- 175 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
YEDİĞİM BAZI KAZIKLARDAN ÖRNEKLER VE ANILAR...
Bundan 7-8 yıl önce falan pazara gidiyorum, annem ’’Tereyağı almayı unutma, yemek pişireceğim.’’ dedi. Pazarı güzelce gezdim, hiç bir tereyağını beğenmedim, oysa beğenilecek çok fazla tereyağı vardı. Fiyatı biraz pahalı idi, gıcıklığım tuttu. Hiç birisinden almadıın, sonunda önünde 25+30 kadar tereyağı bulunan bir köylü kadının önünde durdum. Fiyatını sordum önce, öteki tereyağı satıcılarından bir miktar ucuz bir fiyat söyledi. Yalnız ’’Teyze, bu tereyağları niçin açık sarı ?’’ diye de sormadan edemedim. Köylü bayan bana ’’İneğin sütünden böyle.’’ dedi. İnandım ve tereyağını alarak eve geldim, annem de vakit geçirmeden tereyağını tencerenin içine koymuş. Daha 5-10 fakika geçmeden bana ’’Sen, bu tereyağını kimden aldın ?’’ demez mi, ’’Ne oldu ?’’ dediğimde ’’İçine patates koymuşlar.’’ dedi. Gerçi bu benim yediğim ilk kazık değil di ama...
*****
Babam sağ iken bir gün sokak kapısının önünde bir işle meşgulüz, yanımızdan elinde kolonya şişesi dolu olan 40-50 yaşlarında bir çingene adamı geçiyor. Elinde de 2 kolonya şişesi var, babama ’’Bey amca, kolonya ister misin ?’’ diye sordu. Babam her zaman alıcı bir adamdı, kolonya şişesinin ağzını kokladı. Emin olmak için benim de koklamamı istedi, kokladım ve güzel olduğuna dair onay verdim. Çok iyi hatırlıyorum, günlerden Pazardı, çünkü Sümerbank Bez Fabrikası’nda çalışan babamın Pazar’dan başka bir izin günü yoktu. Çingenenin istediği fiyatı verdik, ben kolonyayı evin içinde koydum geldim. Anneme de kolonya aldığımızı söyledim, hiç unutmuyorum aradan 3 gün geçti. Çarşamba günü evimize misafirler geldi, annem kendilerine kolonya vermiş ama eline kolonyayı alan misafirler anneme ’’Bu kolonya değil, su.’’ demişler.’’. Evde başka bir kolonya olduğu için annem onlara o kolonyadan verip misafirleri ağırlamış ama ben eve gelince bana ’’Siz o kolonyayı kimden aldınız ? İçinden su çıktı.’’ demez mi, kolonya şişesini bulup avcuma döktüm. Gerçekten su, burnumu şişenin ağzına götürüp kokladım. Esans kokuyor, ’’Vay namuzsuz vay, şişenin ağzına esans sürmüş. Biz de esansı koklayınca kolonya olduğunu sandık ama içi demek ki suymuş.’’ dedim. O gündür bu gündür kolonyayı bildiğimiz kolonya dükkanlarından alıyoruz.
*****
20-25 yıl önce İzmir’de Kemeraltında geziniyorum, bir ayakkabıcının önünde İtalyanların ünlü bir markasını taşıyan bir ayakkabı gördüm. Fiyatı 5 lira, şaka gibi. Gerçi o fiyata o günlerde normal bir ayakkabı bile yok, sanıyorum o günlerde ayakkabılar 25-30 lira civarında biraz da arkadaşlara hava atmak için 5 lira verip ayakkabıyı satın alıp ilçeye döndüm, Ertesi gün yarış bisikletine binip yola çıktım. Pırıl pırıl parlayan ayakkabıyı biraz da hava olsun diye gezdiğim yerlerde ona buna göstereceğim, ilk arkadaşın yanına geliyorum. Durmak için frene basıp yere ayağımı atacağım sırada ayakkabının ucu yere değip yırtılmaz mı. Niye uğradığımı şaşırdım, Hemen bisikletten inmeden tanıdığım en yakında ki ayakkabıcı tamircisine uğradım. Adam ayakkabıyı eline alır almaz ’’Abi bunu çöpe at, bu tamir olmaz. Bu ayakkabıyı kartondan imal etmişler, üzerine parlak siyah bir rugan sürüp İtalyan Markası’nı üzerine yapıştırmışlar.’’ dedi.
*****
Gençlik yıllarında İzmir’de ’’Varan Bir’’ isimli 1.000 adet kitap bastıracağım, matbaa ile anlaştık. 1 ay sonra kitapları basıp bana teslim edecek, minibüs tuttum gittim, kitap kapağı istediğim gibi olmamış. Matbaacı yarısını sarı, yarısını lacivert yapmış. Adama ’’Sen Fenerbahçe’li misin ?’’ diye sordum, Fenerbahçe’liymiş. Biraz kendisine, ’’Bir matbaacı müşterinin istediğini yapar, sen kendi arzunu benim kitabın üzerinde gerçekleştirmişsin.’’ diye kızdıktan sonra ’’Bu böyle olmaz ama olmuş artık yapacak bir şey de yok, başka birisi olsa bunu kabul etmez.’’ deyip kızgınlıkla paranın geri kalan kısmını da ödeyip kitapları Nazilli’ye getirip geldim, paketler 50’li 50’li bağlanmış. İşin tuhaf tarafı, kitapları orada saymak aklıma da gelmedi. Eve geldikten sonra bir saydım, 750 kitap var, 250 kitap eksik. Telefon açıp durumu izah ettim, ’’Bir daha ki seferde kitap bastıracağın sırada 250 kitap fazla basarız.’’ deyip telefonu kapattı ama ondan sonra hiç o matbaaya gidip kitap bastırmadım.
*****
10 yıl önce bilgisayarım bozulmuştu, yeğenimin tavsiye ettiği bir tamirciye götürdüm. Beynini değiştirdi, 1 yıl kadar kullandım. Tekrar bozuldu, tekrar aynı bilgisayarcıya götürdüm, yeni bir beyin için bir hafta beklemem gerektiğini. Elinde 200 liraya takılacak bir beyin olduğunu ifade etti. İzmir’den gelecek olanın fiyatının 250 lira olduğunu açıkladı, işlerim aksamasın diyerek elinde bulunanı bilgisayara takmasını istedim. 2-3 saat sonra 200 lira ödeyip bilgisayarı eve getirip geldim, bir türlü randıman alamıyorum. Ertesi gün tekrar götürüp durumu izah ettim, bir şeyler yapıp gönderdi ama bilgisayar yine randımanlı çalışmıyor. Bu durum tam 10 gün devam etti, en sonunda aynı zamanda ağır sözler söyleyen bu bilgisayar tamircisinden vaz geçip atmadığım 2 beyni de alıp Nazilli’de bulunan ve bir çok resmi dairenin de bilgisayarını bakan bir servise götürdüm. Sekretere durumu izah ederken içeriye giren servisin patronu olanı biteni dinledikten sonra ’’Ben sizi tanıyorum, siz kitap yazarı değil misiniz ?’’ diye sordu. Sonra elimden 2 ayrı beyni alıp dikkatlice inceledi, bana ’beyinlerde açılmış olan 4 tane deliği göstererek ’’Bunlar kullanılmış, yeni değil. Ayrıca bunların 2 yıl garantisi var, size bu konuda bir şey söylemedi mi ?’’ diye sordu. İşim çok olduğu için o tür konulara hiç dikkat etmediğimi ifade ederek ’’Hocam siz de yeni beyin var mı ? Fiyatı ne kadar ?’’ diye sordum. 125 lira olduğunu söyledi, 1 gün sonra bilgisayarı alıp götürebileceğimi izah etti. Bu arada istersem servise gidip 2 yıl garantisi için hatırlatmada bulunabileceğimi izah etti, hayatımda o kadar çok böyle ham ve üçkağıtçı kişilerle karşılaştığım için ’’Hocam ben onunla uğraşacak vaktim yok, ben size 125 lira vereyim. Siz bunun beynini değiştiriverin.’’ dedim. Tam 10 yıldır o beyinle bilgisayarı kullanıyorum, bilgisayarın bir sorunu olduğunda da aynı yere gidiyorum artık. Bu arada 2-3 yıl önce bana kazık atan genci bastonla gezerken gördüm, işi bırakmış. Duyduğuma göre, ona buna kazık atarken felç geçirmiş galiba...
*****
Nazilli PTT’si yanında 30 yıl bulunduğum bir kartpostal tezgahım vardı, önü açıklık. En çok burası hoşuma giderdi, akşama kadar PTT’ye çok insan gelip gittiğinden hem iyi alış veriş yapar, hem de buraya gelip giden arkadaşlarla çay kahve içer, uzun uzun da sohbet ederdim. 25 metre kadar batısında Atatürk Heykeli vardı, hala da var. Bütün törenler burada olduğundan kaymakam+belediye başkanı+emniyet müdürü+diğer daire müdürleri ile hemen hemen hepsini tanıdığım okul müdürleri de bayram veya çelenk koyma ve çeşitli günler için buraya gelir gider, ben de hepsi ile bol bol sohbet ederdim. Hemen 15 metre kadar güneyimde 5 tane arzuhalci vardı, birisi emekli bir astsubay. Birisi emekli trafik polisi. Birisi PTT’den emekli Hasip, birisi de tek işi arzuhalcilik olan Kaya. Beşincisi Sakatlar Derneği Başkanı Erdal Yurtseven, hepsi ile yıllarca sohbet ettik. Çay kahve içtik, uzatmayalım. Bir gün güneyimdeki dairelerden birisinin satılık olduğunu gördüm, levha asmışlardı. Erdal’a dair sahibini tanıyıp tanımadığını sordum ’’Abi ben de telefon numarası var, 110.000 lira diyor.’’ dedi. ’’Adama telefon et, 100.000 liraya verecekse alayım.’’ dedim. 25-30 yıl falan oldu galiba, Erdal adama telefon etmiş. Dairenin sahibi olan köylü 100.000 lirayı kabul etmemiş, aradan 3-4 ay geçti. Bir gün yanıma işi başından aşkın olan rahmetli traktörcü Ömer Abi geldi. ’’Kerim çayları söyle bakalım, iki tıkırdayalım.’’ dedi, ’’Ömer abi hayrola, senin buralarda ne işin var ?’’ deyince benim 3-4 ay önce almak istediğim daireyi göstererek ’’Şu karşıdaki daireyi aldım.’’ demez mi, ’’Abi, o daireyi kaça aldın ?’’ deyince verdiği cevap 80.000 oldu. ’’Abi, ben o daireye 3-4 ay önce 100.000 lira verdim. Adam bana vermedi, sana nasıl 80.000 liraya verdi ?’’ deyince ’’Abicim, bu benim aldığım 8.daire, adamla pazarlığa giriştim. Bu fiyata anlaştık, zaten evi kiraya verince ev kendisini 3-4 yılda amorti ediyor.’’ dedi. Ömer abi bu olaydan 4-5 yıl sonra vefat etmiş, birisi onun 20 kadar evi olduğunu söyledi. Çok şaşırdım ama 60-65 yaşlarında genç yaşta öldü ona çok üzüldüm, adamcağız traktörle ona buna kum çekmekten 20 evin getirisini ağız tadıyla yiyemediği için.
*****
İnşaatçı Selahattin Nazilli PTT’si karşısında 25-30 yıl önce 3 katlı bayağı büyük 2 dükkan ile üst tarafları daire olan bir inşaata başladı, bir ara konuşuyoruz. Dükkanları kaça satacağını sordum, 3 yıl içinde inşaatı bitireceğini. Dükkanları 300-350.000 liraya satacağını söyledi, daha temel atma aşamasında bir olay. Dedim ki ’’Elimde 60.000 lira nakitim var, bunu sana vereyim. Dükkanlardan birisini bana ver, enflasyon %’de 100 civarlarında gidiyor. ’’Olmaz.’’ dedi, böyle deyince ben de inşaata bitişik bir zenginin dükkanını kiraladım. Mevcut paranın 40.000 lirasını dükkanın içine harcayıp mal doldurdum, işler çok iyi olmasa da dükkan da vakit geçiriyorum. Gelen giden gazeteci+yazar+şair ve edebiyatçılarla çay+kahve içip sohbet ediyoruz, aradan 3-4 yıl geçti. Dükkanlardan birisini Malatya’lı bir mobilyacı aldı mı ? Kiraladı mı ? Hala bilmiyorum ama hala orada işini yapıyor. Ben, hemen onun bitişiğindeyim. Bir gün dükkanın önünden matbaacı İbrahim geçiyor. ’’Hayırlı işler Kerim abi.’’ deyince ’’İbrahim gel, çay içelim.’’ dedim. Geldi, yanıma oturdu. Çayları söyledim, nereye gittiğini sordum. Benim bir dükkan ötedeki 3 katlı yere bakacağını ve alacağını söyledi, İbrahim iyi iş yapan bir matbaacı. Elinde para da var ’’Kaç para diyor ?’’ diye sordum, ’’125.000 lira istiyormuş.’’ demez mi. ’’İbrahim, ben o yere inşaat temelde iken 60.000 lira vereyim, 3 yıllık enflasyon hesabı ile bu para 180.000 lira eder dedim. Bana dedi ki, ben dükkanları 300-350.000’e satacağım. Bak şu fiyata, demek ki o parayı kimse vermiyor. Ulan ben de mi bir sakarlık var, yoksa pazarlık yapmasını mı beceremiyoruz. Anlaşılır iş değil, alırsan sevinirim.’’ dedim. Anlaşamadılar galiba, İbrahim orayı almadı. Bir müddet sonra matbaasının olduğu 3 katlı pasajın tamamını satın aldı, üstünü de bir dershaneye oldukça yüksek bir fiyatla kiraya verdi. Sonraları Allah, ’’Yürü ya kulum.’’ dedi, yürüdü gitti.
*****
35-40 yıl önce İzmir’de dünyanın sayılı matbaalarından birisi olan Ticaret Matbaacılık A.Ş. faaliyet halindeydi, Büyük Efes Oteli’ne sadece 150-200 metre mesafedeydi. Matbaa’da 300 kişi çalışıyordu, matbaa belediyeler için her türlü evrak ile okullarda kullanılan çeşitli evrakları basıyordu, kartpostal işi de yapıyordu. Bir katı 15-20 metre genişliğinde, 50-60 metre uzunluğunda idi. 7 katlı idi, her katında matbaanın ürettiği ürünler yer alıyordu, Kartpostalların meşhur olduğu yıllarda buradan çok kartpostal aldım, matbaanın sahibi Müfit Beyle aramız iyiydi. Paranın çok olduğu dönemlerden birisinde buradan yanılmıyorsam biraz da hoşuma gitmesi nedeni ile 60 top defter kabı almıştım, ebatları 57+82 civarında ve 100’erli paketler halindeydi. Evde bana özel bir oda vardı, fazla malları burada tutuyordum. Bu okul defter kapları 2-2.5 metre yüksekliğinde bir yeri işgal ediyordu, işlerim çok olduğu için bunların üzerinde çok durmuyordum. Aradan 3 yıl falan geçmişti, bir gün kitapçıları dolaşırken birisi. En saf olanı ’’Elinde defter kabı var mı ? Varsa alayım.’’ dedi. Yeri boşaltmak ve kağıdı biraz da nakite çevirmek için ’’60 top var.’’ dedim. Geçmiş gün çek mi yazdı, nakit ödeme mi yaptı ? Tam hatırlamıyorum ama eve gelip 60 top kağıdı akşam üzeri dükkanına teslim ettim. Kağıtları paraya çevirdiğim için seviniyordum, akşam yemeğini zevkle yedikten sonra Süleyman Demirel’in başbakan olduğu bir zamanda ve kağıtları indirdikten 3-4 saat sonra 20.00 haberlerinde TV’den kağıda %’de 300 oranında zam yapıldığını duymazmıyım ? O an dünya başıma yıkıldı, müthiş bir kazık yemiştim. Hala unutamıyorum...
*****
İşportacılık yaptığım yıllarda bazı kişilerin aynı malları benden ucuza sattıklarını görüyordum, samimi olduğumuz için malları nereden alıp geldiklerini soruyordum. Çoğu sattığı malları İstanbul’dan alıp geldiğini söylüyordu, ben de inanıyordum. Yol çok uzun, alıp sattığım malların kar oranları İstanbul’a gidip gelmeyi gerektirmeyecek kadar ucuz olduğu için İstanbul’a gitmeyi gereksiz buluyordum. Uzatmayalım, bir gün yaşadığım Nazilli’ye 80 kilometre uzaklıkta olan Denizli’ye gitmem gerekiyordu. Denizli’ye gidip otogarda indim, herkesin takip edip kestirmeden çarşıya çıktığı bir yol vardı, bir seferinde o yolu bırakıp garın kuzeyine doğru giden yola girdim, bir üst caddeden gideceğim yere ulaşacağım. 100 metre gittim gitmedim, gözüm sağ tarafta ki bir hırdavatçı dükkanına takıldı. Bana İstanbul’dan mal alıp geldiğini söyleyenlerden 1-2 kişiyi dükkanın önünde görünce ister istemez dükkana yöneldim. Burada ne yaptıklarını sordum ’’Ufak tefek eksikliklerimizi buradan alıyoruz.’’ dediler. İçeri daldım, bir baktım Nazilli’de tanıdığım 5-6 işportacı raflardan mal beğeniyor. Bu arada dükkan sahibi de bana ’’Hoşgeldiniz.’’ deyince raflara göz gezdirmeye başladım, elimde erkek tarağı yoktu. Rafta görünce fiyatını sordum, ’’Düzinesi, 75 kuruş.’’ dedi. 2-3 düzine aldım, Denizli’de ki işlerimi bitirdikten sonra Nazilli’ye döndüm. Ertesi gün İzmir’e mal almaya gideceğim, nitekim ertesi gün yaşadığım ilçeden sonra en çok gidip geldiğim İzmir’e doğru yola çıktım. Bir çok kuruluştan mal alıyorum, o sırada Kemeraltı’nda sık sık gidip geldiğim bir hırdavatçı var. Haliyle oraya da uğradım, bir gün önce Denizli’den düzinesini 75 kuruşa aldığım tarakları bir rafın içinde görmezmiyim ? Dükkan sahibine bunların düzinesinin kaç para olduğunu sordum, ’’25 kuruş.’’ dedi. Demek ki Denizli’de ki toptancı bana 3 misli kazık atmış, canım sıkıldı. Rafın içinde ne kadar tarak varsa hepsini aldım. Aldığım tarak miktarını 50 kiloluk un çuvalını göz önüne getirin, onun 4’te birini dolduracak kadar tarak. Aldığım diğer mallarla Nazilli’ye döndüm, malları tezgahlara yerleştirdim. Ne yaptımsa tarakları bir türlü satamadım, arkadaş bizde adam saçı başı dağınık geziyor. Bir türlü 50 kuruş dediğim taragı almıyor. Sonunda tarakları 5’şer, 10’ar tanıdığım kişilere bedava dağıttım ama hala bitmedi sanıyorum. Bir yerden kazık yedik yetmedi, 2.defa tarak alarak ve onları satamıyarak çifte kazık yemiş olduk.
*****
Bir gün İstanbul’a gittim, toptancılardan mal topluyorum. Bir dükkana girip biraz da hoşuma giden 33’lük küçük tesbihin toptan fiyatını sordum, adam 3 lira dedi. Almadım tabi, Eyüp taraflarına doğru giderken tesadüfe bakın yalnız tesbih satan bir dükkana gözüm ilişti, içeri daldım. Biraz önce sorduğum tesbihlerden orada olduğunu görünce fiyatını sordum, satıcı ’’Tanesi 75 kuruş.’’ dedi. 250-300 metre birbirinden uzaklıkta olan 2 ayrı dükkanın verdiği fiyata bakın, biraz da bana 4 misli fiyat söyleyen dükkan sahibine kızıp bütün tesbihleri satın aldım. Bir hafta kaldığım İstanbul’da, Sirkeci’de ki ’’Isparta Oteli’’nde kalıyorum. 1 hafta mal topladım, bir kısmını nakliyecilere teslim ettim, az bir miktarını yanıma alıp otobüsle Nazilli’ye döndüm. Yeni malları tezgaha yerleştirdim, keyfime diyecek yok. Gel gelelim günler geçiyor, elimdeki 33’lük küçük tesbihlerden 1 tanesini bile satamıyorum. Gelen giden iri taneli 17’lik tesbih soruyor, tesbih işinden pek anlamadığımdan 17’lik tesbih mi olur diye düşünüyorum. Sonunda bir arkadaşa sordum, ’’Onlar, kabadayı tesbihi oluyor.’’ dedi. Bir ara İzmir’e gittim, araya araya 17’lik tesbihleri buldum. Birazı demir, birazı da gerçekten iri taneli kemikten mi ne ? Hepsi 100 kadar, aldım geldim. Bir miktarını sattım ama aldığım ve satamadığım tesbihlerin zararını karşılamıyor, uzatmayalım. Bir gün dükkanıma tesbih satan bir genç geldi. Benim dükkanımda olan 17’lik tesbih olup olmadığını sordu ama gözü dükkanın en üst tarafında bulunan posterlere takıldı. Uzungöl Posteri ilgisini çekmişti, ’’Bizim memleket.’’ dedi. O zaman Trabzon’lu olduğunu anladım ama beni en çok elinde taşıdığı tesbih tezgahı dikkatimi çekti. 1.5 veya 2 metre uzunluğundaki kalın ve düzgün bir tahtaya 15’şer santim aralıklarla 6-7 tane birer metre uzunluğunda çıta çakmış. Sattığı tesbihleri çıtalara çaktığı çivilere asmış, geze geze tesbih satıyor. Tesbihlere göz gezdirdim, ben de sattığı tesbihlerin hem çeşit ve hem de fazlalık olarak 20-30 misli fazla tesbih var. Bir ara ’’Senin burada akraban falan mı var ?’’ diye sordum, ’’Hayır, ben il il ilçe ilçe gezerek bu tesbihleri satıyorum.’’ dedi. ’’Elindeki tesbihler senin il il ilçe ilçe gezdirecek kadar çok değil.’’ dediysem de otel ve yemek parasını sattığı tesbih paraları ile karşıladığını söyledi. Bu başarılı gence elimde bulunan bir miktar 17’lik tesbihleri sattım. Para kazansın diye, o gittikten sonra uzun uzun düşündüm. ’’Ben ticaret erbabı değilim, olamam da. Genç sadece tesbih satarak kendisini idare ediyor, ben de o gencin elindeki malın bin mislisi var. İşi yürütmekte zorluk çekiyorum...
*****
(Devam edebilir)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.