çekinerek uslu uslu ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim. Herkeste aynı model olan salon, çoğu evde bulunan tipte bir kömür sobasıyla iyice kızdırılmıştı. Soluk yeşil tonlarında çiçek desenli kadife kumaş kaplı koltuklara mahalleden bildiğim teyzeler sıra sıra oturmuş, örgü veya dantel örüyorlardı.
Şimdi size komik ve gereksiz de gelse kabul günlerinin değişmez kesin bence çok da tatlı kuralları vardı. Bu seferki gibi ilk kez ve hoşgeldine gelinecekse şart olmasa da ufak bir hediye getirilirdi. Anneannem kenarını dantel yaptığı bir havlu koymuştu, diğer teyzeler de vazo, küllük, el bezi, kolonya gibi şeyler getirmişlerdi. Bu gelen hediyeler genelde açılıp kullanılmaz bir münasip yere giderken götürmek üzere saklanırdı. Bu yüzden hediye ettiğimiz bir vazonun dönüp dolaşıp bize geldiğini hatırlıyorum. Hediyeler yemek masasının üzerine bırakılır ve ev sahibi mahcup mahcup teşekkür eder ama hiçbirine dokunmaz, açıp bakmazdı, çünkü bu ayıp sayılırdı. Ancak misafirler gittikten sonra bakılırdı. Önemli bir görgü kuralı asla asla yiyecek getirilmezdi bu ev sahibine hakaret sayılırdı; sanki senin yaptıklarını ben yemem anlamına gelirdi. Kabul günü dışında gecelikle bile birbirlerine giden kadınlar o gün iki dirhem bir çekirdek giyinirlerdi. Etek, ceket, gömlek veya kazak, ince ten rengi çorap… Topuklu ayakkabılar torba içinde getirilip evde giyilirdi…Var ise parfüm sıkılır, ruj sürülür veya bir broş takılırdı. Koyu renk dalgalı saçlarını hep kısa ve boyasız hatırladığım anneannem genelde beyaz v yaka kazağını, siyah etek ceket takımını giyip yakasına yaprak biçiminde broşunu takardı. Parfüm veya boya kullanmazdı. Sanmayın ki herkesin çeşit çeşit kıyafeti var…Günlük bir iki giysi dışında gezmelik bir takım ve fantezi dedikleri nispeten şık bluzlar dışında anneannemin gardrobunun içi yıllarca hiç değişmeden aynı kalmıştı. Çocukken sık sık gardrobu açar yüzümü giysilere gömer ve koklardım, bunu niye yaptığımı bilmiyorum…Sanırım kumaşların o bildik tanıdık kokusu beni rahatlatırdı. Bazen de küçük bir kedi yavrusu gibi gardrobun içine girip otururdum. Gardrop dediğimiz eşya en azından bizde damarlı ahşaptan iki kapaklı askılı, çekmeceli çok büyük olmayan bir dolaptı. Çekmeceler sık sık sıkışır, kapaklar açılırken gıcırdar, cilalı ahşabın parlaklığı yıldan yıla solardı. Anneannemin az sayıdaki ayakkabısı, misafirlik terlikleri gardrobun altında yere sıralanmıştı. Eski somya, limon sarısı yatak örtüsü, duvardaki açılır kapanır ahşap askı, pencerenin yanındaki sandık ve yüklük ile duvardaki anneannem ve dedemin fotoğrafı dekoru tamamlardı, unutmayalım bir de eski tip ayaklı singer dikiş makinesi vardı.
Halide Hanım o günkü kabul günü testinden tam not almış gibi görünüyordu…Zira ev tertemiz, eşyalar az da olsa kaliteli oldukları belli, yiyecekler lezzetli ve doyurucu idi. Benim aklımda kalan ilk defa gördüğüm beyaz kremalı pasta idi utanmasam iki dilim yiyecektim ama kendimi tuttum istemedim…Yine de itirazlara rağmen Halide Hanım teyze bana ikinci dilimi koymuştu.
Sevim Abla benim çok ilgilenmiş, sohbet etmiş, saçlarımı yapmış, yiyeceklerimi yemem için teşvik etmişti. Ona okul defterlerimi, kalemlerimi gösterip hava atmış, bilmişlik taslamıştım. Anladığıma göre normal bir çocuk olarak doğmuş, ancak ağır bir çocuk felci geçirmiş, hayatı kurtulduysa da bacakları kurtulamamıştı. Meleksi güzelliğine inat, karanlık bir talihi vardı.
Kış günü hava erkenden kararır gibi olduğunda kapı çalmıştı…Aniden içeri başındaki haki örgü bereye karlar birikmiş Devrim Abla soğuk bir hava akımı gibi içeri girmiş, ağzının içinde herkese toptan bir hoş geldin deyip içeri odaya kaçmıştı. Halide Hanım mahcup mahcup “Okuldan geliyor da” demişti. Bunun üzerine hanımlar “eh akşam da oldu, bizim bey gelir yemek ister şimdi, gidelim de kız dersini çalışsın “ gibi yarı yumuşak, arı kinayeli sözlerle bir anda kalkıp ayaklanmışlardı. Yolda giderken “Büyük kız çok suratsız, selamsız ama Halide Hanım ile küçük kız pek iyiler, haftaya Nezahat Hanım’ın gününe çağıralım” denmişti.
DEDİKODUNUN ARDINDAKİ GERÇEK VE SEYHAN BEYİN ACI SONU
Mahallede dedikodu olmaz mıydı ?...Olurdu tabii ki…İnsanlar hakkında edinilen bilgilerin yarısından fazlası dedikodudan gelirdi ve bu gayet normal bir iletişim biçimiydi. Bu sebeple anneannem ve diğer mahalleli kadınlar gel zaman git zaman kendilerine has yöntemlerle Halide Hanım ailesinin hikayesini bölük pörçük öğrendiler. Ve gördüler ki bu ailenin yaşadığı tek travma Sevim’in hastalığı değildi…Çok daha öncesinden başlamış bir acı olaylar silsilesi ile kuşatılmışlardı.
Halide Hanim’ın ailesi aslen Sivaslı olsa da birçok başka aile gibi sonradan Ankaralı olmuştu ve Gölbaşı’ndaki küçük bir bakkal dükkanı ile geçimlerini sağlıyorlardı. Halide orta okuldan sonra okumamış ailesine yardım edip iki küçük erkek kardeşine bakmayı tercih etmişti. Sessiz, sakin becerikli bir kızdı…Koyu kahve saçlarını babasından, ela gözlerini annesinden almıştı, orta boylu yuvarlak hatlı ama çok kilolu olmayan bedeniyle çok güzel değilse de hoş denebilirdi…Her gün öğleye doğru sefer tasına evde ki yemekten koyup bakkal dükkanına götürürdü. Daha sonra boş tasla elinde göl kenarında ağır ağır yürüyüp manzaranın tadını çıkarmaya çalışırdı. Aslında denize hasret bu bozkır kentinde pek matah bir manzarası olmasa da Gölbaşı iyi kötü bir mesire yeri sayılabilirdi. İşte öyle bir mesire gününde, bir arkadaş toplantısında veya belki de sadece tesadüfi Seyhan Bey ile tanıştılar. Kesin olarak ilk tanışma görüşme nasıl ne şekilde oldu bilmiyoruz maalesef…
Kara Harp Okulu öğrencisi Çanakkaleli idealist genç Seyhan Okurcu 1953 yılının Eylül başlarında tanıştığı tatlı sessiz Halide’ye ay sonunda aşık olmuştu bile…Ağaçların altın rengine dönmeye başladığı günlerde çekine çekine göl kenarında buluşup iki çift lafı korka korka edip sonra arkalarına baka baka ayrılırlardı…O yıllarda gençlerin flört etmesi hoş karşılanır bir durum değildi…Haliyle bu iki gencin kurtuluşu işin resmiyete dökülmesine bağlıydı ki o yılın İlkbaharında teğmen olarak mezun olan genç için ailesiyle konuşup kız istetmek de bir o kadar uygun bir davranış olabilirdi. Nitekim mezuniyet törenine gelen anne baba ve kızkardeş bu haberi duyunca önce çok şaşırdılar, sonra düşüncelere daldılar sonra da genç Teğmenin ısrarı üzerine kızı görmeye karar verdiler.
Bakkal Selami kızı için görücü geleceğini mahallenin muhtarından duyunca ağzı açık bir süre bakakaldı…Kim görmüştü, kim beğenmişti de iş bu noktalara varmıştı. Muhtar” genç bir teğmen bakkala gidip gelirken görmüş, beğenmiş, soruşturmuş bakmış iyi temiz bir aile kızı ailesine haber etmiş” demişti.
-Demek öyle diyorsun muhtar
-Bak Selami kardeşim bu zamanda böyle kısmet kaçırılmaz işi gücü soyu nesebi sağlam, aslan gibi delikanlı…Bundan iyisi Şam da kayısı…
-Gelmesinler demedim ki…Buyursunlar helbet bir kızı bir sürü insan ister de nasip kısmet kimeyse artık…
Her şey törelere uygun şekilde cereyan etmişti aslında…Mütevazi ev sabahtan iyice temizlenip ovulmuş, en kuytu dip köşe bile elden geçirilmişti. Bu ilk ziyaretin amacı kızı, aileyi görüp tanımaktı yani kız isteme olmazdı…Her şey olumlu geçerse kız isteme birkaç gün sonra gerçekleşirdi. Akşam herkes temiz pak ama abartısız giyinip beklemeye koyuldu…Seyhan Teğmenin babası Mustafa Bey, annesi Naime Hanım, kızkardeşi Semra, ve son dakika İstanbul’dan yetişen hala da onlara katılmıştı. Kibarca tanışıldı, konuşuldu pek sakin ılımlı geçen gecenin sonunda misafirler uğurlandı…
Halide’yi de aileyi de beğenmişlerdi ancak kızı istemediler bu evlilik onlarca mümkün değildi…Çünkü Halide Aleviydi...Vah vah demişti Naime Hanım “pek de hanım bir kızdı ama ne yapalım kısmet değilmiş…Oğlum sana Çanakkaleden bir kız söyleyecektim zaten hani alt sokakta oturan Cemile teyzenin kızı var ya Nuran…”
Hikayenin bundan sonrası gerçekten hiç hoş değildi…Selami Bey için de durum benzer cereyan etmişti…mezhep farklılığı adeta din farklılığı gibi bir şeydi. Hem doğacak çocuğun durumu ne olacaktı. Evlenecek başka insan mı kalmamıştı…Ama işte aşkın da bütün bu amaların ötesinde bir aurası vardı ve iki genç bu ince örtü ile iyice kuşatılıp sarılmıştı…Bu çözümsüz acıklı aşk hikayelerinde sinema filmlerinin, romantik kitapların da bir rolü vardı elbette…
Velhasıl yapılacak tek şeyi yaptılar kaçıp evlendiler ve ilk görev yerleri Konya’ya gittiler…Selami bey ilk doğan torununun hatırına genç çifti affetiyse de diğer taraf daha katı bir tutum takındı. İllaki görüşüldü, bayramlaşıldı, el öpüldü ama o soğukluk, o uzaklık bitmedi bitemedi…
Biraz da ilk doğan çocuktan ve ona neden bu ismin verildiğinden söz etmek gerekir sanırım…Seyhan teğmen Atatürk’e tutkuyla bağlı idealist bir gençti ve onun ilkeleri ile devrimlerinin dünya da bir eşi olmadığını söylüyordu…Bu hevesle ilk doğan çocuğunun adını Devrim koydu. O yıllarda Devrim ismi fena halde sıkıntılı, istenmeyen sonuçlara yol açabilecek bir tercihti aslında…Devrim’in aksine Sevim ismi Halide Hanım’ın isteği üzerine verilmişti. Çok sevdiği çocukluk arkadaşının ismini ikinci kızına vermek istemişti.
Bu dört kişilik aile kendi içine dönük, birbirleriyle olmaktan keyif alarak sakin, huzurlu ama yalnız yaşayıp gidebilirdi…Yalnız sayılırlardı çünkü iki tarafında aileleri bu saçma mezhep ayrımından ötürü giderek uzaklaşmışlar nihayetinde görüşmez olmuşlardı. Haliyle kızlar bir büyükbaba büyükanne sevgisi ilgisi olmadan komşu teyzelerin kucağında annelerinin koynunda ve babalarının gururunda büyüyüp gittiler…İlk travmalarını evlilikleri sırasında yaşayan bu çiftin herhalde daha şiddetli yaşadığı travma Sevim’in geçirdiği çocuk felci sonucunda artık yürüyemez hale gelmesiydi. Böylece tüm umutlarını olağandışı bir zekası olan Devrim’e bağladılar.
Seyhan Bey ve ailesi bütün asker aileleri gibi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dolaştı, sadakat ile görevlerine ve komutanlarına bağlandı ki bir tanesi onun için giderek daha özel, daha farklı hale gelmişti. Yarbaylığa terfi edip Ankara’da Genel Kurmay’a atandığı sırada hayatının akışını değiştirecek olan kimseyle Albay Talat Aydemir ile tanıştı. Seyhan Yarbay böylece ihtiyacı olan öndere, yol göstericiye veya ağabeye kavuşmuş oldu. İçinde kaynayıp duran, ateşli vatanseverlikle bütünleşen güçlü düşünceleri akacağı yatağı, gideceği yönü bulmuş oldu…”Cehenneme gitse onu gözüm kapalı izlerim” dediği Talat komutanının 1962 hüsranında bile umudunu yitirmedi…Her şey daha planlı, daha sağlam olacaktı…Bu ülkenin yeniden Atatürk döneminin Devletçi anlayışı ile yönetilmesi gerektiğine inandığı için, mevcut partilerin hiçbirinin bunu yapamayacağını söylüyordu. Talat Aydemir ile gerçekten aynı görüşleri paylaştığı için mi yoksa onun şahsında tutunacak bir ideal bulduğu için mi bu işlere kalkıştı bilinmez…Bölük pörçük düşünce patlamaları, ani heyecanlanmalar, hesapsız coşkular hayatının odak noktası olmuştu ve bu konuda herhangi bir uyarıyı şiddetle geri çeviriyordu…Haliyle gidişattan çok korkan Halide Hanım belli etmeden sessizce evin kıyısında bucağında dua eder olmuştu. 8 yaşındaki Devrim ve 6 yaşındaki Sevim o dönemde ne anlıyorlar veya ne hissediyorlardı bilmek mümkün değildi…
1963 yılının bozgunundan sonra Seyhan Yarbay hapishanede Talat komutan gibi anılarını yazmak istediyse de bir iki sayfadan sonra sıkılıp vazgeçti…Hayal kırıklığının ve duyduğu acının boyutlarını anlatmak mümkün değildi…Hele de Talat Aydemir’in idamından sonra başını duvarlara vura vura ağlamıştı. Hakkında idam veya emeklilik kararını beklerken askerlikten atılma kararı çıkmış olması o derece fenaydı ki bunun doğuracağı sonuçlar tüm ailesinin felaketi demek oluyordu. İşsiz güçsüz köksüz bir aile reisinin eline bakan biri hasta iki küçük çocuk ve çaresiz zavallı bir kadın…Ailenin felaketinden kendi sorumluydu ve bedelini tüm ailenin ödemesine asla izin veremezdi. Karar yürürlüğe girmeden, gece hücresinde çarşafları ip gibi kullanarak kendini astı…Böylece en azından ailenin geçinecek bir maaşı olabilecekti.
ULVİYE TEYZE VE DİĞERLERİ
Boncuk gözlü, kar beyazı tenli 90 lık Balkan göçmeni Ulviye teyze Halide Hanım’ı himayesine alıvermişti kısa sürede…Yaşı itibariyle Ulviye teyze kabul günü yapmazdı ama komşular fırsat buldukça ona, o tertemiz evceğizine oturmaya giderlerdi. Pencerenin yanında sıralı çiçekli örtülü divanlara sıralanırlar mırıl mırıl seslerle sohbet eder ve mutlaka örgü örerlerdi. Çocukken eğer evdeysem bir üst katta oturan Ulviye teyzeye gitmeyi severdim. Onun boncuk mavisi pırıl pırıl yanan içinde bin bir renk duygu barındıran gözlerini ve bol şekerli bal gibi kahvesini çok severdim. Ulviye teyze her gelene mutlaka kahve yapardı, tabii o zamanlar çocuk olduğum için bana yapılmazdı ama tatlı teyzecik kahveleri o kadar şekerli yapardı ki o mutfağa gittiğinde veya bir işle uğraştığında içemeyenlerin kahvesini bitirmek bana düşerdi. Halide Hanım Ulviye teyzenin gölgesi gibi hizmet eder, mutfağa girip çıkar ortalığı toplardı…Sanırsın ki evin kızı…Herhalde yalnız kaldıklarında dertleşirlerdi belki acılarını, yalnızlıklarını paylaşırlardı zira Ulviye teyzenin de evinden yurdundan ayrı düşmüşlüğü vardı.
Yüzyılın başında kan ve ateşin ele geçirdiği Balkanlardan canını zor kurtaran bir ailenin evladıydı Ulviye…Sevdiklerinin çoğu geride kalmış pek azı yanında gelebilmişti.
Kapımızın önü çiçeklerden bir tak gibi süslü ve renkli olurdu Halidem…Validem her gün tepsi tepsi börekler, kazan kazan çorbalar yaptırırdı ki fakir fukara sebeplensin, karnı doysun…Pederim Osman Halil Efendi evden çıkıp çarşıya inene dek cebindeki bozuklukları saça saça giderdi…Türkü de severdi rahmetliyi Rumu da…Zaten kızcağızım bizde ayrı gayrı olmazdı ki!. Koca Selaniğin bir yerinde Rumlar, bir yerinde Türkler, bir yerinde Yahudiler oturmuş kimin kime zararı var !...Ha dersin dua yeri ayrıymış, dua ettiğimiz bir ya sen ona bak Halidem. Hüda kendine açılan yüreği Türk Rum diye ayırmamış ki…Ayırmak, bölmek, parçalamak Allahın işi değil a kızım kulun işi…
Babaannem Azize Hanım gümüş rengi saçlarını özenle tarar, incecik örgülerle zarif bir topuz yapar ve kar gibi beyaz tülbenti şöyle bir atıverirdi üzerine…Örtünmek, gizlemek gibi değil de daha çok zarifçe taçlandırmak gibiydi başını, o öpülesi pembe beyaz yanaklarını, yeşille mavi arasında kararsız kalmış ışıltılı gözlerini…Kalın parmaklı elleriyle hızlı hızlı dantel örer, sık sık da durup uzaklara bakıp içini çekerdi. Gözünden yaş inmediği tek bir gün olmuş muydu bilmem…
Anlatmaya kelimeler kifayetsiz, yürek çaresiz kalır ya işte öyleydi benim güzel memleketim…Taşına toprağına kurban olup yüzümü sürdüğüm Selaniğim…Şanı şerefi yerlere göklere sığmaz Atatürkümüzün evine yakındı bizim ev…De ki o pembe boyalıdır bizimkisi beyaz…De ki o sokağın bir ucunda bizimkisi öbür ucunda…Pederim Osman Halil Ragıp Beyi bilirdi, bir üvey oğlu var nasıl efendi, nasıl yiğit, nasıl akıllı Allah muhafaza etsin, nazarlardan esirgesin derdi rahmetli…
İkizim Şadiye ince hastalığa tutulmuştu Rum Hekim gelip baktıydı çok da uğraşmıştı amma kurtulamadı tazecik ölüp gitti …Bacım ölünce bir yarımı kesip atmışlar gibi yarım oldum ben de, ağladım durdum günlerce ama ne fayda ölüme…Bir oğlancık kardaşım kaldıydı geriye o da sürgünde telef oldu.
-Ah Kızım ne diyim nasıl anlatayım bir anda ortalık toz duman oluverdi. Hani günlük güneşlikken aniden kara bulutlar sarıp gök cehenneme döner ya öyle oldu işte kızım…Validem Ayşe, talihin benzemesin ona kızım Karaferyeliydi…Valideciği daha onu doğururken ölmüş, babası yeniden evlenince garibi dayısı ile yengesi alıp büyütmüş. Gönlü kırık, başı eğik gelin olmuş anacığım ne çare…Hüsmen Dayı ile Vesile Yenge gelmişlerdi Karaferye’den hep beraber büyük salonda kahve içiyorlardı hiç unutmam…Nasıl unutayım mis gibi kahve ile güllü lokum kokusu kaplamıştı her yeri ah ah bazen kahve kavanozunu açıp koklarım o günleri yeniden anayım diye…
-Oğlum Karaferye’nin köylerinde durum çok çok fena, yakıp yıkıyorlar, vurup öldürüyorlar hiç acımaları yok !...Bizim bağları yakmışlar bağlı köpecik vardı ona da acımamışlar çatır çatır yanmış Allah bunları bildiği gibi yapsın !.
-Dayı insancıklar burada da satıp savıp ne varsa toplayıp payitahta göç ediyorlar. Bilmem ki ne etsek ev bark bırakılır mı ?...
-Osman oğlum ne etsek bilemedim ama diyorlar ki Manastırlı Hüseyin Hilmi Efendiyi sokak ortasında vurmuşlar…
-Vah vah ne diyorsunuz Dayı Bey !...Pek Muhterem bir Efendi idi.
-Osman oğlum Drama’da bizimkiler göç yoluna düşmüşler ne durursunuz derler.
-Yenge insan evinden geçer de toprağından nasıl geçer !...Buraya gömülen ecdadımızı bırakıp da gurbete gitmek kolay mı ?...Evladım Şadiyemin mezarı soğumadı daha.
Şadiyenin lafını duyunca odama gidip bir ağlamışlığım var ki sorma…Oysa acının büyüğü sondan gelirmiş o kızım…Hüsmen Dayı ile Vesile Yenge Karaferye’ye dönemediler zira Rumlar evlerini de yakmışlar haberi geldi. Vesile Yenge tek damla yaş dökmedi ne vakur ne cevval kadındı rahmetli. Drama’dan kaçıp gelen kardaşı İsmail de bizim eve sığındı. Selamlıkta erkekler kukumav kuşları gibi oturup düşünürken, sigarayı kahveye, kahveyi nargileye eklerken Haremlikte kadınlar toplanmaya başlamışlardı ufaktan…Halidem erkekler daha güçlü görünürler ama inanma sen…Asıl çekip çeviren, düzeni tutturan kadındır bilesin !...Kadın her işi yapar kotarır sonra Haydin der… İşte o zaman erkeğe bir cesaret bir güç gelir. Erkek martiniyi sırtına vurup çizmeyi çektiyse o gücü yüreğine dolduran kadındır…Bu yüzden kadının yiğidi pek yiğit olur hani önünde kimseler duramaz işte öyleydi Sabiha Ablam…
Duyduk ki Langaza bostanlarında çatışma çıkmış vuruşmuşlar…Kuşçuların Sabiha martiniyi vurmuş sırtına atlamış atına haydeee…Ateş arasına sıkışıp kalan kadınları kızları kurtarıp sağ salim Selaniğe getirmiş. Atının üzerinde Selaniğe girişini görmeye gittimdi hey gidi günler hey…Nasıl asker bir kızdı boy pos endam desen erkeği devirir. O felaketin içinde ne oldu ona bilmem öldü mü kaldı mı ?...
Halidem savaşı bilmezsin erkekler gider, şehit olur, kadınlar dul kalır ağıt yakar olmasın yerin dibine batsa savaş ama işte hayatın bir yönü de bu ama bilmem ki bizim göç yolunda yaşadıklarımız bu hayatın hangi yönü, hangi günahıydı ?...Binlerce yaşlı, kadın, bebe sırtına dengini vurup yollara düştü aç bilaç, per perişan. Yollarda kaçı kurşunlara gitti, kaçını hastalık vurdu, kaçı acından kıvrana kıvrana öldü…Ne diyim kızım ufacıktan kardaşım Sabri yi bacağından tutup da yere çalmadı mı Yonan askeri ?...Vesile Yengem martiniyi kapıp askeri vurunca onu da taşlaya taşlaya öldürmediler mi ?...Sabriylen Yengemi alelacele mezar kazıp da yan yana koymadık mı ?...”Hayde Tuna nehri akmayaydın, etrafını yıkmayaydın, Osman Paşam Plevneden çıkmayaydın ne vardı “…
Komşu kadınlar dışardan bakıldığında sessiz, vakur, hanım hanımcık halleriyle çok dikkat çekmeseler de içlerinde binbir çeşit hikaye barındırırlardı acı ya da tatlı…Tatlı olanlar aslında çok çabuk unutulur, acı olanlar ise kuşaktan kuşağa bir yük gibi taşınagelirdi. Söz gelişi gelininden her daim şikayetçi Rabia Hanım, veya kayınvalide koca baskısının ikili kıskacında ezilip yeniden biçimlenen Suzan Hanım, mahalle arkadaşım Zeynep’in kimbilir ne ilginç bir yaşam öyküsü olan Kafkasya göçmeni anneannesi Şahsine Hanım…Dul Mukaddes Hanım ve hiç evlenmemiş görümcesi Melahat Hanım…Mahallenin mevlüd, dua, kurşun dökme, şişe çekme işlerinden sorumlu çocuksuz yaşlı Azlet Teyzemiz…İşte uzayıp giden bu uzun listeye Halide Hanım da dahil oluvermişti anlayacağınız…
MAHALLENİN DEVRİMİ
-Zehir gibi komünist bu kız…Babamın Devrim Abladan bahsederken sürekli kullandığı bu tabir bayağı ilginç geliyordu bana…Zehir gibi komünist…Komünist sözünü tam bilmesem de o yıllarda sürekli duyuyordum herhalde hoş bir şey değildi, zehir kelimesi ise akla belirsiz ürkütücü karanlık şeyler getiriyordu.
-Komünistler Rusya daki rejimin buraya gelmesini istiyorlar mesela her şey devletin elinde olacak, bir evde birkaç aile oturacak, bizim evde bir aile daha olacak yani…
Akşam yemekleri aynı zamanda babamın demlendiği zamanlar olduğu için benim de yanında oturup onun anlattıklarını dinlemek gibi bir görevim vardı…Bu görev ne zaman nasıl oluştu ve üzerime kaldı hiç hatırlamıyorum ama tek bildiğim şarap, konyak, vermut, votka gibi çeşitli içkileri çakır keyif veya sarhoş olana dek içen babam bir yandan da sürekli konuşurdu. İlkokul çağından Üniversiteye kadar anlasam da anlamasam da siyaset, tarih ve aile geçmişine ait uzun bitmez tükenmez söylevleri dinlemek zorundaydım. Tarih erken Türk tarihinden başlar, Osmanlı’dan devam eder, 1. Ve 2. Dünya Savaşında Alman ve Nazi yanlısı bir yönde devam eder, yakın dönem siyasi tarihinin en ince ayrıntılarına dek girilirdi. Böylece belki de daha ergenliğe gelmeden Hitler’i, Yahudileri, toplama kamplarını, komünistleri ve milliyetçileri öğrenmiştim. Babam ülkücü olduğunu söyler ama CHP ye oy verirdi, annemin ailesi eski Demokrat Partili yeni CHP liydi…Hatta dedem Adanadayken Demokrat Parti yönetiminde görev de almıştı. Bu siyasi kararsızlık aynı ülkenin kararsızlığı gibi gelgitli, değişken ve kaygandı. Bir gün koyu ülkücü olan yarın gidip işçi partisine oy verebiliyor, ya da eski solcudan radikal muhafazakar bir seçmen doğabiliyordu. Öyle ki anneannemin penceresinin dibindeki kayısı ağacı bir gün erik meyvesi verse hiç şaşırmayacaktım…
Bu çalkantılı, bol anarşili ve anarşistli yıllarda mahallede kimin ne olduğu tam anlaşılamasa da herkesin iyi kötü bir fikri olurdu. Mesela üst kattaki emekli öğretmen Kemal Beyin kızı aynı Devrim Abla gibi zehir gibi komünistti…Anneannemin apartmanının orta kapısında oturan Cevat Bey ailesi tamamıyla kurtçu, Necati Beyler ise sağcıydı. O yıllarda üniversiteye gidip gelen küçük dayım ise beni yakaladığı yerde “Ben devrimciyim” dememi ister ve ezberletmeye çalışırdı.
Haliyle kafası karışık, dengeleri şaşmış, mahallenin dışında bir takım anarşist canavarlar yaşadığına inanan ve hala oyuncak bebek sayım Zeynep’in bebeklerinden daha az diye üzülen küçük bir kızdım o zamanlar…
Mahallenin genç kızlarını genelde okuldan gelirken görüp yanlarına koşup saçlarımızın okşanmasını beklerdik ki bazen bir şeker veya sakız verildiği de olurdu. Herkesi özellikle sevdiği bir Abla vardı mesela ben kıvırcık sarı saçlı, iri mavi gözlü oyuncak bebeklere benzeyen Şükran Ablayı çok beğenirdim, Zeynep ise Canan Ablayı severdi…
Devrim abla uzun süre bu abla paylaşımının dışında kaldı çünkü okuldan parkasına sarınmış, saçını tamamen bere ile kapatmış, sessiz ve aceleci bir yürüyüşle döner, kimseyle ilgilenmezdi.
Yine böyle bir günde salkım söğüt ağacının dibinde kendi kendime oyunlar oynarken ve arkadaşlarımdan birinin gelmesini beklerken onu gördüm…
-Zehir gibi komünist misin sen ?
-Ne! ne dedin sen?..
-Hiç babam öyle diyor da
-Baban beni tanıyor muymuş ?
-Bilmem ama öyle diyor
-Hım evet sanırım komünistim ama daha çok sosyalist derdim ben buna…Tabii sen hiçbir şey anlamadın değil mi ?...Güldü ama saçlarımı okşamadı…Daha çok alay eder gibi bir havası vardı.
- Biliyorum dedim biraz kızarak…Siz Rusya gibi olalım istiyorsunuz
-Bak hele…Şaşırmıştı benim gibi bir bücürden bunu beklemiyordu…Aslında geçip gidecekti ama birden ilgisini çekmiştim.
İlerleyen günlerde hiçbir zaman saçımı okşayıp bana şeker getirmese de asla yürüyüp geçmedi Devrim Abla…Ben nasıl her gece bitmeyen bir mesai gibi babamı dinliyorsam o da her gördüğünde beni dinledi…Dinleniyor ve önemseniyor olmak en az seviliyor olmak kadar güzeldi.
Mahallenin geri kalanı için ise durum bu kadar basit değildi tabii ki…Diğer üniversiteli genç kızlar gibi tatlı bir anaçlıkla veya yumuşak bir hoşgörü ile karşılanmamıştı komünist Devrim…Meselenin anarşistliği olduğunu hiç sanmıyorum, çünkü o yıllarda herkes biraz anarşist sayılabilirdi…Sanırım Devrim’in sert, ödünsüz ve çevresi ile ilgisiz, benim doğrum salt doğrudur tarzındaki tavırlarıydı insanları iten…Ve kadınsı yönlerini sanki o kalın parkasının altına hiç görünmeyecek kadar derine gizlemiş olmasıydı.
-Halide Hanım pek iyi pek islah da o büyük kızı çok suratsız…Bir de üniversiteli olacak
-Nerede okuyor bu ?
-Mülkiyeymiş
-Bak sen…
Karlı bir akşam üzeri anneannemin elinden tutmuş en sevdiğim minik çikolatalı pastalardan yiyerek çarşıdan dönüyordum…O pastalara nedense prenses derlerdi hem ismini severdim hem kendisini ve çarşıya her çıkışımızda anneannem bana mutlaka alırdı. Dayımın aldığı kırmızı yünlü paltom ve annemin aldığı kırmızı çizmelerimle kendimi pek şık pek güzel hissediyordum, belki bu yüzden üzerime bir özgüven gelmişti. Devrim Ablayı bahçe duvarına dayanmış öylece durduğunu gördüm …Her zamankinin aksine kalın uzun bir yün hırka giymişti sadece beresi yoktu burnu ayazdan kıpkırmızı olmuş, gözleri yaşarmıştı. Onunla konuşma onuruna ermiş biri olarak biraz da gururlu hoplayarak yanına koştum…
-Aaaa Devrim Abla kar topu oynamaya mı çıktın biz dün kardan adam yaptık ama güzel olmadı eridi…Zeynep’in atkısını sardık anneannesi ıslattık diye kızdı…Suskunluğunu çözememiştim bir türlü…
-E sen niye duruyorsun burada ?
-Hava alıyorum.
-İyi akşamlar kızım dedi anneannem nasıl annen kardeşin ?...
-Teşekkür ederim Saniye Teyze iyiler siz nasılsınız ?
-Hamdolsun çarşıya gittik bizde ama sokaklar hep donmuş…Düşe kalka zor geldik
Akşam yemek seansında babama Devrim Abla anarşist mi diye sordum…”Muhtemelen öyledir” dedi babam önemsemeden…Mutfağa girip çıkıp tabak getirip götüren annem hiç karışmıyordu konuşmamıza…Bütün ilgisini mutfak eşyalarına, bulaşıklara vermişti…Babam tekrar 2. Dünya savaşının vahşetlerini anlatmaya başladığında ben dinler gibi yapıp büyüyünce Devrim Abla gibi olmak ister miyim diye düşünüyordum.
YOL ARKADAŞLARI
Pencerenin soğuk camına alnını dayamış beynin ele geçiren düşüncelerin ateşini söndürmeye çalışırken bir yandan da akşam ışıklarının soluk soluk vurduğu kar ve çamurla karışık sokağa bakıyordu. Yakınlarda Pazar kurulmuş olmalıydı …Kadınlar fileler ve önlerinde hamallarla yorgun argın apartmanlara giriyorlardı. Bakkal tentesinin üzerine biriken karları küredi, ayaklarını iyice paspasa sürtüp içeri girdi. İçeri giren müşterilerin çoğu ekmek ve yoğurt ya da süt ile çıkıp gidiyorlardı.
-Ekmek var mıydı ? diye sordu arkasını dönüp…Yoksa gidip alayım.
-Var var İnci almış.
Omuzlarına inen saçlarını kısacık kestirmiş ve bu yüzden Oktay ile tartışmışlardı.
-Seni hiç anlamıyorum Devrim derdin ne kendin ile ?...Yaz olsa anlayacağım bunaldın.
-Konumuz benim saçım ya da senin kaprislerin veya kendi küçük dünyamıza hapsettiğimiz aptalca alışkanlıklarımız değil Oktay…Konumuz ülkenin durumu, işkence ile sorgulanan yoldaşlarımız için ne yapabileceğimiz ve yarın ki boykotta kim ne görevi alacak bu gece burada toplanma sebebimiz bunlar yanlış mı düşünüyorum.
-Olayı nereye çekiyorsun hiç mi bizden konuşmayacağız allasen ?...
-Biz diye bir şey yok Oktay ben aşkla, flört ile vakit kaybetmek istemiyorum sana bunu hep söyledim bu şartlarda yanımda omuz omuza savaşırsan buyur…
-Çocuklar tartışmayın hadi herkes sofraya mis gibi tarhana çorbası, bulgur pilavı ve salata yaptık.
Bulundukları ev önemli olayların arifesinde buluşup plan yaptıkları bir tür karargah gibiydi ve normalde burada taşradan okumaya gelen Ahmet ile Hüseyin kalıyorlardı. Ahmet’in sözlüsü İnci yemekleri Leyla ile beraber yapmıştı…Grupta ayrıca Oktay, Devrim, Semih ve Hidayet bulunuyorlardı. Ayağı kırık tahta masanın etrafına oturup hem iştahla yerken hem de plan yaptılar. Boykotlar çoğu zaman şiddetli ve olaylı olurdu ama gerekliydi…Özgürlük kolay elde edilen bir şey değildi uğruna savaşmazsan iplerin kolayca faşist efendilerin eline geçer, sana da kölelik etmekten başka iş kalmazdı. Kadim Anadolu’nun bahtsız işçileri, köylüleri binlerce yıldır efendilerinin ayakları dibinde parça pinçik olmuşlardı…Bu makus kaderin kalın duvarını kırıp aşmak, zincirlerin ağır halkalarından kurtulmak bilhassa gençlerin boynunun borcu, bu topraklara şükran duyma yoluydu. Din feodalitenin sırtımıza yığdığı atalet toprağından kurtulmak için gerekirse kan da akıtılırdı, can da verilirdi.
Yemek yerken hepsinin en fazla konuşup üzüldüğü konu ise hapisteki yol arkadaşlarının durumu idi. Ahmet ve Hidayet ziyarete gitmişler Nusreti yüzü gözü dağılmış, Tülin’i gözüne kan oturmuş ve suskun bulmuşlar ancak Seyfi’den hiç haber alamamışlardı. Bir istekleri var mı diye defalarca sormuşlar “yok bir şey” dışında cevap alamadan dönmüşlerdi.
En çok Tülin için endişeliydi Devrim. Sessiz, duygusal bir kızdı ve her ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da çok kırılgan olduğunu biliyordu. Olanca idealizmine karşılık Tülin gibiler bu işe sürüklenmeli miydi diye sorup duruyordu kendine…Tutuklanmadan iki önceki gece Tülinlerde kalmıştı ve tüm gece kah konuşup kah sarılıp avutmaya çalışmıştı kızı…Korkuyordu, şiddetten bıkmıştı ve ayrılmak istiyordu…
Ekmeğin içine bulgur pilavını doldurmuş iştahla yiyen Hidayet herhalde tuhaf iyimserliğini annesinden almıştı. Köyde her dert anlatana “olur hele, geçer inşallah, üzülme Allah büyük” diye cevap veren anacığı gibi Hidayet’de her olay öncesinde bu sefer fena yükleneceğiz derdi gülerek…Hapistekiler için ise sağlar bir şeyleri yok çıkarlar çabucak diyordu durmadan…Orta Anadolu’nun fakir bir bozkır köyünde doğmuş, hasbelkader üniversite kazanıp başkente gelmişti. Kapıcılık yapan dayısı ile kalıyor, ona yardım ediyordu. Ne işten gocunurdu, ne savaştan…Soğan ekmek yer, aynı giysiyi yamatıp yamatıp giyer ama anacığına üç beş kuruş yollardı. Ayakkabısının içine baksan kat kat karton bulurdun. Bunca yokluğun içinde gözleri muzip çocuklar gibi güler, tatlımsı dili türlü çeşit şakalar icat ederdi…
-Eeee Devrim bacı Oktay yoldaşın günlük azarını verdin mi ?...Bak adam alıştı siz evlenip çoluk çocuğa karışınca da her gün bir posta isteyecek.
-Ah Hidayet kardeş ilahi bizim yolumuz o yol mu ?...Çoluk çocukmuş Allah sana versin bre…
-Versin versin de bir çete kurayım hahaha…
İflah olmaz tiryaki Ahmet sardığı sigarayı uzattı Devrim’e…Devrim sertçe kibriti çakıp sigarayı üfledi, gözlerini kapatıp içine çekti o yanıksı lezzeti…Ahmet’in platonik ilgisinin farkındaydı ama umurunda değildi o da Oktay da…Bekaret olayını bütünüyle çağdışı ve faşizan bir baskı aracı olarak gördüğü için bundan kurtulmak amacıyla Oktay ile olmuştu hepsi bu kadardı. Onun o yeniyetme genç kız duygusallığından midesi bulanıyordu…
Ahmet ise Devrim’in anarşistliğini ve ödünsüzlüğünü seviyordu…Postacı Arif’in tek oğlu Ahmet…Hukuk Fakültesinde okuyor, yok aslında okuyor gibi yapıyor sürekli boykotlar ve mitingler yüzünden derslere pek uğramıyordu. Ama olsun Emekli Posta Memuru Arif Kancalı avukat olacak oğlum diyerek övünüyor muydu siz ona bakın…Aslında daha da ilginci Ahmet’in Arif’in oğlu değil de yeğeni olmasıydı. Uzun yıllar evlat hasretiyle yandıktan sonra erkek kardeşi ve yengesi 5. Çocuklarını ona evlatlık vermişlerdi. Yengesi acıdan yanmış kavrulmuşsa da kocasının korkusundan susmuştu.
Yoldaşlar iç burkan hikayelerini belleklerini en derin yerine gömmüş kendilerince kutsal idealler uğruna sonu karmaşık bir yola çıkmışlardı. Bu noktadan baktığımızda Haçlı seferlerine çıkan şövalyelerden veya Viyana kapılarında direnen yeniçerilerden daha az inançlı değillerdi. Bu denli adanmışlığın en büyük tehlikesini ise hiçbiri farkedemiyordu…Bir süre sonra yol ve idealler önemini yitiriyor, tek gerçeklik yolda kalmak halinde dönüşüyordu ki insan ne için savaştığını hatırlamayacak hale de gelebiliyordu.
Bir de şöyle bakalım 70 li yılların öğrenci olaylarına dahil olanlardan ne kadarı daha sonra çizgisinde kalabildi veya ne için çabaladıklarını hatırlayan kaç kişi var ?...Sonuçta gerçeklik hiç de parlak ve heyecan uyandıran bir sebep değil…Gerçek çok acınası, çok zavallı ve hüzünlü…Oktay’ın duygulu anarşizminin gerisindeki gerçek Devrim’e duyduğu aşk ise, Devrim ‘in sert başkaldırışının sebebi babasının intikamı olamaz mıydı…Ya da Hidayet’in var olma çabasına, Ahmet’in önemsenme ihtiyacına ne demeli ?...Gerçek o kadar acıtır ki insan ille de onu idealizm ve fanatizmin sosuna bulamak ister yutmak için…
Gece Hidayetin sazı, Ahmet’in davudi sesi ile onurlanan türküler, İnci’nin tavşan kanı çayı ve Devrim’in tuhaf sessizliği ile süre gitti.
Sonra sisli puslu bir Ankara sabahında gazetede gördüler Şair abinin vurulduğunu…Fotoğrafa bakakaldılar…Bembeyaz karın üzerinde adeta gülümseyerek yatıyordu, kolunun altında gazete, alnının yan tarafında bir delik ile…Başının etrafında kırmızı bir hale oluşturmuştu kanı…Bu haliyle kutsanmış bir azize benziyordu adeta…
YAKAMOZ’UN ŞAİR ABİSİ
Belki 20 yıl sonra “İnsan hangi meyhaneye gitse Yakamoz’u arıyor” demişti Hidayet…Ne kadar da haklıydı. 1977 yılında Ankara’da öyle her köşe başı cafe meyhane bulunmazdı elbet…O zamanki gençlerin belleğinde yer etmiş birkaç önemli mekandan biri de Yakamozdu…Yenimahalle’nin çarşısı 5. Durakta parkın arka taraflarında müdavimlerinin çok iyi bildiği eski iki katlı bir binada yer tutmuş bir meyhaneydi Yakamoz…Ama sanmayın ki akşamcıların takılıp fasıl dinledikleri o bilindik mekanlardandı…Yakamoz bir nevi akademi, bir okul, bir sığınak veya evdi gençler için…Kışın kısa günlerinde akşam karanlığı sardı mı karlı buzlu Ankara’yı Yakamoz bir alev olup düşerdi günün tantanasından bunalmış müdavimlerin aklına,,,21.00 den sonra tıp tıp düşmeye başlarlardı. Mekanın sahibi Eşref Abi hani derler ya babacan, dost canlısı, yeryüzü insanı geleni adıyla bilir karşılardı.
Ankara’da meyhaneci olmak ile İstanbul’da olmak farklıdır çocuklar derdi Eşref abi...Kendisi yıllarca İstanbul’un ortamlarında meyhane işletmiş, ustası Panayot Efendiden sonra mekanı, müdavimleri, çok içenleri, dert çekenleri, goygoycuları, her daim mutsuzları devralmış cümle aleme meyhane adabını öğrettikten sonra benden bu kadar deyip Ankara’nın yolunu tutmuştu. Bir aşk hikayesi varmış derler işin içinde ama bilinmez. Eşref usta kendi halinde bir taşra kasabasına benzeyen yeni kurulan Yenimahalle ilçesinde eski bir mekanı alıp birkaç ay sonra Yakamozu açmıştı.
Yeri gelmişken meyhanecilerin piri Panayot Efendiyi de atlamamak gerekir. Kadim İstanbul kentinin kadim halklarından şimdiki kuşakların tanımama şanssızlığına uğradığı bir yeni çağ Sokratesiydi kendisi…İçilen içki kadar belki de daha fazla söylenen sözün önemli olduğunu söylerdi hep rahmetli…Sözün yankısı kadehin camına vurmadıkça demlenmiş sayılmazdı insan…6-7 Eylül olaylarından sonra bir daha kendine gelemedi derler…Her şeyi bırakıp Atina’ya gittiğini ama üzüntüden hastalanıp öldüğünü söylerlerdi geride kalan Rumlar. Velhasıl Panayot Ustadan el almıştı bizim Eşref abi…Yıllar sonra bambaşka hayatlar yaşayan gençlerden birisi şu sözlerle anlatmıştı Yakamoz’u bir küçük gazete röportajında…Önemsiz bir Pazar ekindeydi ama bilip de okuyanlar gözyaşlarına bulanmışlardı.
“ Hepimiz Orta Anadolu’nun yakın illerinden gelen hevesli, neşeli, saf gençlerdik. Üniversite okumak için Başkente gelmiş, akademik ortamla beraber derin siyasi mevzularla dolu bir bilinmezin tam ortasına düşmüş debelenmekteydik...Okula gidip hocaları bir Sokrates ya da Platon gibi görüp ağızlarından çıkan her kelimeyi tutkuyla içimize çekerken, öğrenci kahvelerinde sağcı, solcu, emperyalist, faşist gibi terimlere dilimizi ve ruhumuzu alıştırmaya çalışırdık. Ankara’nın gri bulanık kış günlerinde anamızın ördüğü atkılara sarılıp kömür sobalarının sıcağında çıtır çıtır odun sesiyle dolu evceğizimize gider çoğumuz yer sofralarında ortak tabaktan Allah ne verdiyse doymaya çalışırdık. 60Larda evlerin mobilyası bir iki divandan, tahta bir masadan ve biraz halin vaktin yerindeyse formika büfeden oluşurdu. Bizim siyah parlak zeminde minik altın ışıltıları olan bir büfemiz vardı canım anacığımın gözbebeği...İçinde şekerlikler, misafir tabak çanakları, dantel örtüler dururdu.
Hayatımız böyle okul, siyaset, ev üçgeninde gençliğin tatmin edilmemiş tüm arzularıyla biraz bastırılmış, biraz buruk, biraz şehirli biraz köylü akıp gitmekteydi. Bu boz bulanık akışta Yakamoz ve Eşref abi olmasaydı çoğumuz darmadağın olup giderdik diye düşünüyorum...Abarttım sanmayın az bile söyledim.
Eski İstanbullu yeni Ankaralı her daim meyhaneci hepimizin abisi, hamisi, hocası Eşref usta gün gelir cebimize para, ruhumuza umut koymuştur. İlk aşk acımı yaşadığımda o soğuk Ankara gecesinde rakı bardağını önüme koymuş, “iç bakalım delikanlı ama adabınla iç, şimdi içme ve dertlenme vaktidir, ama bu kadeh biter dert gider ona göre evlat, ne acıyı uzatacaksın ne kini”.Yozgatlı Şerif kardeş parasız kaldığında önüne bir kap yemek, cebine üç beş kuruş koymuş “utanma çocuk bu delikanlılığın şanındandır” deyip o gün için hayatını kurtarmıştı. Şerif sonraları mitinglere katılıp sol yumruğunu bolca havalara savurmuş, Yakamozun bir köşesinde polisten saklanmış, yine de hapse düşmekten, işkence görmekten kurtulamamıştı. Hapisten çıkıp okulu bitirdikten sonra çiçeği burnunda bir doktor olarak soluğu Eşref abinin hasta yatağının başında almıştı...Bazı hikayeler kötü bitmeyebiliyor inanın...
Yakamoz sadece bir meyhane, Eşref abi de bir esnaf değildi...Bazı geceler şairler, yazar çizer takımından muhalif denen isimler gelip biz saf gençlik ateşiyle yanan beyinleri Entelektüel terimlerle dolu fikirlerle geliştirip genleştirmeye çalışırlardı. İyi de olurdu Cemal Süreyya nın aşk şiirlerini, Nazım’ın ruhu besleyen dizelerini, Orhan Veli’nin İstanbul’unu ben o gecelerde öğrendim. Hayatın Marx Engels ya da ideolojilerden ibaret olmadığını, kavganın içinde sevginin, nefretin göğsünde aşkın büyüyebileceğini öğrendim. Kadınların sadece anamız, bacımız yoldaşımız olmadığını, aynı zamanda asil, yaratıcı, masalsı varlıklar olduğunu, bir buket kır çiçeğinin gariban anamın buruşuk yüzünde nasılda şeker pembesi renkleri yansıttığını gördüm, hissettim, bildim.
“Bir tutam masala bulanmazsa yüreğimiz, ve arsız bir sarmaşık gibi ışığa sarılmazsa düşüncelerimiz nasıl dayanılır yaşamaya” şair Nazif Öz’ün beynime kazınan anekdotlarından biriydi bu...
Alevi dedesinin bir gece sazıyla bizi cennet bahçelerine uçurmasını hiç unutamam “Zahid Bizi Tan Eyleme “ bu eski notaların büyüsü ve rakı bardaklarından taşan gençliğimizin taze nefesi o karlı gecede Ankara sokaklarında hayatın ve aşkın tadını dudaklarımızda hissetmemizi sağlamıştı.
Zaman hepimizi bir yerlere savurdu kimimiz iç kırıklarından sızan kanla öğrendi yaşamayı, kimimiz kupkuru ayazlarda yitirdi sevdiklerini ve çoğumuz büyümenin acıtan umutsuzluğunda yepyeni bir kimlik kazandı, daha sert daha köşeli bir kimlikle tutundu hayata...Ne olursa olsun Yakamoz hepimizin anılarında en güzel zamanların Nirvanası, shangri La sı, vahası olarak kalmaya devam etti.
Yıllar sonra bir iş için Ankara’ya geldiğimde Yakamozun izlerini aradım artık hiçbir köşesini tanıyamadığım Yenimahalle’nin eski yeni sokaklarında...Ne eski fırın kalmıştı, ne de Bakkal Cemil, leylak bahçelerinin yerini pek düzenli pek güvenli otoparklar almıştı doğanın insanı yaşatan soluğundan daha önemliydi insanların sevgili biricik bir tanecik arabacıkları. Kulağımda Eşref abinin anekdotları, içimdeki yabancılık duygusunun dürüst yoldaşlığında arandım durdum. Terkedilmiş bir arsada yıkıntıların içinde sanki hepimizin bir şeyler karaladığı o dert duvarından bir parça görür gibi olup toprakları ellerimle temizleyip aradım. “Bir derdim var bin dermana değişmem” böyle yazmıştı Fethi ölmeden bir gün önce dert duvarına...Hiç bilemedik zavallının ne derdi olduğunu ertesi gün bir sokak çatışmasında vuruldu.
Dert duvarı Eşref abinin buluşuydu. Canı sıkılan, kimseyle konuşamayan ya da konuşmakla derdini tüketemeyen herkes Yakamoz’un duvarına ne istiyorsa yazabilirdi. Çok sonraları Şerif’ten duydum Eşref abi ölmeden önce ah keşke o duvarı koruyabilseler diye hayıflanmıştı. Onu son kez görebilmeyi çok isterdim ama sanırım beni zayıflatan tüm gölgelerle yeniden karşılaşmaktan korktum. Yıkıntılar arasında bir sigara yaktım bir taşı çevirip üzerine çöktüm.
Zaman ne çok şey aldı götürdü bizden, en çok da ben dediğimiz ne varsa yeniden yonttu, biçimlendirdi değiştirdi...İyi mi yaptı kötü mü bilmiyorum ben Yakamozdan sonra da meyhanelere, barlara gittim ama hep o günlerin saf ruhunu aradım...Buruşmuş bir kağıt buldum yerde kalemimi çıkarıp yazdım “ASLINDA BÜTÜN MEYHANELER YAKAMOZDU ve bütün sevdalar gençliğin taze nefesinde yitip gitti”...Büyümek biraz da eksilmek demekti belki de”
Ama biz hala 1977 yılındayız ve bu gece meyhanede Şair Nazif Öz’ün ki aslında soyadı Özozandı, şiir dinletisi olacaktı. Devrim ve yol arkadaşları için unutulmaz güzellikte bir gece olacağı kesindi.
Çorumlu idealist bir öğretmen babanın oğlu Nazif köy enstitülerinin efsanevi öyküleriyle, şiir, müzik, edebiyat dolu bir evde büyümüştü. Ankara DTCF Edebiyat Bölümünü bitirince bir süre köy öğretmenliği yapmış ama sonra tamamen yayıncılık işine soyunmuştu. Nefes isimli şiir ve öykü dergisi Başkentin huzursuz gündemine ferahlatıcı bir sabah ışığı gibi doğmuştu…Evet o zamanki gençler edebiyat dergilerine, şiirlere meraklıydılar ve Şair Nazif Öz veya gençler arasında bilinen adıyla Şair abi de Yakamoz’un müdavimlerindendi.
Yıllar yıllar geçti, binalar yıkıldı, insanlar öldü Yenimahalle’nin tüm dokusu değişti ama o geceyi yaşayan hiç kimse şair Abinin büyüleyici coşkusunun tadını asla unutmadı. Nazım’dan, Gariplerden, Beş Hececilerden bahsetti Şair abi…Rus şiirinden örnekler okudu, Lamartine ‘in Göl şiirini, Prevert’in Hatırla Barbara’sını, Edgar Allan Poe ‘nin unutulmaz şiiri Annabel Le’yi okudu o derin kadife sesiyle…Gece derinleşip demlendikçe ay ışığı divan edebiyatına, taşlamalara daldı ve Devrim en son Kaygusuz Abdal’dan okuyup gülüştüklerini hatırlıyordu o geceden…
Sabaha karşı Oktay Devrim’e evlenme teklif etmiş, Devrim saçmalama diyerek geri çevirmiş, Eşref abi ve Nazif Öz aynı zamanlarda çıkıp evlerinin yolunu tutmuşlardı. Ülkügül yani şair abinin kızı o gece babasının gelip onu alnından öptüğünü hatırlıyor uykusunun arasında…Küçük kardeşi Ömer hiçbir şey hatırlamadığı için üzülmüştü o geceden sonra çünkü babalarını bir sonraki görüşleri yayınevinin önünde üzerine gazeteler örtülü, beyninden kan sızarak yatan haliydi. Ülkügül 15 yaşındaydı, yere çömelip babasının elini tuttu hala sıcak gibi geldi ona…
AVLANAN
“Adam her sabah erkenden sahile gidiyor ve ufaladığı ekmekleri denize atarak balıkların toplanmasını sağlıyor, sonra onları kolayca avlıyordu. Kadın ise her sabah erkenden deniz henüz kabarmıyorken ve sahil dolup taşmıyorken denize gidip yüzüyordu. Adamın oltasına takılıp can havliyle hoplayan balıklara bakıp üzülüyordu kadın…Bir sabah yine yüzerken yanında beliren ufak balığa kaç git oltaya yakalanma anlamında el işaretleri yaptı. Ama ufak balık kadının hadi gel beraber yüzelim dediğini sandığı için balık dilinde tamam olur anlamında kuyruğunu titretti. Tabii kadın balık dilini bilmediği için sahile doğru yüzdü, balık da insan dilini bilmediği için ekmek parçalarının kendisi için bırakıldığını sanıp şükranla kadına baktı…Boğazına aniden takılan kanca hareket ettikçe solungaçlarını parçalarken balık kadının çok çok kötü biri olduğunu düşündü. Kadın akşam lokantada önüne konan ufak balığı güzelce yedi o olduğunu bilmeden…
Şimdi bu öyküden ne sonuç çıkarırsınız bilmem ama önüne bir parça ekmek konulursa her zaman bundan şüphe etmelisin çünkü ekmek ancak alın teriyle çabalayarak elde edilir. Balık bunu bilseydi yemini kaya diplerinde yosunların içinde arayıp bulmayı tercih ederdi. Yani evlat balık kadın olsa da olmasa da o oltaya gidecekti şüphesiz”.
Devrim Nazif Öz’ün Nefes’de çıkan son yazısını defalarca okumuş ve sonunda kesip odasının duvarına asmıştı. Bazen bir yerlerde bir hata yaptığını düşünüyordu sanki denizde iyi niyet yüzünden avlanan o balık gibi kendisi de idealleri uğruna bir yerlere sürükleniyor gibiydi. Oysa bu ailenin daha fazla travmaya tahammülü var mıydı onu düşünmesi gerekirdi. Salonda Sevim ve annesi çekirdek çitleyip kaçak çay içerek mutlu olurken, kendisinin mutluluk sözcüğünü belirsiz bir tarihe ertelemiş olması ne kadar da tuhaftı.” Mutluluk değil özgürlük önemlidir” derdi herhalde Ülkügül yıllar sonra o insanı kırıp döken katılığının yansıdığı metalik sesiyle…
Bütün gerçeklik kabul edişteydi…Sevim şu yaşadığının ötesinde bir hayatı olamayacağını daha çocukken kabullenmişti bu yüzden kendince mutluydu. Annesi yaşadığı onca acıdan sonra şu anki huzurlarına şükrediyordu ve mutluydu…Devrim’in ise hep yapması gereken bir şeyler, ulaşması gereken yükseklikler, aşması gereken engeller vardı…Mutluluğu adeta balık ağlarına sarılıp dolanmış kurtarılmayı bekleyen bir av gibiydi. Onca çabasına karşılık sürekli boğazına sarılan iplerin sıkıştığını mutluluğun ve özgürlüğün göğüs boşluğunda sıkışan bir nefes gibi tıkanıp kaldığını hissediyordu. Bunu kimseye anlatamazdı çünkü Oktay dahil hiç kimse anlamazdı. O çağlarda yetişkin olsa Ülkügül’ün anlayacağını düşünüyorum ancak bu ikisi cenaze dışında hiç karşılaşmadılar.
CİNLER PERİLER ÜLKESİ
-Demek aynı apartmanda bir daireden öbürüne taşındınız öyle mi ?
Devrim Abla ile salkım söğütün altındaki çardakta sohbet ediyorduk ve İlkokul son sınıfta okuyordum.
-Evet öyle oldu ve babama Kara Kral, Yeşil Cin ve Uzun Tırnaklı Peri’de bizimle geldiler mi diye sormuştum.
-Amanın bunlar da ne ?...
-Bizim evin cinleri, benim yatağın altında yaşıyorlar ama neyse ki biz taşınınca onlar öbür evde kalmadılar.
-Canım bunlara inanmıyorsun değil mi ?...
-Ay Devrim Abla oyun bu…Babamla oynuyoruz evimizde cinler yaşıyormuş gibi davranıyoruz çok eğlenceli…
-Bana biraz tuhaf bir oyun gibi geldi. İsimleri kim koydu ?...
-Babam tabii ki…Onlar bizim arkadaşlarımız belki varlar belki yoklar biz varmış gibi oynuyoruz işte…
-Cinlere inanmıyorsun tabii değil mi ?
-Babam cinler var diyor hatta periler de varmış, geceleri çeşme başlarında oturup uzun sarı saçlarını tararlarmış…Bir periyle karşılaşmayı çok isterdim
-Bunların hepsi masal sakın inanma sen akıllı bir kızsın, kitap okuyorsun, okula gidiyorsun böyle masallara inanmaman gerekir…
-Sen de okula gidiyorsun ve akıllısın Devrim Abla !...
-Eeee
-Masallara inanmıyor musun ?...
Devrim sustu, uzun süredir inandığı şey acaba kara kralın muzip bir tuzağımıydı diye düşündü ve güldü…
-Evet bazen onlara inanmayı çok istiyorum.
Mahallede 70lerin sonlarına doğru bazı ufak değişiklikler olmuyor değildi aslında…İsmail ve Cemil Bakkalın aralarındaki rekabet kendince bir düzene oturmuş, ikisinin de kemikleşmiş sabit müşterileri olmuştu. Ay başlarında kabaran hesaptan şikayet eden annem ve babam veresiye yazdırma uygulamasından vazgeçmişlerdi. Çikolata ve bisküvi istihkakım sekteye uğradığı için üzülmüştüm buna…Yağ, tüp, benzin kıtlığı dışında fantastik cin peri hikayeleri, Alfred Hitchcok filmleri, kurtarılmış bölgeler ya da anarşik olaylar gündemi oluşturabiliyordu. Tam da evin her yerinden bir öcü fırlayacağını düşündüğümüz yaşlardaydık. Loş kitap odasındaki babamın eski somyasında yatarken ki bu karyolamdan ayrıldıktan sonra yegane yatağım olmuştu, arkamda kalan karanlıktan korkunç ellerin çıkıp gelip beni sarsacağını düşünüyor ve ürperiyordum. Çekmecelerden acayip bir şeyler fırlayabilirdi, ya da gece WC ye gittiğimde tekinsiz bir şeyle karşılaşabilirdim. Yetişkinler böyle ürkütücü masalları hiç çekinmeden yanımızda anlatıp dururlardı ama ben bu tarz korkuların kollektif bilinçten kaynaklandığını düşünüyorum aslında. Paleolitik çağlardan genetiğimize işlenmiş bir karanlık korkusu ve saklanma ihtiyacı kuşaklar boyu aktarılarak bize ulaşmış, cin peri mitolojisiyle birleşerek biraz Şamanizm, biraz mitraizm veya paganizm sosuyla çeşitlenmişti. Gecenin tekinsiz olduğu o derece işlenmişti ki hücrelerimize havanın kararması adeta bir işaret gibi eve gitme zamanını belirlerdi.
Oysa ülkenin her yeri cadı kazanı gibi fokurduyordu, sokak ortasında insanlar dövülüyor veya vuruluyor, mahalleler, sokaklar fraksiyonlar arasında bölünüyordu. Solcuysan sağcıların mahallesine girmek yürek isterdi veya tam tersi…Büyük idealler etrafında bütünleşmesi beklenen ülke giderek daha ufak parçalara ayrılmakta bizim evde ise babamın travmatik alkolizmi, annemin yakıcı çaresizliği, anneannem ve dedemin onulmaz fakirliği ile hayat yine de akıp gidiyordu.
Genç delikanlı dayımın her sabah anneanneme ve dedeme bağırıp para veya bir şeyler istemesi her ne kadar rutin olsa da çok canımı yakıyordu. İflas etmiş terzi Bağkur’dan emekli dedemin maaşı o kadar azdı ki annem gizli gizli yardım etmese sofralarında yemek olur muydu bilemiyorum. Artık kendi evimizde kahvaltı yapmam söylendiği günlerde karnımı doyurup anneannemlere gittiğimde sofrada haşlanmış patates ve kuru soğan dışında bir şey görmüyordum. Çocukluk işte bunları sevdikleri için yediklerini düşünmüştüm. Anneannem daha sonra geçmek bilmeyen bronşitini yatıştırmak için zamazingo çayı yapardı. Hatmi çiçeği, elma kabuğu, ıhlamur, tarçın varsa kuşburnu karıştırılıp kaynatılır çay olarak içilirdi. Hatmi çiçeği hep sabit kalır ama diğer malzemeler duruma göre değişirdi. Yıllar yılı anneannem için yüzlerce hatmi çiçeği topladım ve ne zaman bu çiçeği görsem anneannemi hatırladım. Komşular da bilirdi zamazingo çayını geldiklerinde isterlerdi. Dayım ise nefret ederdi…Dayım aslında her şeyden nefret ederdi…Evden, anne ve babasından, babamdan, yemeklerden, turuncuya boyadığı posterli oturma odasından…Onu bir öfke ve nefret yumağı olarak hatırlıyorum oysa aynı yaşlardaki Devrim Abla ne kadar da farklıydı.
Bu zamazingo çayının tek marifeti öksürüğü kesmek değildi…Bazen dert anlatırken çok iyi bir eşlikçi de olurdu. Nitekim bir gün öğleden sonra Halide Hanım zamazingo çayının baharatlı buğusunda hem ağlamış hem konuşmuştu.
-Saniye Hanımcığım ne desem lafım dinlenmez…Sevimin hali ortada bir dul maaşı ile kıt kanaat geçiniriz Devrim okur da hepimizi kurtarır diye beklerken o da sonu belirsiz işlere daldı gitti.
-Komşum bu devirde gençlere laf mı söyleniyor !..Bak benim oğlan oda isterim diye tutturdu sanki ev 3 oda da birini vermedik…Halimiz ortada kışın sobayı küçük odaya kurup hepimiz oturuyoruz. Ne olacak şimdi?...Odayı boyadı turuncuya, posterleri de astı bak bizi içeri almıyor…Osman Bey biliyorsun hasta her gün kavga her gün tatsızlık…
İki kadın da içlerini çektiler…Devir öyle bir devirdi ki gençler isyankar, yetişkinler çaresiz, ülke kıtlıkta kargaşada, dünya soğuk savaşın gölgesinde idi. Herhalde en mutlu olan biz çocuklardık çünkü hala sokakta oynayabiliyor, meyve ağaçlarından meyve yiyebiliyor, masallara inanıyorduk.
KARANLIKTA BİR NEFES
Şair abinin ölümü ile Nefes Dergisinin de sonu gelmiş gibiydi. Zira yayınevini idare edecek kimse yoktu mecburen şair abinin eşi Nergiz Hanım devretmek zorunda kaldı. Ancak gençlere bir güzellik yapmak istedi ve teksir makinesini, kağıtları mürekkepleri onlara verdi. Böylece bir gayret ayda bir de olsa Nefes Dergisini çıkarmayı deneyeceklerdi şair abinin anısına…Güzel bir tesadüf o sıralarda Tülin hapisten çıktı ve derginin editörlüğünü üzerine aldı. Edebiyat Fakültesi’nde okuyor olmasının dışında öykü yazıyordu ve oldukça da başarılıydı. Çıkacağı gün Ulucanlar’ın kapısına onu karşılamaya gittiler Devrim ve Leyla…Güzel yüzü eski inceliğini kaybetmiş gibi şiş ve orantısızdı adeta…Dudakları ve çenesi biraz sağa kaymış gibiydi ve bir gözü eskisi gibi kocaman aydınlık değil de içine doğru kapanmış, feri sönmüş anlamsızca bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden Devrim’e sarıldı ağlamadı…Dolmuşa bindiklerinde iki kız Tülin’i ortalarına aldılar korumak ister gibi…Elele tutuşup öylece susarak Tülin’in yapayalnız kaldığı kapıcı dairesine gelip birkaç parça eşya aldıktan sonra Devrimlere gittiler.
Hapishanede ne yaşadı, neler çekti bilinmez hiç konuşmadı ama Dergiyi öğrenince hemen gidip başlamak istedi. Eskisi gibi renkli, süslü olmayacaktı şüphesiz teksir ile çoğaltılan yalın, tek renkli ince bir dergi olacaktı ve sayısı da öyle çok sayılmazdı. Yine de çıktı “Yeni Bir Nefes” ve ilk yazısını da Tülin yazdı:
“ Karanlığın hüküm sürdüğü şu dünlerde sis perdesini aydınlatan minik bir mum gibi tekrar sizinle Nefes…Bu şair abinin ışığında parıldayan Nefes değil şüphesiz…Yetim kalmış ürkek ama yeni bir Nefes…Eğer siz ona destek ve sevgi verirseniz, soluğunuzu katıp yoldaş olursanız belki bir nebze daha yanacaktır bu mum…Yoldaşlar, kardeşler şimdilik bir kere daha hoşbulduk”.
Elden ele gezdirip kutsadılar 10 yapraklık incecik dergiyi…Sonra Kızılay’da Piknik’e gidip bira ve patates kızartması ısmarladılar kendilerine biraz şımardılar…Şımarttılar kendilerini, birbirlerini…Çakır keyif korkusuzca sokaklarda gezip bir iki türkü söylediler, Devrim çav bella ya başlayacaktı ki arkalarında biriken tekinsiz insanlardan ürküp sustular.
Birkaç öykü ve bolca şiir ile taçlanan Yeni Bir Nefes’in ömrü sadece 7 ay oldu. Yani 7. Sayıdan sonra elde avuçta para kalmadı ve yayına ara verildi. Aynı zamanlarda tuhaftır Mahallede bir gazete çıkarmaya karar vermiştim. Adını nereden duyduysam “Orman Kaçkınları” koydum ve mahalle dedikoduları yazmaya başladık oyun arkadaşlarımla…Elle yazılmış iki nüshası vardı ve Suzan Hanım teyze bugün bolca çamaşır yıkadı, Şahsine Hanım teyzenin kedisi balkondan gelen geçene miyavlıyordu gibi komik haberler yazıp, resimler çizmiştik. İki nüshalı ve tek sayılı Orman Kaçkınları’nın ömrü Nefes’den daha az oldu.
2000 li yıllarda bir gazeteci araştırmalarının birinde tesadüfen eski ve yeni Nefes dergilerine rastlamış ve bu konuda bir makale yazmıştı. İlginç olmuştu çünkü yazar çizer grubunun tamamen amatör olduğu sadece şair abinin ayrıcalık kattığı bu dergi bir çokları gibi kütüphane arşivinde yitip gitmek üzereydi. Şair abi trajik ölümünden sonra her sene anılıyordu ama giderek daha az insan hatırlıyordu onu. Ölene dek Yakamoz’un Eşref abisi anmalara gitti ve onun şiirlerinden okudu.
DARBEDEN ÖNCEKİ SON YIL
İblis Ruhu
1979 yılbaşı gecesi her anlamda hepimiz için bir veda, bir kapanış eski tanıdık bildik güzel dünya ile sonsuza dek ayrılış gibi olmuştu. Bunca acıya, kıtlığa rağmen 70 li yılların tuhaf bir büyüsü olduğu su götürmez bir gerçekti. Bir tek yıl neyi değiştirir diyeceksiniz ama işte 1979 ve 1980 arasındaki fark sanki 10 yıl geçmiş ve yaşanan her şeyin üzeri örtülmüş gibi olmuştu. Elimde bir imkan olsa o yılı uzatıp doyasıya hissederek yaşamak isterdim. 11 yaşındaydım çocukluğun umursamazlığına sıkıca tutunarak bırakmak istemezken bedenim ve ruhum yepyeni değişikliklere hazırlanıyor, bu ani şeyler beni çok huzursuz ve mutsuz ediyordu.
Yılbaşı gecesi için gündüzden hazırlanmaya başlamıştık babam ve annem ile…Annem yemekler ile uğraşırken biz balonlar ve krapon kağıdından yaptığımız kedi merdivenleri ile salonu süsledik. Babam her yıl için özel bir kokteyl yapar ve isim verirdi. 1979’un ve aslında kokteyllerin de sonuncusunun adı iblis ruhu idi. Ocağa kocaman bir tencere içine şarap vermut dökmüş, buna tarçın, karanfil, kişniş, portakal ve elma kabuğu, tane karabiber koyup kaynatmış ılık olarak masaya getirmişti. Akrabalar ve dostlar neşe ile şarkı söyleyip dans ederken ben de aralarında hoplayıp zıplıyor, bu karnaval havasında gerçekten mutlu olduğumu hissediyordum. Annem bir yerlerden hindi bulmuştu ve diğer kadınlarla beraber küçük soğuk mutfakta mezeler yapmışlardı. Beyaz formika masamızın üzeri renk renk tabaklarla dolmuş, tam ortalarına kocaman kasede kırmızı renkli iblis ruhu konulmuştu. Babam Türk Sanat müziğinden şakılar söylerken bardak bardak iblis ruhu içiyordu…Aslında herkes sarhoş olmuştu çok tatlı bir karmaşa hatırlıyorum. Bizimle birlikte 1980 yılına girişi kutlayan hiç kimse o geceyi unutmadı çünkü iblis ruhu yüzünden babam hariç herkes hastanelik olmuştu ve çünkü bir daha hiçbir zaman o kadar eğlenmemiştik, çünkü o gün bir arada olan insanların çoğu bir daha birbirini görememişti ve çünkü 1980 yılı kalın koyu bir sıvı gibi gelip bütün her yeri kaplamıştı…
Devrim yılbaşını annesi kızkardeşi ve Tülin ile sessizce kısık sesle TV izleyerek geçirmişti. Aslında TV Halide Hanım ve Sevim için açılmıştı…Tülin ve Devrim tarhana çorbası, köfte, makarna, patates kızartmasından oluşan sade yemeklerini yedikten sonra çaylarını alıp pencere kenarındaki koltuklara oturup sohbet etmeye koyulmuşlardı. Yılbaşı onlar için kapitalist toplumun bir zorlantısıydı ve tümüyle saçmalıktı.
-Nefes’i yaşatamadığımız için çok üzgünüm Tülin senin için önemini biliyorum.
-Yaşatamadığımız o kadar çok şey var ki sanki boşa kürek çekiyor gibiyiz. Hiç düşünüyor musun ne yapabildik, neyi değiştirdik ?...Neyi anlatabildik ?...
-Değişimler kolay olmaz biliyorsun. Mutlaka uzun uğraşılar gerekir ve her şeyden önce çevremizden başlamalıyız.
-Ah idealist Devrim hangi çevre ?...
-Karamsarsın Tülin ama hep öyleydin sen…Bir edebiyatçının parçalı bulutlu duygusallığı var sende.
-Peki sen nesin ?
-Ben mi ?...Ben Taş Kraliçeyim.
-O da ne ?...
-Dur anlatayım mahallede çocuklar taş ile bir oyun oynuyorlardı bir tane büyük taşı ayrı tutmuşlar joker gibi kenara koymuşlar. Eve gelirken aralarına karıştım ve neden o taş ile oynamadıklarını merak ettim. O kraliçe taşmış hep öyle kenarda dururmuş ve oyunda sayı alan kimse onun yanına konurmuş ama aslında kimsenin olmazmış o sayıyı alanı gösterirmiş gösterge taşı gibi…Oyun bitince onu kazanan alıp eve götürürmüş ama sahiplenemezmiş oyun sırasında tekrar getirmesi gerekiyormuş. Ne zamandır bu oyunu oynuyorsunuz diye sordum ve hep aynı taşla mı ?...Evet dediler ama zamanını pek hatırlayamadılar sanırım bir büyük abinin kraliçe taşıymış oynasınlar diye vermiş çünkü birisine vermezse uğursuzluk olurmuş.
-Ne tuhaf oyun çocukluk işte…
-Evet insanlar gider gelir, fikirler yanar söner, idealler bir parlar bir kırılır ama ben hep orada oyunda olurum Tülin…Çünkü yapabildiğim fazla bir şey yok direnmekten başka…Kalanlar için sağlam bir taş gibi durmalıyım ki bana tutunsunlar ve yeniden denesinler…
-Neyi deneyecekler ?
-Özgür olmayı tabii ki.
Soba çıtırdıyor, tv den mırıl mırıl müzik sesleri geliyor ve Halide Hanım hepsi için mısır patlatıyordu. Sevim zarif beyaz elleriyle dantel bir örtü yapmaya çalışırken dışarda hafif hafif kar atıştırmaya başlamış bir daha yaşanmayacak bir gece gittikçe koyulaşmış ve bir mürekkep gibi gökyüzünü örtmüştü.
Aynı saatlerde Oktay aile katılımlı nispeten sakin bir seremoninin tam ortasında amcası ile konuşuyordu.
-Bu sene mühendis çıkıyorsun mezun ol gel yanıma oğlum.
-Amca Almanya’da ne yapayım ?...
-Ülkede gidişat kötü, sizin yolunuz yol değil oğlum senin altın bileziğin Almanya’da geçer akçe ne sürüneceksin buralarda anlamadım ki ?...
-Amca ben de artık çok meraklı değilim bu işlere bakma arada boykota falan gidiyorum da arkadaşlar alınmasın diye…
-Ne arkadaşı öyle arkadaş mı olur ?...Başını belaya sokacaklar sonra anan baban perişan olacak…
Oktay da istiyor gibiydi Almanya’da sakin düzenli bir hayatı ama Devrim ile evlenip aile kurmak, çocuklarının etraflarında vıcırdamasını, arabalarına binip ailecek tatillere falan gitmeyi istiyordu. Buralarda yağmur çamur sol eli havada sokaklarda sürtüp dayak yemekten bıkmıştı. Bu işler böyle olmuyordu varsa yönetim ile bir derdin siyasete girip doğru yoldan fikirlerini sunardın insanlara…Kaldı ki Oktay’ın öyle dişe tırnağa gelir bir ideolojisi de yoktu sadece Devrim’in gözünde küçülmek istemiyordu hepsi bu…
Rakıdan bir duble daha koydu bardağa buz ve soğuk su ilave edip babasının yanına oturdu…Cavit Bey omzuna vurdu gurur duyarak “Aslan oğlum mühendis çıkacak” dedi…Annesi Hatice Hanım “Helal süt emmiş bir de gelin bulursak inşallah”…Oktay Devrim’in elinden tutup eve getirdiğini ve kızın mütevazilikle eğilip el öptüğünü hayalledi ama çok kısa sürdü bu…Sanki Demir bir yumruk masaya pat diye inmişti sıçradı…Gülümsedi çakır keyif olmuşum belli diye düşündü.
SIRLAR
1980 yılı öyle böyle derken hayatımızı değiştirip kökten etkilemeye 70 lerin anarşist ama damakta tatlı bir his, kalpte hoş bir özlem bırakan tadını tamamen silmeye başlamadan önce bir gece aniden Devrim Abla ile belki aynı zamanlarda öfkeli dayım ortadan kayboldu. Hangisi önce hangisi sonra tam hatırlamasam da acaba Devrim Abla nerelerde diye sormaya başladığım günlerin gecesinde annem, babam, dedem ve anneannem acele ile bir yerlere gitmiş olmalıydılar ki sabah beni uyandırıp kahvaltımı veren kişi alt kat komşusu Ayşe Hanım teyze idi…Reyhan Abla ile güle oynaya kahvaltı yapmayı seviyordum ama neredeydi bizimkiler diye de endişeleniyordum…Öğleden sonra çıkıp geldiler Şubat tatilindeydim okula gitmiyordum ve anneannemin gözleri ağlamaktan şişmiş, dedem yıkılacak gibi yorgun, annem her zamanki gibi telaşlı, babam umursamazdı. “Ben dedim böyle olacağını” diyen babama baktım şaşkınlıkla ama kimse bir şey söylemedi ben de sormadım…
Öfkeli dayım ortada yoktu…Ona çok kızar içerlerdim ama sanırım seviyordum da…Bir gün anneannem beni çağırdı ve dayını soran olursa bilmiyorum de dedi…Konuşmalardan anladığım kadarıyla tutuklanmıştı, hapisteydi…Annem ve anneannem ona avukat ya da kurtarıcı bulmak için sağa sola koşturuyorlar ve bir yandan da bu utanılası durumu komşulara sezdirmemeye çalışıyorlardı. Dedem artık neşeyle benimle coğrafya oyunu oynamıyor, sık sık dilaltı alıp eli göğsünde sessizce oturuyordu. Anneannem sürekli ağlıyordu gözleri şiş, yüzü solgun sesi acı doluydu. Kömür sobasını temizleyip küllerini boşaltırken veya kömür kovası taşırken gözünde hep yaş oluyordu.
Aynı zamanlarda ortadan kaybolan Devrim için Halide Hanım’ın getirdiği açıklama sınavlara ders çalışmaya arkadaşına gitti orada kalıyor şeklinde idi. Olur mu olurdu tabii ama sanırım dayımı değil de Devrim Ablayı özlüyordum.
-Dayın nerede görünmüyor kaç gündür ?...
-Bilmem ki…
-Aaa nasıl bilmezsin canım bilirsin
-Bilmiyorum anneanneme sorun.
-Bak şu bilmişe…
Mahalle kendi içinde gruplaşmıştı aslında. Nasıl ki bir kısım yani daha havalı takılanlar nedense İsmail Bakkal’a giderken bir kısım sıradan yurdum insanı bizim gibi Cemil Bakkalı tercih ederdi. Aynı şekilde mahalleli de bölünmüştü. Sigara içip konken oynayan bir grup vardı ki onlar zamazingo çayı içip dantel örenler grubunu küçümserler bolca dedikodu yaparlardı. İşte sürekli beni sokakta yakalayıp dayımı soranlar bu konken grubuydu. Aynı sıralarda hepimizi üzen bir olay daha oldu tatlı Ulviye teyze kısa bir hastane faslından sonra ölmüş akrabalarının yanına gitti ve sevimli evcikde eşinden boşanmış olan oğlu tek başına kaldı.1980 yılı çok renkli başladıysa da renklerini yitirerek devam ediyordu.
Bir gün anneannem dayımı görmeye gideceğimizi söyleyince sevindim. Bir sürü giysi ve yiyecek dolu kocaman çantalarla Ulucanlar Cezaevine vardığımızda hava soğuk ve yağmurluydu. Öylesine uzun bir kuyruk vardı ki ne ucu görünüyordu ne başı...Yağmur altında sıranın en arkasına geçtik. Şaşılası tuhaf, hüzünlü bir topluluktu sıradakiler...Kiminin sırtında yatak yorgan, kiminde çuvallar, kiminin elinde bavullar…Gencecik kadınlar ellerinde çocuklarla, yaşlı beli bükük teyzeler, topallayan bastonlu dedeler, genç delikanlılar…Bu denli karmaşık kalabalığı ilk kez gördüğüm için şaşırmıştım…Çok çok sessizdi nedense kimse konuşmuyor ya da hızlanan yağmura aldırmıyordu hep beraber susuyor, hep beraber ıslanıyorduk. Saatler saatler sonra sırayla arana tarana içeri alındık sırtında denk olan genç bir kadın ile karşı karşıya oturduk sıramızı beklerken kadıncık ağlıyor iki çocuğu ise ortada koşturup oynuyordu. Sıramız geldiğinde dayıma sarılacağımı sanıyor olmamın aksine bir camın arkasından telefon ile konuştuk bu çok tuhaftı. Ne konuştuğumuz tamamen aklımdan çıkmış herhalde rutin şeylerden bahsettik ya da ben ne diyeceğimi bilememiş olabilirim beynim bu anıyı tamamen silmiş.
Gitme vakti gelip de bekleme salonuna çıktığımızda gördük Halide Hanım teyzeyi sırtına kocaman bir yorgan almış ağır ağır yürüyordu o da sırılsıklamdı ve başörtüsü saçına yapışmış boynundan aşağı sular akıyordu. Bir an donmuş gibi durup bize baktı sonra anneannem ile selamlaştılar…
-Demek öyle Halide Hanım…
-Ne görüyorsan o Saniye Hanım…
-Burada mı karşılaşacaktık komşum
-Yüce Rabbim başka acılarını göstermesin
-Amin
Başka konuşma olmadı biz dışarı çıktık o ise içeri girdi. Anneannem “Sakın Halide Hanım teyzeni gördüğümüzü kimselere söyleme” diye sıkıladı.
Mevsim yaza dönerken öfkeli dayım çok daha öfkeli ve hayattan bezmiş şekilde çıktı geldi. Devrim Abla ise gelmedi, bu sefer de Çanakkale’ye halasına gitti denildi. İnanmış gibi yapıp hiçbir şey sormadık , mahalleli de dayımın Nevşehir’den geldiğine inanmış gibi yaptı. Herkes uygun bir maske takıp durumu kurtarmaya çalışırken zaman da bizi geri dönüşsüz bambaşka bir iklime doğru sürüklüyordu.
SEVİM -UYUMSUZ AŞKLAR
Devrim hapse girince yol arkadaşları dışarda sahipsiz kalan ailesine sık sık gidip geliyor, yiyecek içecek getiriyor veya yapılacak bir işleri varsa el atıyorlardı. En çok da gelip giden Nusret olmuştu. Devrim gittiğinden beri sürekli ağlayan Sevim onun anlattığı fıkralar veya dedikodularla yeniden hayata tutunur olmuştu. Altın sarısı saçlarını her gün farklı bir biçimde yapmaya çalışırken bir kez de belli belirsiz ruj sürmüştü…Halide Hanım bu gelişmelerin hiçbirinin farkında değildi çünkü aklı fikri Devrim’de onu kurtarma yollarında veya yiyecek giyecek ne varsa taşıma peşindeydi. Bu hapishane ziyaretlerinde Tülin veya Leyla kendisine eşlik etmeye başlamışlardı.
Nusret bu tatlı duygusal kızın durumuna üzülüyor onu neşelendirmek için türlü çeşit komiklikler yapıyordu ki…Bir sonraki aşamada ufak tefek hediyeler de getirmeye başlamıştı. Çiftlik dondurması, Alga gofret veya çokomel, fotoromanlar gibi…Nusret’i fotoromanlardaki İtalyan erkeklerine benzeten Sevim giderek daha çok bağlanmaya başlamıştı. Hele bir romanda kendisi gibi felçli bir kız yakışıklı bir denizciye aşık oluyor, sonunda evlenip mutlu oluyorlardı ki evlenmek gibi bir olasılığın kendisi için asla mümkün olmayacağına inanmış olan Sevim için bu çok heyecan verici bir durum olmuştu.
Bu tehlikeli gidişatı ilk fark eden ise Tülin oldu…Bir gün Halide Hanım ile Devrim’den döndüklerinde ikisini karşılıklı oturmuş kıkırdarken bulmuşlardı. Tülin’in keskin gözleri Sevim’in hayranlıkla delikanlıyı süzdüğü, ara sıra kızardığı anları yakalamıştı. Bu hiç iyi bir şey değil diye düşündü zira Nusret yakışıklı, eğlenceli ve sevimliydi doğru ama Sevim’e bir kadın gözüyle değil de çocuk gözüyle baktığı ortadaydı. “Konuşmam lazım” diye geçirdi içinden zavallı Devrim zaten başında olanca dert varken bir de kız kardeşinin karşılıksız aşk hikayeleriyle boğuşmasını asla istemezdi. Acımasız olacaktı yapacağı şey ama başka çaresi de yok gibiydi…
-Rüya seni sorup duruyor Nusret okulda görememiş merak etmiş.
-A evet sağol gerçekten yarın sabah dersim var uğrarım yanına.
-Rüya kim diye mırıldandı Sevim kocaman mavi gözlerini açarak…
-Bir arkadaş canım…
-Nusret’e hayran kızlardan biri Sevimciğim dedi Tülin gözlerini kısarak…Ama galiba bu sefer ciddi ne dersin Semih ?...
-Aman size kalsa başımı hemen bağlayacaksınız ben şöyle Brigitte Bardot’a benzeyen bir fıstık arıyorum.
Kristal bir vazonun parçalanma sesine benzer bir ses ile irkilen Sevim korkmuş gözlerle Tülin’e baktı…Aniden ellerini koyacak bir yer bulamamış gibi göğsünün üstünde bağlamaya çalıştı ve bunu başaramayınca saçlarını çekiştirip daha sık aldığı soluğu ile adeta paniklemiş gibi bakındı.
Tülin için vicdansız diyebilirsiniz belki ama bu aşkın devam edip sürmesi de apayrı bir vicdansızlık olmayacak mıydı ?... Neticede Nusret geliş gidişleri kesti, Sevim giderek melankolikleşti ve içine kapandı…Hayatı çok anlamsız ve yorucu bulmaya başlamıştı içinde platonik de olsa bir aşk olmadan…Tüm gününü balkon veya pencereden dışarıyı seyrederek geçirmeye başlamışsa da İsmail Bakkalın çırağı Arif’i farketmesi için biraz daha zamana ihtiyacı vardı çünkü cılız ve soluk beniz Arif Semih gibi yakışıklı ve popüler değildi. Boğaz tokluğuna çalışıyor dükkandan bozma bir yerde iki arkadaşıyla kalıyordu, romantizm veya aşk ona göre tamamen filmlerde olacak bir şeydi gerçek hayatta ailen bir kız bulup evlendirene dek kızları ancak bir genelevde elleme şansın olurdu.
Sevim ve Arif’in birbirine denksiz ilişkilerinin başlangıcı 1980 yılının son günlerinde vuku bulduğu için nasıl devam etti veya nereye vardı bilemiyoruz. Çünkü aile o sıralarda mahalleden taşınmış ve bir daha kendilerinden haber alınamamıştı.
Arif çok daha önce işinden ayrılmıştı kim bilir nerede ne yapardı bu tıfıl oğlan…
TÜLİN-HERKES GİBİ OLMAK
Havada tuhaf bir koku var diye düşünmeye başlayalı çok olmamıştı. Sanki fırtınayı bekleyen bulutlar gibi sessizleşmişti herkes…Bunda Devrim’in yokluğunun da etkisi vardı şüphesiz ama tek yoksunluk hali bu değildi. 70lerin başında dolaşmaya çıkan temiz bir rüzgar 80 lere doğru çürümüş bir bataklık gibi kokmaya başlamıştı. Küçük kapıcı dairesinin bahçe duvarına bakan penceresinin önüne oturup sigarasını içerken vazgeçmek ile değişmek arasında karar verecek bir aşamaya geldiğini hissediyordu. Edebiyat Fakültesi Eylül de ki bütünleme ile son bulacaktı herhalde bir yol haritası çizmesi gerekiyordu ki işin zor kısmı buradaydı. Öğretmenlik yapmak, köylere eğitim ve kültür götürmek şeklindeki eski ideallerinden uzak hissediyordu kendini…Nefes Dergisi ile yayıncılık hevesi de erimiş gitmişti. İnsan 25 yaşında kendini bu kadar yorgun, bezgin hissetmemeli diye düşündü.
Aslında bir süredir Oktay’ın kendine olan ilgisinin farkındaydı ve bu durum Devrim’e rağmen onu hiç rahatsız etmiyordu. Aylar önce Oktay’ın aşkını ve evlenme teklifini geri çeviren Devrim Tülin’e “Gidip birini bulsa aşık falan olsa mutlu olacağım” demişti. Aşık mıydı bilmiyordu ama ilginç bir teklifle geçenlerde karşısına çıkmıştı Oktay ve Tülin’i epeyice şaşırtmıştı.
-Almanya’ya gitmeyi düşünüyorum.
-İlahi Oktay nereden çıktı Almanya ?
-Bir süredir düşünüyordum Amcam orada ailem de onaylıyor neden olmasın…Burada bize ne gelecek var ?...
-Geleceği fazla düşünmüyorum desem.
-Neden benimle gelmiyorsun ?...
-Ne ?...
-Evleniriz , yeni bir hayat kurarız çocuklarımız olur herkes gibi…
-Herkes gibi mi olmak istiyorsun ?...
-Evet sanırım öyle bunun nesi kötü…
Ülkede kalarak da insan herkes gibi olamaz mıydı ?...Öğretmen olur, tayini çıkar ve bir köye gider, çocukları eğitir, belki biriyle tanışıp evlenir, kendi çocukları olur, tayin beklerler, ay başını beklerler, zam beklerler, emekliliği beklerler, çocuklar bir baltaya sap olsun diye beklerler, elden ayaktan düşmeyelim diye beklerler, hep beklerler…Herkesin yaşadığı aşağı yukarı bu değil miydi ?...Tülin kimdi ki farklı olacak…Gerçekten Tülin kimdi ?...
HİDAYET-ÇÜRÜK ELMA
İnsan bu kadar olumsuzluk içinde Hidayet kadar nasıl iyimser ve neşeli olabilir diye düşünüyorum sık sık…Açık kumral saçlarının saman demetleri gibi döküldüğü alnının altında iki afacan ela göz bu kaotik dünyayı hangi masalın ışığında görüyordu ki bu derece mutluydu bilinmez…Belli belirsiz çilli yüzü, dudağının kenarına tesadüfi konmuş gibi duran bir gamze, şeffaf beyaz ten nasıl olmuşsa bir araya gelmiş ortaya aydınlık yüzlü Hidayet çıkmıştı. İşin tuhaf yönü ise yaptığı hiçbir eylemi anlamlı bulmuyor, hiçbir fikre tutkuyla bağlanmıyor veya daha doğrusu inanmıyor olmasıydı…İnsan inanmadan sol yumruğu havada nasıl yürür diye sormayın ya da içselleştirmeden nasıl sloganlar haykırır ?...İşte Hidayet böyle umutlu, dolu, parlak görünüp içinde boşluğu büyüten değişik bir varlıktı.
Ortalama dindar bir aileden geldiği için ortalama bir inanç biçimi vardı. Babasının her gün camiye gidiyor olmasına karşılık o sadece Cumaları ve Bayramlarda giderdi. Bazen oruç da tutar, içinden dua okuduğu da olurdu şüphesiz…Böyle yaşarken sosyalist ve devrimci olunmaz diye bir kural olmadığına göre ve aslında arkadaşlarının bunu bilip de çok önemsemediklerini de düşünürsek hiçbir sorun yok gibiydi bu yaşam ve iletişim biçiminde…
Ama işte bakınız 1979 yılı geliverdi ve nedense herkes kendini, hayatını, yaptıklarını, yapamadıklarını sorgulamaya başladı ve bu beklenmedik dalga bizim Hidayeti de altına alıverdi. Bir Cuma günü camide vaaz dinlerken tesadüfe bakın ki Hamdi ile yan yana saf tuttu. Hamdi’nin cebinden cüzdanı düşecek olunca Hidayet hemen uyardı ve böyle olunca ufaktan tanıştılar. Çay ocağı olan Hamdi Hidayet’i davet etti ve demli çaylar ile simit eşliğinde tatlı bir sohbete daldılar. Hamdi bu nur yüzlü dediği delikanlıya evlerde toplanıp yaptıkları derin sohbetlerden bahsetti. Derin bir felsefesi olan Sabahattin Hoca’dan bahsetti. Aydın görüşlü, ilerici, entelektüel olarak tanımladığı Sabahattin Hoca’yı dinlemek üzere sözleştiler.
Maltepe’de bir apartman dairesinde tıklım tıkış oturarak dinlediği bu sarıksız ve de sakalsız hocanın fikirleri bilinenin ötesinde hiçbir şey sunmadığı halde Hidayeti etkiledi. Belki etkilenmeye çok ihtiyacı vardı veya ucunda gidip gırtlağı patlayıncaya kadar bağırması gereken ideolojik bir gerçeklik olmayan mistik ve gizemli bir dünyanın aldatıcı huzuruna tutunup tatlı tatlı sallanmak istiyordu kimbilir…Toplandıkları evlerdeki yarı örtülü pencerelerin loşluğu, oturdukları halının nemli yün kokusuna karışan çok demli çay ve güllü lokum aroması, Hamdi’nin hediyesi akik taşlı tespih, hocanın hediyesi dantelli namaz takkesi, derinden gelen ney sesinin uyutan melodileri Hidayet için giderek vazgeçilmez olmaya başladı. Bu mistik topluluğa karıştığı oranda arkadaşlarından uzaklaştı ve eskisi gibi neşeli, iyimser değil de daha çok düşünceli ve içe kapanık olmaya başladıysa da o kadar derdin içinde kimse bunu fark etmedi.
Hamdi kardeş ile tabii ki eski hayatını arkadaşlarını paylaştı ve artık onlarla eylemlere de gitmek istemediğini, ruhuna huzursuzluk verecek hiçbir şeyi yapamayacağını anlattı. Eylemleri de detaylıca anlatmış olacak ki Devrim, Leyla ve Semih nokta atışı gibi bulunup tutuklandılar. Bu olayda Hidayet’i muhbir gibi görmek hata olur…İyi niyetli sohbetlerinin bir sonucu dersek sanırım daha doğru anlaşılabilir. Öyle veya böyle sonuçta arkadaşlarının bir kısmı hapiste, geri kalanları kendi içlerine kapanmış, bir kısmı eylemde boykotta iken Hidayet de ruhunu bilerek veya bilmeyerek müritlik yoluna sokmuş oldu.
SEMİH-İNSANIN İNSANA ETTİĞİ
Defalarca dayak yemiş, bir kere çenesi kırılmış, bir kere kaburgası çatlamış ve kaşı patlamış olan Semih için hapiste olmak, sorgulanmak çok da dert edeceği bir durum değildi aslında…Her ne kadar Leyla ve Devrim için endişelense de gidip gelenlerden iyi olduklarını duymuş rahatlamıştı. Aynı ideolojik görüşte olanları genelde aynı koğuşlara koydukları için az çok tanıdığı insanlarla beraber bol sohbetli, kitaplı hapislik günleri geçiriyordu. Dayak ve sorgu faslından nasibini almamış değildi bu sefer burnu kırılmış ve gözü şişmişti ama oluyordu işte bunlar…Hayır sandığınız gibi hapislik acıları değildi Semih’in kırılma noktası çok bambaşka bir şeydi…Öyle sarsıldı ve parçalandı ki dışarı çıktığında kimse onu bir daha göremedi, nereye gitti ne yaptı kimse öğrenemedi. Yıllar yıllar sonra Hidayet ile çok tuhaf bir şekilde karşılaştılarsa da bu başka bir öykünün konusu olur şüphesiz. Diyelim ki çok şiddetli depremlere dayanan bir ev tek rüzgarla yıkılır mı?...Yıkılır. Bıçağın kanatmadığı deri tek bir dokunuşla yarılır mı?...Yarılır.
Semih’e ne olduğunu anlamak için önce onu neyin ayakta dimdik kaya bir duvar gibi tuttuğunu bilmek gerekir.
Ege’de ismini vermek istemediğim bir sahil kasabasında ikinci oğlan olarak doğmuştu. Fırıldak Aysel diye bilinen anneleri o havalide çok iyi tanınan bir dansözdü ve bu yolla iyi de para kazanıyordu. Babalarının öldüğü söylenmişti ama tabii bu durum her zaman Semih’in kafasını kurcalayıp durmuştu. Ufak tefek esmer, fıkır fıkır hareketli dolgun vücutlu Aysel bir yandan sanatını icra eder bir yandan da iki oğlan çocuğuna analık yapmaya çalışırdı. Gel zaman git zaman kendine bir hami hadi doğrusunu söyleyelim sevgili buldu. Bakkal Kazım Efendi imam nikahıyla aldığı Aysel’e ev tutup çocuklarıyla oturtunca Semih için normal bir aile hayatı da başlamış oldu. Bakkal Kazım’a baba derken okula gidiyor, var gücüyle çalışıp kendini bu dar çevreden dışarı atmak ve hayatta iyi bir yerlere gelmek istiyordu. Hayatını erdem, çalışkanlık, dürüstlük gibi evrensel değerler üzerine tertemiz bir şekilde inşa ederken kirli gördüğü herkesten uzak duruyordu.
Mülkiyeyi kazanınca o kadar sevindi ki bağıra çağıra eve geldiğinde divanda oturan yabancı kadına bile sarılabilirdi ama kendini tuttu.
-Semih oğlum bu Kazım Babanın ilk hanımı Müjgan teyzen…
-Hoşgeldiniz efendim elinizi öpeyim.
-Berhudar ol…Evet Aysel nerede kalmıştık…Bak kızım dört çocuğum var ve bunların rızıklarını bu oğlanlara yedirmem…Ha Kazım Efendi’nin olsa amenna…Ama babaları kimdir nedir bilmem.
Aysel telaşla oğluna dönüp “Sen dükkana git baban çağırmıştı” diye Semih’in neşesini yerle bir ederek evden yolladığında hemen gitmemiş ve pencerenin altına kulağını dayayıp dinlemeye çalışmıştı.
-Kazım Efendiyi babaları bellediler Abla…
-Ne babası kızım kim bunların babaları sen kim olduğunu biliyor musun ?...
-Sen beni ne sandın tabii biliyorum…Gencecik yaşımda kocaya verdilerdi o da ince hastalıktan öldü gitti iki çocukla kalakaldım ne edeydim aç mı koyaydım ?...
Semih bu bilgiye sıkıca tutundu çünkü o da bir evliliğin, bir anne babanın ürünüydü ve sonrasında yaşananlar sadece bir kadının çaresizliğinden ibaretti.
Hakkını yemeyelim Kazım Efendi Ankara’ya okumaya giden üvey oğluna elinden gelen yardımı yaptı zira vicdanlı bir adamdı. Semih de onlara fazla yük olmamak için iş buldukça çalıştı; dükkan sildi, kağıt topladı sattı, yük taşıdı veya bulaşıkçılık yaptı. Bu devrimci ideolojiye hemen kaptırdı kendini çünkü aradığı kökleri, dostluğu, yoldaşlığı bulmuştu orada…İnsanın elele kolkola aşamayacağı zorluk yoktu ruhlar bir olsun yeter ki…Nitekim iyi günler de geliyordu Taşkın abinin matbaasında çalışmaya başladığında kendisiyle gurur duydu…Çalışıyor, okuyor, öğreniyor, mücadele ediyor, gelişiyor, insan oluyordu. Kazım Efendi’den para almayı bırakmış hatta çıraklık yapan abisine ufak tefek paralar gönderir olmuştu.
Semih için hapiste olmak utanç duyacağı bir durum değildi her şeye rağmen…Bütün büyük devrimcilerin geçmek zorunda oldukları zorlu bir yol vardı ve bu yolda yara bere almak da onur sayılırdı. Bu zorunlu süreci bolca kitap okuyarak, kendini geliştirerek geçirmek en doğrusuydu.
Ama işte dışarda hayat çok farklı yönlere doğru evrilmekteydi…Hala genç ve güzel bir kadın olan Aysel eski pavyon patronu ile bir olup zavallı Kazım Efendi’yi bıçakla delik deşik edip öldürmüşler ve dükkandaki kasada ne varsa ki çok şey vardı boşaltıp kaçmışlardı. Polis izlerini Adana’da bulmuş ve yakalamıştı. Semih haberi 3. Sayfadan okumuş ve gözlerine inanamamıştı. Kendisine iyi kötü babalık yapan Kazım Efendi’yi öldüren tövbekar olup namuslu hayat süren annesinin kanlı görüntüsü rüyalarına girse de çabuk toparlandı. İşte böyle korkunç olayların tek sebebi eğitimsizlikti…Fırıldak Aysel okusa, eğitim görse böyle mi olurdu ?...Bu yüzden devleti yeniden düzenlemek, eğitimi iyileştirmek yani devletleştirmek, en ücra köşesine kadar herkesin hakkı olmasını sağlamak lazımdı.
Semih yaşadığı sarsıcı olumsuzluklara rağmen böyle güçlü fikirlerle sağlam bir çimento dökmüş, yapısını kurmaya hazırlanırken ziyaretine Tülin geldi. Biraz süzülmüş ve durgun görünüyordu.
-Nasılsın Semih ?
-Olanları duydun mu ?
-Evet çok üzüldüm hem onun için geldim hem de…
-??
-Semih ben veda etmeye geldim.
-Ne vedası ?...
-Biz biz Oktay ile evlendik ve ay başında Almanya’ya gidiyoruz.
-Nasıl bir şaka bu ?...
-Bak bir süredir düşünüyordum tüm hayatımızı bozuk para gibi harcarken zaman da geçiyor, ömür de bitiyor…İstediğim aslında özgür olmaktı başlangıçta özgür ve adil yaşamak..
-Ne değişti Tülin ne ?...
-Bilmiyorum ben değiştim Oktay değişti belki istediğim basit bir hayattı inan bilmiyorum.
-Devrim biliyor mu bunu?
-Oktay onunla konuşmaya gitti ama sorun olacağını sanmam ikisi uzun süredir ayrıydı aslında…
-Sana ne diyeceğimi bilemiyorum biz hepimiz yol arkadaşıydık yoldaştık bize ihanet etmeniz için tek sebep büyük bir aşk olurdu.
-Aşk falan yok Semih aslında ihanet de yok sadece herkeste bahar yorgunluğu gibi bir ağırlık, bir bezginlik var…Biz belki fazlaca koptuk halktan oysa herkes gibi basitçe yaşayıp gitmek yeterdi.
-Öyle mi oldu şimdi ?...Ben, Devrim, Leyla ve diğer yoldaşlar hapiste mücadele ederken kaçacağınızı mı söylüyorsun…
Tülin gittikten sonra Semih uzun süre konuşmadı, daha çok uyur daha az okur oldu. Serbest bırakılınca da kimseye haber vermeden evine gidip eşyalarını topladı ve gece yarısı yürüyüp gitti, bir daha haber alan olmadı.
LEYLA- YENİ ZAMANLAR
Süryani kızı Leyla aralarında en çabuk toparlanan ve değişimi en kolay benimseyen oldu. Darbeden sonra bir süre ne yapacağını bilemeden evde oturduysa da sonra okula dönüp mezun olmayı başardı. Önceleri genç ve hırslı bir Avukat olarak tanındıysa da yeni kurulan bir sol partide sandalye kapmak zor olmadı onun için. Ailesi bölgesinde tanınmış ve etkindi, kendisi genç güzel ve hırslıydı, gerektiğinde anarşist, gerektiğinde aktivist, ya da sosyalist olabilecek potansiyeli de vardı. Hani çok gerekse kapitalist bile olabilirdi o derece akışkandı yani…Oran sitesine lojmanlardan birine yerleşti, dönemin her türlü lüksünü seve isteye hayatına kattı…Arabası, şöförü, yazlığı, müdavimi olduğu lokantalar, kuaförler, terziler vardı…Parkayı hayatından çıkardı ve döpiyes ile tanışıp kalıcı olarak gardrobuna ekledi. Döpiyesleri, ipek gömlekleri, stilettolarıyla yani giyim tarzıyla da dikkat çeker oldu…”Burcunuz nedir, hani parfümü kullanıyorsunuz, gardrobunuzda nasıl parçalar var, yemek yapar mısınız “ gibi sorularla dolu röportajlarda yapılı saçlarıyla gülümseyerek poz vermekten zevk alıyordu. Bazı gereksiz törenlerde, gereksiz kişilere gereksiz şiltler, plaketler dağıtıyor, adını hatırlamadığı açılışlarda kurdeleler kesiyor, nişan ve düğünlerde boy gösteriyordu. Velhasıl yeni zamanları sindire sindire yaşarken bir zamanlar neyin savaşımını vermiş olduğunu aklına getirmemek gibi bir yetenek de edinmişti.
Bu 80lerin jargonuna uygun bol şekerli hayatında artık 70lerin sisli havalarından bütünüyle sıyrılmışken Devrim ile karşılaşmaları klasik deyimle kaderin bir cilvesi miydi acaba ?...Partideki odasında sade Türk kahvesini yudumlarken sekreteri kibarca içeri başını uzatmış ve o tuhaf haberi vermişti…
-Sayın vekilim bir ziyaretçiniz var…
-Öyle mi kimmiş ?
-Adını vermedi ama onu tanıyormuşsunuz
-Peki içeri al..
Kapının açılmasıyla içeri giren kadının silueti Leyla’nın oturduğu yerde donup kalmasına sebep olmuştu. Devrim siyah deri ceketi, eskimiş kot pantolonu ve botlarıyla eskisinden daha ayrıksı ve asi görünüyordu. Uzun iki adımla Leyla’nın ayağa kalktığı ama arkasından ayrılmadığı masasına yaklaşıp elini uzattı.
-Merhaba Leyla…Yoksa Sayın Vekilim mi uygun olurdu ?...
-Devrim inanamıyorum bu sensin.
-Evet gördüğün gibi benim…
-Tanrım hiç değişmemişsin demek istiyorum ama hem aynı hem de çok farklısın
Devrim gülmeye benzer ama tam da gülme olmayan tuhaf bir mimik yaptı. Kısacık kestirdiği koyu renk saçları yer yer beyazlarla dolmuş, iri mavi gözlerinin etrafı bir sürü minik çizgiyle gölgelenmişti. Yüzünün bozulan simetrisi bir yana gözlerine yerleşen donuk ifade bile öylesine yabancıydı ki …Bu gelen kadın pekala Devrim olmayabilirdi de…Kilolu değilse de eskisinden daha iri görünüyordu veya Leyla’ya öyle gelmişti…Birden eski Devrimi hatırlamadığını, belleğinden bir şekilde sildiğini, şimdilerde bir çok müridi olan Hidayet dışında yol arkadaşlarını bütünüyle yok saydığını fark etti…Utanır gibi olduysa da hadi itiraf edelim ki utanmadı.
Bu arada Devrim deri kaplı krem rengi koltuğa oturmuş, sekreterin getirdiği sade kahve yanına bir de ucuz sigara yakmıştı. Leyla ucuz ve pahalı olan her şeyi birbirinden ayırt etme yeteneğine sahipti işi gereği…
-Ah sormadım burada sigara içiliyor muydu ?
-Aslında hayır ama boşver içmene bak…
-Ooo sayın vekilim diye ıslığa benzer bir ses çıkardı.
-Bunca zaman geçti Devrim nerede ne yapıyordun hiç bilmiyorum şaşırdım doğrusu…
-En son hapse girmeden görüşmüştük sonra bir daha hiç gelmedin.
-Darbe oldu Devrim ve hayatlarımız değişti, herkes bir yerlere dağıldı gitti.
-Darbe ülkeye oldu ama benim gördüğüm yol arkadaşlarıma da olmuş…Aslında bizi tutan bağlar o kadar ince ve gevşekmiş ki en ufak zorlamada kopuvermiş …Ya da şöyle söyleyim biz aslında hiç biz olmamışız, bambaşka kişisel hesaplar peşinde ama sanki birlik içinde gibi görünmüşüz…
-Devrim tamam haklısın yeterince beraber olamadık ama ülke de biz de kabuk değiştirdik artık yepyeni bir dünyada yaşıyoruz ve sen hala eski 70 lerin ağzıyla bana hesap soruyorsun…
-70 lerin ağzı öyle mi ?...Özgürlüğün, insanlığın kardeşliğin dili modası geçmiş mi oldu ?...Ne yaptın sen peki okulu bitirdin, para ve ün kazandın dostlarını unuttun, ideallerini çiğnedin ve yeni dünyalı mı oldun ?...
-Çok sertsin…Eskiden bu kadar sert değildin daha şefkatli, daha anlayışlıydın.
-80lerin Devrimi de böyle işte…
-Okul ne oldu ?...ya ailen ?
-Özgür olmayan bir üniversite de okuyabileceğimi düşünmüyorsun herhalde…Okulu bıraktım.
-Hepimizden zeki ve başarılıydın oysa…Peki sonra ?...
-Sonrası hiçlik…
-Halide teyze, Sevim…
-Annem ve Sevim Bursa’da yaşıyorlar. Sevim evlenince annem onu yalnız bırakamadı beraber gittiler ama kalbi sorunlu, sağlığı pek iyi değil.
-Sevim evlendi mi ?...
-Evet ama bu uzun bir hikaye boşver.
-Sen peki sen ne yapıyorsun ?...
-Korkma aç açık değilim, para istemeye gelmedim bir işim var ve geçinip gidiyorum. 80lerin gidişatına bende uydum ucundan direksiyon dersi veriyorum bir kursta…
-A öyle mi…Şaşırmıştı bu yorgun, bezgin kadını bir türlü eski ateşli Devrim ile bağdaştıramıyordu. Neden gelmişti ki ?...
-Neden buradasın Devrim ?...Beni görüp kutlamak için gelmediğin ortada. Anlamıyorum
-Ah işte can alıcı noktaya geldik…Devrim neden bunca zamandan sonra neden hiç hoşlanmadığı bir yerde hiç onaylamadığı arkadaşını ziyarete geldi ?...
-…..
-Leyla ben sadece araba kullanmayı öğretmiyorum sokak çocukları ve uyuşturucu kurbanları ile ilgilenen bir dernekte çalışıyorum. Bu çocuk ve gençler için bir tür sığınma evi kurmayı düşünüyoruz çünkü barınma ve beslenme en temel sorunumuz. Bu mekana ihtiyacı olan o kadar çocuk var ki inanamazsın.
-Bir politikacının yardımı etkili olur diye düşündün sanırım.
-Bizim için faydalı, senin için ise etkili bir reklam olur diye düşündüm diyelim.
-Anlıyorum.
Leyla aslında bu işe bulaşmak istemiyordu. Politik kariyerinde daha ileri üst seviyeden hedefler belirlemişti ve işin doğrusu Devrim ile bir iletişimi olmasını da tehlikeli buluyordu. Omuz omuza çarpıştıkları o yıllardan sonra çok çok düşünmüştü eskiyi…Devrim gibi insanlar etrafına huzur veya neşe getirmezlerdi. Onların olduğu her yerde bir kaos, bir problem mutlaka olurdu, mıknatıs gibi çekerleri sorunları.
-Ne yapabileceğime bir bakayım dedi gülümseyerek…Başından atmak istediği kişilere uyguladığı sevimli ve nazik tavrıyla…
Leyla Devrim gittikten sonra ciddi ciddi rahatladığını hisseti ve onun telefon numarasını yazdığı kağıdı kül tablasında çakmakla yaktı…
MAHALLENİN 80 Lİ YILLARI
Dayımın yurtdışına gidişi ile Devrim Ablaların taşınması aşağı yukarı aynı zamanlara rastlar. Bizim küçük aile sürekli bir hazırlık ve ağlama nöbetine girmişken onlar ne yaptı, ne zaman taşındılar, nereye gittiler hiç hatırlamıyorum…Bir sabah bomboş pencereler ile karşılaşıp şaşırmamız dışında da bir tepkimiz olmamıştı. Genelde taşınan komşular adres falan bırakıp yeni evlerine davet ederlerdi ama bu kez sessiz sedasız, habersiz oluvermişti bu gidiş.
Devrim Ablalardan sonra taşınıp giden o kadar çok oldu ki mahalle tamamen kabuk değiştirdi ve o bildiğimiz komşuluk ilişkileri de bariz biçimde dumura uğradı. Aileler evleri çok eski, kullanışsız, soğuk, küçük buldukları için ya derin tadilatlara girişiyorlar veya toptan satıp katıp gidiyorlardı. Tanıdığım bildiğim insanlar tek tek eksilirken ergenlik bunalımlarının yanı sıra giderek daha çok yalnızlaştığımı hissediyordum. Akasya ve kestane ağaçlarının gölgelediği o uzun ve geniş caddede çoğu zaman tek başıma yürür hayaller kurardım. Oysa daha belki 4-5 yıl öncesinde kalabalık bir çocuk grubu olarak oyunlar oynar eğlenirdik. İple çektiğim yaz günleri parlaklığını ne zaman kaybetmeye başlamıştı tam bilemiyorum ama biz de mahalleden taşınanlar furyasına dahil olunca anladım yabancılık çekmenin nasıl bir şey olduğunu…
Evimiz her ne kadar çok uzun yıllar otursak da bizim değildi. Ev almak o zamanki aileler için en büyük, en yüce hayaldi ve genelde emeklilik ikramiyesi bu işler için kullanılırdı. Önce babam arkasından annem genç yaşta emekli olunca satın alınacak ev arama çalışmaları başlamıştı. Çok sevgili caddemiz, mahallemiz ne yazık ki bütçemizi aştığı için bu çalışmaların dışında kalmıştı. Üzülüyor ve itiraz ediyordum ama bana bir odam olacağını söyleyip heveslendiriyorlardı. Lise çağlarındaydım ve duvarlarına posterler yapıştıracağım bir odam olacağı düşüncesi ister istemez cazip geliyordu. Hayallerimizi sekteye uğratan evi uzun pazarlıklar sonucunda aldık. Eski mahallemize yürüyüş ile 40 dakika uzaklıkta yeni kurulan yüksek apartmanlar ile beton ormanına benzeyen Demetevler semtinde bu beton yığınlarının gökyüzünü bile kapattığı karanlık bir sokak arasında karşı evin duvarı dışında bir yeri görmeyen üç odalı büyük bir daireydi bizimki…Sevgili odam ise küçücük, daracık penceresi bir başka duvara bakan karanlık boğucu bir odaydı…Eski yayları bozuk somyam ve dayımdan kalan metal paslı kitaplık ile çok zavallı ve yalnız bir görüntüsü vardı aslında…Sadece salona yaptırabildiğimiz pembe kabartma çiçekli duvar kağıdı bile evi sevimli gösteremiyordu ne yazık ki…Her zaman bizim olan ama aslında bizim olmayan o aydınlık evi ağlayarak terk edip artık bizim olan ama hiç bizim olmayan eve ağlayarak yerleştik.
Hayatımızda eksilmeler o taşınma ile mi başladı yoksa zaten başlamıştı da biz mi fark edemedik bilmiyorum. Artık zamanını evde plaklarıyla, kitaplarıyla ve şarabıyla geçirmek durumunda olan babam koridorun en sonundaki buz gibi odasında her zamankinden daha mutsuz ve yalnızdı…Emekli olduğuna anında pişman olan annem ise geçim sıkıntısı yanında, hiç tanımadığı bir çevrede kapalı kalmanın bunalımına düşmüş ve acilen iş aramaya başlamıştı. Ben arkadaşlarımdan iyice uzağa düşmüştüm, okuldan anneannemden uzaklaşmış kimsenin beni tanımadığı bir muhitte yabancı, ürkütücü bulduğum insanlar içinde kalmıştım. Demetevler o zamanlar çok farklı tipte insanların oturduğu bir yerdi…Çok tutucu tarikat üyesi kişiler e vardı, radikal solcu veya etnik anarşistler de…Hiç görmediğim, alışmadığım bu insan topluluklarından o kadar ürkmüştüm ki her boş bulduğum anda yürüye yürüye babamla veya yalnız Yenimahalle’ye bildiğimiz çevreye gider olmuştuk. O yürüyüşlerde ufak tefek mutluluklar yaşıyordum aslında…O korkunç Demetevler arkamızda kalıp sevgili mahallemizin leylak bahçeli evleri görünmeye başladığında içimi sıkan, boğan iplerin gevşeyip yok olduğunu hissederdim. 5. Durak çarşıya vardığımızda elimize aldığımız simit dünyanın en güzel yiyeceğiydi…Dükkanlar renk renk, capcanlı, Yenimahalle parkı her zamanki gibi güvercinler ve emeklilerle dolu, dokunduğum taşlar, havada hissettiğim koku bile alışıldık bilindik yakınlıktaydı…
Mahalle gibi insanlar da zaman yıpranmasına maruz kalmışlardı. Her zamankinden daha yaşlı ve hasta görünen dedemin sık sık kalbi teklerken, en küçük evladına hasret anneannemin saçındaki beyazlar artarken gözündeki yaş hiç azalmıyordu. Ördüğü çeyizlik dantelleri eşe dosta satarak kazandığı parayı yurtdışında okuyan dayıma gönderiyordu bu yüzden tüm zamanını, enerjisini dantel örmeye vermişti. Yemek veya ev işlerini çarçabuk isteksizce gergin bir şekilde yapıyor ve hemen dantelini alıp oturma odasındaki pencerenin yanına oturuyordu. Evde artık ne buluyorsa yedikten sonra dedem her gün erkek evde durmaz geleneğinden ötürü ağır ağır, kalbi sıkışarak kahveye gidiyor ve kendisi için çok zararlı olan sigara dumanları içinde kağıt oynayarak gün geçiriyordu. Babam soğuk odasında 60 lı yılların latin jazz veya Türk Sanat Müziği plaklarını dinlerken içtiği şarabın miktarı gittikçe artıyor, ayık olduğu zamanlar çok azalıyordu. Annem bir harita bürosunda çalışmaya başladığı için her zaman yorgun, telaşlı sinirliydi.
Etrafımdaki renkler ve insanların yavaş yavaş solduğunu, silikleştiğini fark ediyor muydum bilmiyorum. Mevsimler mevsimleri kovalıyor, anneannemin penceresinin altındaki kayısı ağacının yaprakları bir sararıp dökülüyor, bir yeşillenip coşuyor, bahçeler arasında ki taş döşeli yollar bozulup düzensizleşirken, kocaman yıldız bahçeler daha bakımsız, zavallı, terkedilmiş bir hale dönüşüyordu. Eski günlerin hatırına arka bahçede çay içtiğimiz nadir zamanlar oluyorsa da neşesiz, zevksiz, huzursuz oturmalardı bunlar…
Lise son sınıfa geçtiğim yaz babam ile her gün Ankara’nın bir semtine geziler yapmaya başladık. Kızılay’da sahafları gezip kitap alır, Sakarya’da, Necati Bey’de Mithatpaşa’da dolaşırdık ve sonra Şeytan Mağarası isimli bir cafede babam bira ben gazoz içerdik. Bir başka gün Tunalı veya Çankaya’da veyahut Bahçelievler’de sokak sokak dolaşırdık. Amaçsız, bir hedefi olmayan başıboş gezilerdi bunlar…Mutlu olur muyduk, keyif alır mıydık hatırlamıyorum…Ancak herhalde yoğun bir keyif ve eğlence olsa hatırlardım diye düşünüyorum. Bana tuhaf bir şekilde yalnız ve hüzünlü gelen gezilerdi bunlar…Sanki yitirdiğimiz bir şeyi arıyorduk o yabancı sokaklarda…
Demetevlerdeki karanlık evde 1 yıl oturabildik…Evi satıp parayı bankaya koyup Yenimahalle de kiralık bir eve çıktık. Eski mahalleme uzaktı ama işte olsun yine de Yenimahalle idi…Hayatımda oturduğumuz ikinci üç odalı büyük evdi Mermer apartmanının en üst katındaki kocaman daire…Eşyalarımız büyük salonun bir köşesinde zavallı kalınca ve tam da karşımızda oturan ev sahibimiz bizi fakir görüp burun kıvırınca annem gidip borç harç bir koltuk takımı almıştı.
80 li yıllarda aniden bazı ev eşyaları çok önemli hale gelmişti…Mesela büyük ve içini biblo, resim gibi ıvır zıvırlarla, kitaplarla doldurduğumuz , tam ortasında televizyonun durduğu koyu kahve kitaplık, eski sağlam formika masanın yerini alan dört köşe sunta ayağı her daim sallanan uyduruk masa, içiçe geçen ve nedense adına zigon denen çay sehpaları, yüksek ayaklı üzeri mutlaka renkli kalın saten ve üstüne dantel örtü örtülen ve hiçbir işe yaramayan fiskos sehpası, evdeki kanepenin pabucunu dama atan çekyatlar olmazsa olmazdı o günlerde…Güzelim beton mozaikleri soğuk oluyor gerekçesiyle muşamba ile kaplamaya başlamıştık, parke veya marley pahalıydı paramız yetmiyordu. Biz kocaman kiralık evimizde sanki hakkımız olmayan bir alanı gereksiz işgal ediyormuşuz duygusuyla çekingen, içe dönük bir hayat sürmeye çalışıyorduk. Daha aydınlık odamda liseyi bitirdim ve üniversiteye başladım.
Üniversitenin ikinci yılında ise bu sefer çok uzakta Söğütözü’nde olan kendimize ait kooperatif evine yine mutsuz, yine ağlayarak ve yine istemeyerek taşındık. Böylece iki odalı, eğri ve düşük tavanlı, sunta mutfaklı ilkel evimizde orta sınıf hayatımıza devam ettik. Önceki evden kalan para ile duvarlara yağlı boya, yere marley yaptırabilmiştik.
Yıllar 80lerden 90lara evrilirken iyi ve marka giyinmek, lüks yaşamak, büyük bol yemekli zengin sofralar kurmak, pahalı semtlerde oturup sosyeteye karışmak, Mc Donalds’a takılıp, cafelerde piyasa yapmak önemli hale gelmişti, henüz büyük bol çeşitli kahve dükkanları furyası başlamamıştı. Hala Sakarya’da ekmek arası döner yemek avam sayılmıyordu…Hala Onur çarşısından defolu ucuz penye alıp onardıktan sonra çeşit çeşit giymekten gocunmuyorduk ve hala ailemizden büyük ve pahalı isteklerde bulunmuyorduk. Hatırlıyorum da iki pantolonla üniversiteyi geçiştirirdim, kış için kadife, yaz için kot…Beden Eğitimi dersinde anneannemin pazardan aldığı şeker pembesi defolu eşofmanı giyerdim ve ilk montum herhalde 3. Sınıfta dayım tarafından hediye edilmişti. Giyim kuşamın önemli olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştım ama ben kitapların, fikirlerin, kişisel yeteneklerin önemli olduğu bir çağdan geliyordum…Anlamam çok zordu markalı kot giymenin önemini…Kendi içselliğimle ve salaş giyimimle popüler bir genç olamayacağım ortadaydı…Kimse için dikkat çekici, eğlenceli, neşeli, keyifli değildim. Tutunacağım tek dal derslerimdi ve tutundum…Tarihin, arkeolojinin, felsefenin içinde beni koruyacak sağlam bir zemin aradım…Yıllar yıllar sonra anlıyorum ki bulabildiğim tek sağlam zemin de oymuş…
DEVRİM –TAŞ KRALİÇE
Taş plakların cızırtılı ve derin melodisine karışan sokağın karşısında nicedir devam eden inşaatın sinir bozan gürültüsü arasında perdeleri yarı inik loş salonun eski eşyalarının dinginliği olmasa Devrim belki de delirebilirdi. Kadifesi yırtık koltukların durduk yerde gıcırdaması bile ona sakinleştirici bir ninni gibi geliyordu. Anıttepe’de eski bir apartmanın en alt katında terkedilmiş eski eşyalar ve geçmişin anı parçalarıyla birlikte yalnız bir hayat sürüyordu. Evde mecburen aldığı ocak, tüplü soba, çamaşır makinesi gibi gerekli şeyler dışında yeni hiçbir şey bulunmuyordu. Püskülleri kopmuş, yer yer güve yemiş halı analı babalı günlerden kalan değerli bir anıydı onun için, havlarına hapsolmuş değerli izler mesela bir saç teli yok olmasın diye temizlemekten bile kaçınıyordu. 60lardan kalan formika komodin ve üzerindeki bazısı kırık biblolar ve aile fotoğrafları en değerli eşyaları arasındaydı ve yerlerini milimetre bile oynatmak istemezdi. Hala Sümerbank çarşafları üzerinde yatıyor ve İstanbul porselenin çiçek desenli tabaklarını kullanıyordu. Yatak odası salon duvarları tamamen aile ve çocukluk resimleri ile kutsal bir mekan gibi donatılmıştı. Adeta bir Ortodoks kilisesi gibi ahşap, mür ve toz kokan ağır ve hüzünlü bir loşluk içinde yaşıyor ve bundan huzur buluyordu.
Halide Hanım ve Sevim gittikten sonra bu zemin kattaki daireye taşınmış, hayatının sınırlarını mümkün olduğunca daraltmayı tercih etmişti. Haftanın belirli günlerinde direksiyon dersi veriyor, zamanın önemli kısmını dernek çalışmalarında geçiriyor ve işleri bittiğinde adeta kaçarak evine geliyordu. Eski günlerden Devrim’i tanıyan ve şimdi tekrar gören bir kişi bu iki kadının iki farklı kadın olduğuna yemin edebilirdi. Yenilikçi, özgürlükçü, aktif, esprili, zeki ve güçlü Devrim tamamen erimiş yok olmuş ve yeni zamanların içe dönük, suskun, yorgun Devrimine dönüşmüştü. 70 lerde kurduğu sarsılmaz sandığı dostluklardan bugünlere hiç birini taşıyamamış olması bir yana, yeni insanlar tanımak, iletişim kurmak da istemiyordu. Oysa bazen Tülin’den Almanya pullu, simli, süslü genelde mum resimli yeni yıl kartları gönderdiği veya Semih ‘in kısa bayram tebriklerinin geldiği oluyordu ama hiçbirine cevap vermiş değildi. Kartları formika komodinin lüzumsuz kağıtlar çekmecesine istifliyor ve unutuyordu. Komodinin üzerinde porselen eski bir duvar tabağı içinde irice bir çakıl taşı dururdu ve her gün mutlaka ona dokunmak isterdi. Üzerinde su içen geyikler olan duvar halısını yatak odasına asmıştı çünkü uykuya dalarken onu izlemekten hoşlanıyordu. Kızıl kahve tonlarının hakimiyetindeki halıda çok narin, kocaman gözlü geyikler adeta gülümseyerek su içiyorlardı, arkada belli belirsiz sisli dağlar ve uçan kuşlar vardı…
Arka bahçeye bakan küçük odayı babasının eşyalarıyla doldurmuştu dersek abartmış olmayız. Taş plaklar, babasının eski pikabı, ahşap kasalı, üzerinde bütün dünya kentlerinin yazılı olduğu radyo, bir pipo, teneke tütün kutusu, kocaman manyetolu çakmak, tütün kolonyası şişesi, mermer oyma bir küllük, lastiği kopmuş bir papyon, birkaç kol düğmesi ve bir robdöşambr bu odanın değerlileri arasındaydı. Devrim buraya her zaman girmezdi çünkü içine bıçak gibi saplanan acının yoğunluğuna her zaman katlanamazdı…Göğsünü parçalayan sivriliğin varlığına dayanabildiği anlarda çile odasına girmiş bir derviş misali yere oturup saatlerce düşünür düşünürdü…
İnsan tüm bilincini oluşturan anılardan ne zaman kopar ve ne zaman onları düşünmeyi bırakırdı ?…Zamanın ilerleyişi her zaman doğru ve güzel bir yönde olmazdı ki insan ona uyum sağlamak zorunda kalsın …Üstelik eşyalar, evler, sokaklar, kentler değişiyordu ama düşünceler sanki küçülüyor, daralıyor sönükleşiyordu…Devrim içindeki kandillerin tek tek karardığını hissederken dış dünya da patlayan şenlik ateşlerinden ne haz duyabilirdi ki ?...
Sokak çocukları veya uyuşturucu bağımlıları ile geçirdiği zamanlarda da çok kendi gibi hissetmiyordu aslında…Yine de bir işe yaramak, çaresiz gençlere yardım etmek güzel ve rahatlatıcı bir duyguydu şüphe yok buna…İşin ilginç yanı bu sorunlu gençler en fazla Devrim ile konuşmayı seviyorlardı ki aslında çok konuşmasa da…Farkında olmasa da etrafındakilere yaydığı güçlü bir aurası vardı ve insan bu halenin içine girerse korunacağı gibi bir ruh haline bürünürdü…Bence Devrim’in gücü ve etkisi bundan gelirdi. Eski çağlarda yaşasa belki bir aziz gibi saygı görür, kutsal mandorla içinde resimleri yapılırdı. Herkes giysisini giyip, çantasını alıp işe giderken, Devrim sanki bu auraya sarınıp, asasını alıp evden çıkardı…Belki “yok artık” diyeceksiniz ama eğer onu tanısaydınız az bile söylediğime inanırdınız.
Hayatın zamansal gerçeklerine dönmek gerekirse Leyla tabii ki Devrim’e yardım etmedi, babasından aldığı yarım maaş olmasa direksiyon dersiyle geçinip yaşaması imkansız olurdu, hala genç bir kadındı ve ne yazık ki gezegenini şaşırmış bir uzaylı kadar da yalnızdı. Halide Hanım ve Sevim ile ilişkileri ne yazık ki oldukça uzak ve soğuk bir hale gelmişti, bir zamanlar adeta taparcasına bağlı kaldığı ideolojisinden o kadar uzağa düşmüştü ki sanki o günleri rüyasında veya bir filmde görmüş gibiydi. Hidayet gibi tutunacağı güçlü bir inancı, Leyla gibi politik hırsları, Tülin gibi sığınabildiği bir aile hayatı yoktu. Semih gibi kaçamazdı veya diğerleri gibi dönüşemezdi…Uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında tek kalmış dikenli bir çalı bitkisi gibiydi.
O gün evden hangi saatte çıktığını kimse hatırlamıyordu ne yazık ki…O gün direksiyon çalıştırdığı Selma Hanım kocasıyla tartışmıştı ve morali bozuktu, dikkatini veremediği için üstüste bir sürü hata yapınca Devrim arabayı sağa çekmiş ve soran gözlerle ona bakmıştı.
-Hocam haklısınız iyi değilim bugün
-Anlatmak istersen dinlerim.
-Rıza araba kullanmamın gereksiz olduğunu düşünüyor, sonuçta ev kadınıyım ve ne zaman arabayı alıp da çıkacağım ?...
-Sen ne düşünüyorsun ?...
-Bence de gerekli değil ve ayrıca çok istediğim bir şey de değil
-O halde neden buradasın ?...
-Hocam kendime ayırdığım tek zaman bu…Özgür olduğum, kocam ve çocuklardan uzak, evden işlerden, yemek ve deterjan kokularından uzak…Yine bir şey yapıyorum ama sadece kendim için.
-Başka bir şey bulamaz mısın ?...
-Mesela ne ?...
-Kurslar, yardım dernekleri ?...
-Bunlar zaman ve enerji ister, iki çocuklu bir ev kadını için çok zor şeyler. Bir de istek gerekir ki bende yıllardır bir şeye karşı istek yok.
-Evlilik insanın hayatını fazlasıyla dolduruyor olmalı ama senin de bireysel zevklerin, keyiflerin, hobilerin olmalı.
-Biliyor musunuz ben üni de Edebiyat okudum. Kitapları en büyük tutkumdu…Artık ona bile zaman bulamıyorum.
-Selma bak ne söyleyeceğim benim çalıştığım sorunlu çocuklar var sokak çocukları, bağımlılar…Onlar için bir dernek kurduk orada vaktin olduğunda kitap okuma saatleri düzenlersen çok çok güzel bir şey yapmış olursun. Hemen cevap verme düşün…
Selma heyecanlanmış ve düşüneceğini söylemişti…Dersten sonra Devrim ayak üstü bir tost yemiş, bir çay içmiş ve koştura koştura bilmediğimiz bir yere gitmişti. Demirtepe’de eski bir binanın kapısından çıkarken görülmüş olduğu söylense de gazete aldığı büfe tam saatten emin değildi. Büfe den bir de su alıp banka oturmuş ve gazeteyi okumuştu. Hemen karşı bankta oturan meraklı yaşlı teyze Devrim’in elindeki kalem ile gazeteyi çizip durduğunu hatırlamıştı. Sonra gazeteyi dürüp büküp çantasına attıktan sonra hızlı ve büyük adımlarla Kızılay yönüne doğru gitmişti.
Sonrasında Güvenpark’da biriyle buluşmuştu…Bu buluşmanın bir tanığı olmasa da çantasından çıkan gazetenin kenarına alınan nottan biliyoruz kiminle buluştuğunu…Şeniz ile Güvenpark diye yazmıştı net bir yazıyla…Ne yazık ki onu tanıyan hiç kimse daha önce bu ismi duymamıştı…Şeniz bir muammaydı…
Kızılay’da mesai çıkışı memur kalabalığı bir uçtan öbürüne akıp dururken, ve otobüs durakları insan yığınlarıyla dolup taşarken kentin ritminde yitip gittiğimiz için bundan sonra tek bilinen gerçeklik Devrim’in bir daha ortalarda görünmediği…Oysa akşam ışıkları henüz yanmamıştı ve yorgun kalabalık evine ulaşmamıştı…Selma mutfakta yemek hazırlıklarına girişmişken Leyla’da belki önemli bir toplantıdan çıkmak üzereydi…Hidayet ikindiyi kılmış, müritlerine el öptürüyordu, ya da babam şaraptan sonra içtiği boş kolonya şişesini arka balkondan bahçeye atıyordu, ben olmayacak hayaller kurarken annem belki mutfakta ağlıyor ve bulaşık yıkıyordu. Öyle veya böyle bize ne yaşadığımıza aldırmadan gün akşama, akşam geceye doğru evriliyordu.
Sabah ile gecenin tam ayrılmadığı o ince ama keskin saatte Devrim son kez Ulus’da karanlık bir sokak arasında sigara izmaritlerinin arasında gözleri gökyüzüne dikilmiş, tam kalbinde kocaman bir bıçak ile yatarken görüldü…Taş kraliçe taştan oyulmuş mükemmel ve pathetik bir heykel gibi büyüleyiciydi…Göğsünden akan kanın soyut bir tablo görüntüsü oluşturduğuna bile yemin edebilirdi insan…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.