- 309 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
0108 - ÜLKE - KARASEVDAM
ÜLKE
Saat Çini vurdu birden: pirinççç
Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
Kasketimi eğip üstüne acılarımın
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.
Bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman
Sen tutar kendini incecik sevdirirdin
Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa
Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Cemal SÜREYA
***
ÜLKE HAKKINDA
Bu şiir, bu anlayışla, her yıl Günün Şiiri olsa, temcit pilavı gibi gidip gidip gelse, pilavdaki pirinçten anlamayınca, nafile... Bir zamanlar duvarlara orak çekiç çizildiğini bilmeyenler, Ç ye bir anlam veremezler. Ç Çin’de çınlar, pirinçte yankılanır. Hele şair ilkini büyük harfle yazdıysa, diğerini üçlediyse daha başka nasıl ifade edebilir derdini!
Dolaylı anlatım, iç içe ve art arda örülmüş duvarlar arasına saklanan meram anlaşılamazsa kimi “Sarhoş sayıklaması…” der, kimi “Pirinç ayıklaması…” Kimi de şiirin ambalajından içini göremez, jelatininin yaldızına takılır kalır. Onda da erotizm balıklaması...
Size bir ipucu versem, çözebilir misiniz anlamını? Desem ki:
”… vakitlerden bir sevda zamanıdır...
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.
Sende seyrediyorum, denizlerin en mavisini..”.
Acaba yeterli olur mu? Orak çekiç ve Mavi… “Ecevit mavisi” denirdi bir zamanlar… Gerçi ben, Türk’ün Bayrağına bakarken heyecanla çırpınmaya başlayan Karadeniz’e vurgunum, ülkemin mavi boncuk takışına hayranım ama bazıların sancısını da iyi anlarım.
Şair: ”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” der ama ne aşkı? Burada bir durmak ve düşünmek lazım! Bayrak üstüne bayrak, ülke üstüne ülke mi olurmuş!.. Çatal dil bile yalnız yılanda bulunurmuş. Bu nasıl bir dil!.. Neler diyor şair?
”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” der ama erotizminin sınırlarında dolaşmaya ve dolaştırmaya bayılır. Hatta sınır mınır bırakmaz, yıkar geçer! Enkazını dahi ortadan kaldırmaya çalışır. Onun için her aşk, erotizmle iç içedir. Cemal Süreya Üvercinka ile anılır. Anladığımız kadarıyla aşkı, cinsel yakınlığın dünyayı unutturan yalnızlığında arar durur.
”Ama kadınlar, Tanrım,
Öyle sevdim ki onları,
Gelecek sefer
Dünyaya
Kadın olarak gelirsem,
Eşcinsel olurum” diyecek kadar da cesurdur.
”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” der. Edebiyatı, toplumun yapısını bozmak amacıyla kullanır gibidir. Gizlediği gerçekleri, üstü kapalı da olsa yaymaya kararlı görünmektedir. Belli bir kadından çok aşka âşıktır. Onun aşkı, toplumsal olarak yaşanan bir çapkınlıktır.
1931 Erzincan doğumludur. Asıl adı Cemalettin Seber’dir. 61 darbesi, 12 Mart muhtırası ve 80 darbesi gibi çalkantıları derinlerinde hissettiği bellidir. Yaşadığı ve içselleştiği zaman dilimini, o duygusallıkla alaycı bir dille kaydetmiştir.
Servet-i Fünuncu’ların başlattığı bu furyayı ileriye götürenler İkinci Yeni’cilerdir. Cemal Süreya da: ”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” der ama şiirlerinde, gizli gerçekleri ince bir ironiyle işleyerek ilan etme yoluna gitmiş, inadına erotizmi, ayrıntılarına inerek işlemiş, hatta uç noktalarında gezinmekten çekinmemiştir. Şiirlerinden birinde, içinden kısalttığı takma adındın baş harfini kaldırıp tekrar düzenleyerek onu elma haline getirerek durumunu özetlemiş, kolay kadınlardan bahsederken onların ruha hitap etmeyişlerine dokunmuştur. Evliliğin aşkı öldürdüğünü, yaratılışa aykırı olduğunu ima etmiştir.
”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” demiştir demesine de “Güzin utanmak istiyor ama nerde… Nasıl utanacak bu boş şehirde” de demiştir.
”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” derken Ülke adlı şiirinde, bambaşka bir ülke düşlemiştir. Hayale sınır yok! Yaz çiz karala!
Bu şiir, telmih dolu… Hemen hemen her dizede bir iki tane var. Anlamına tamamen karşıysam da yapısına hayran kaldım. Telmihlerle örülü bir şaheser!.. İmgeler ve anımsatmalarla inşa edilerek benim gibi bulmaca meraklılarına sunulmuş. Satır satır açıklamak, ilmek ilmek sökmek, anlamının derinliklerine inmek çok zevkliydi.
Önce bahsettiği aşkın türünü anlamak gerekiyordu. Bir kadına duyulan aşkın gizlendiği paravanının ardına usulca bakmak ve vatan sevdasını sobelemek…
’Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Kardeşim olan gözlerini unutmadım
Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını
Dostum olan ellerini unutmadım...’
Bu dizeleriyle cinselliğin uç noktalarında gezinir gibi görünürken, aslında düşlenen bir vatana duyduğu aşkın büyüklüğünden bahsetmekte, kaybından yakınmaktadır.
Artık şiiri açıklamaya geçebiliriz.
***
Ç
”Saat Çini vurdu birden: pirinççç”
Saatin çınlama sesiyle Ç sesi, ÇİN ve pirinÇ çağrıştırılmış. “Zaman orak çekiç zamanı” demek istenmiş bence. Şiire girer girmez bir Ç sevdası… Ç enflasyonu…
Önemli bir söyleme başlanılacağı zaman bir gonk duyulur ya… Hakem düdük çalar, hâkim kürsüye vurur. Ya ikaz edecektir ya çok önemli bir şey diyecektir ya da karar bildirecektir. Ses kesilmeli ve herkes dikkat kesilmelidir.
Bir şiir şöleni… Salon hıncahınç! Fısıltıların uğultuya dönüştüğü, insanların yanlarındakilerle ortamdan uzaklaştıkları an… O zaman Cemal Süreya sahneye çıkmış, acelesiz adımlarla kürsüye doğru ilerlemekte… Fakat konuşmalar kesileceğine artmakta sanki… Sanki anlaşılamayacakmış gibi şiiri. Anlatmak istedikleri umursanmayacakmış gibi… Kendinden emin bir hareketle mikrofonu kavrayıp dudaklarına yaklaştırırken tok bir sesle: “Ülke!..” derken, tüm bakışları kendisinde toplama beklentisindedir.
Ülke için o kadar çok şiir yazılmış ki! Duyarak veya duymak zorunluluğu hissedilerek… Onunki farklı olmalı! Başka bir tını ile başlamalı. Öyle bir tınıyla ki uyuyanlar uyanmalı! Dikkatler toplanmalı!
Öyle bir çakçak çakmalı ki “Çıt!” sesiyle tüm gönüller o aşkla tutuşmalı! Hem öyle bir yanmalı ki adeta büyük bir ormanı haini almalı. Döne döne, dolana dolana, yurt sathına yayılmalı!
”Saat Çini vurdu birden: pirinççç”
İşte o tını, ilk dizede! Ç sesiyle yankılanmakta… Salonda çıt yok… Herkes put kesilmiş! Alabildiğine sessizlik… Şifre tek harfte… O harf sembol… Mavi de öyle… Gökyüzünün rengi… Özgürlük rengi… Ya şair? O da beyaz güvercin… Esir edilen ve parti mitinglerinde halka gösterildikten sonra salını verilen… Bir de mavi var dillerde. Ecevit mavisi gömlekler üstlerde… Bir de ellerde kasket…
KARASEVDAM
Ülkeyse, tek ülke var. O da Türkiye! Çin’den Maçin’den bize ne! Asırlar önce ayrılmışız oralardan. Mao’dan, Marks’tan, Lenin’den bize ne! Saat, kıyamet saatidir, bizim bildiğimiz. Zaman kulluk zamanı! Dünyevi derdimiz bellidir. Geçim derdi. Ortak derdimiz sevgidir. Açlık vız gelir bize ama ille de ille sevgisizlik! Sorun değil yiyecek içecek, açlık tokluk… Varlık yokluk… Yani ekonomi… Her şeyden önce gelmesi gereken gelir ve fırsat eşitliği… Eşiği ne zaman geçeceğimiz belli değilken ve hepimiz ecelini beklerken… Ölüm de önemli değil. Nasıl geldiysek öyle gideriz de… O kadar vahim bir olay ki ucunda hesaba çekilmek varken!..
Zamanın geldiğine, rejimin değişmesi gerektiğine işaretse Çin de Çin’in Ç si de önce uyanmak lazım bembeyaz ölüm uykusundan ve uyandırmak lazım gaflettekileri. Malum, uyandırmaya çalışmak aydının işi… Şair, çağının tanığı…
Kolay mı iktidarın elden çıkmasına dayanmak! Acıların en can yakanı! Sembollerden biri de kasketti o zamanlar. Emekçiyi temsil ederdi. Emeğim tam karşılığı demek, hayallerin masmavi olması demekti. Toprak kaybı da yetki kaybı da kasket eğdiren cinstendi. Kasketi inmemeliydi hiçbir emekçinin. Varlık, namusun da garantisiydi. Aile efradına rahatça bakabilmeliydi çalışanlar. Bir baba kimseye muhtaç olmamalıydı, muhtaç etmemeliydi eline bakanları. Utanmamalıydı ele güne karşı ve utandırmamalı onları da. Kayıp o kadar büyüktü ki acısının ciğere oturmuş olmaması imkânsızdı. Bazıları için kasket eğdirten cinstendi.
Bir memlekette fakirlik gırtlağa dayanmamalıydı. Gayrimeşru yollara sapmak zorunda kalmamalıydı aile bireyleri. Köşe başlarında gelene geçene yalvarmamalı, avuç açmamalıydı analar. Çocuklar evden kaçmamalı, sokakları mesken edinmemeliydi. Küçük yaşta evlendirilmemeliydi kızcağızlar. Eğilmemeliydi başlar, bükülmemeli boyunlar, dökülmemeli yaşlar.
Mutluluğa hasret kalmamalıydı insancıklar. Özellikle çocuklar… Enginlerine açılmalıydılar sevinç ve mutluluğun… Yaşlılar dibine vurmalıydı dinginliğin ve huzurun. Umduklarına kavuşmalıydı o özgürlük sözcüğünün ötesinde çeşit çeşit serbestiler bekleyenler. Öylesine doyurulmalıydı ki gözleri, göz alıcı da olsa umudun rengi, başlarını döndürüp bakmamalılardı. Gelirleri dağlar kadar olmalıydı, refahları ummanlar kadar… Büyük bir bayram sevinci yayılmalıydı Yurt sathına. Çocuk cıvıltılarına kahkahalar karışmalıydı. Her geçen gün daha rasyonel çalışmalıydı insanlar. Daha büyük bir arzuyla sarılmalıydılar işlerine. Ülke süratle kalkınmalıydı. Başarısı dilden dile dolaşmalıydı. Medyada yankılanmalıydı. Dünyayı sarsmalıydı. Tüm dünya ülkelerine örnek olmalıydı
Bu topraklar nasıl elden çıkmış olabilirdi! Ta Maçin’den geldiğimiz, yurt tuttuğumuz yerdi. Yüzüne yüz sürdüğümüz sevgilimizdi ama artık sütreliydi. Oysa her sokaktaydı. Her köşe başında… Dört bir yanı mavi denizlerle çevriliydi. Mavi göklerin özgürlüğü yakışırdı ona. Bambaşka bir kimlik, bambaşka bir kılık… Masmavi de olabilirdi. Umudun rengi… Umudumuz Karaoğlan’dı. Genç analar ninniler söylerlerdi çocuklarına uyumaları için. Keman sesine benzerdi seslerdi. Öylesine iç acıtıcı, o kadar yanık! Masallar anlatırlardı. Ne kadar zariflerdi. Ne kadar narin… Nasıl da sevdirirlerdi kendilerini! Yalnızlığın çaresiydiler. Yüreklerin yaresiydiler. Ciğer paresiydiler.
”Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” Yalnız aşk için yaşamalıydı insanlar. Öncelikle Vatan aşkı için… Kolay kazanılmamıştı bu topraklar, kaybetmek ondan daha da zor olacaktı elbette. Biz ta Orta Asya’dan gelmiştik, yükümüzü sarıp. Ovasına düzüne, gözüne yüzüne sürgün edilmiştik. Gözleri, kardeş gözleri kadar yakındı. Bakışları sıcacık… Ey alnından öptüğüm çocuk gibi eğilip öptüğüm topraklar! Ey sevgiliyi öpercesine kaynaklarından suya kandığım ırmaklar! Uzattığım her yerde bir dost eli… Nasıl unuturum ben senin toprak kokulu, çimen çiçek kokulu ellerini! Karım gibi doyurursun beni. Yârim gibi sararsın.
Sen benimsin, bana aitsin her yerinle ve her halinle. İşte onun için vazgeçilmezimsin, bilesin! Rakı içerdik seninle. Çekerdik kafayı. Kibrit çaksam, ateş alırdı nefesin! Nasıl da içerdin! Sesin ne güzeldi! Meyhane şarkılarına ne güzel eşlik ederdin! Ormanlarda yankılardı sesin. Neler anlatırdın bana hayatına dair! Ne sözler getiridin dilime! O Asyalı karasevdanla, o acayip aşkınla aşı ettin beni kendine. Nefes kesen yemyeşil ormanlarına, dağlarına sevdalandım. Aşk mıdır zehir mi! Zehirli sarmaşık mı!
Ne kadar az sürdü hükümranlığım sende! Ne şaşaalı bir devirdi. Hükmedenin de hükmedeni vardı ve beni O devirdi. Nasıl da kapılıyor kalbim akarsularının akışına! Ne çok çarpıyor sürüklenip giderken kıyılarına, kayalarına taşlarına… Ne kadar da şiddetli debisi! Karadeniz’e dökülüyor gönlüm, çavlanlarla. Boğazlardan Adalar denizine karışıyorum. Oradan Akdeniz’e ulaşıyorum. Oradan da okyanuslara açılmak arzusuyla yanıyorum. Üç kıtayı birden kuşatmak istiyorum.
Akşam olunca tazelenir minarelerinde ezan seslerin. Kur’an’lar satılır caddelerindeki dükkânlarda. Kur’anlar okunur, para karşılığında. Çoğu çıkarı için kullanır dinini. İyi bilirim o yolları ben. Çok gelip geçtim içlerinden. Onlar giderken ben geliyordum. Onların yüzünden güzelim dinimden soğudum. Üç beş kuruş daha fazla kâr etmek için Vallah Billah yemin eden eden esnaflarını, gösteriş için ibadet eden münafıklarını yakinen tanırım.
Güzel gönüllü gençlerini de tanırım. Yüzleri ay gibidir. “Yalnız aşkları vardır onların” Dillere destan olan aşkları… Başkalarının anlayamayacağı… Akıllara zarar aşkları…
Hani bir zamanlar sokak kavgaları vardı. Kardeşi kardeşe kırdırmışlardı. Ben de aralarındaydım. Ölüm kol gezerdi sokaklarında caddelerinde… Hava kararmadan evlerine girerlerdi insanların. Ölüm, Vatan sevgisiyle güzelleşir, kutsallaşırdı. Gelir en güzel insanlarına bulaşırdı. Onlar, zannıma göre ölümsüzlüğe ulaşırdı. Gül yüzlü çocuklar… Kan çiçekleri… Gelincikler… Senin çiçeklerin kırmızı kırmızı açarlardı. O çiçekler ki henüz açmadan tozarlardı. Birilerinin oyunlarını bozarlardı ve senin sevginle maviliklere uçarlardı. Uçmak’lara ulaşırlardı, inancımıza göre.
Çocuk masumiyetinde gülümserdi yüzlerinde ölüm. Ben senin uğruna çok düştüm sokaklara. Çok karıştım aralarına. Başı çektiğim de oldu, kafayı çektiğim gibi. Hâlâ tadı damağımdadır, senin için ettiğim kavgaların. İzbe sokakların rutubet ve yosun kokusu burnumda… Az mı burun buruna geldim ölümle!
Önce ne güzeldi Ülkem! Ne güzel yönetilirdi. Şimdi yine sis çöktü üstüne. Göz gözü görmez oldu! Çok daha önce de böyleydi. Bir takım korkaklar cesaretleniverdiler aniden ve birden işgal ettiler her yeri. Beş büyük bela musallat oldu başına. Aslında herkes sevdalı sana. Akdeniz’e kıyısı olan ve olmayan beş devlet… Su hayvanları… Haftanın beş altı günü mesai yaparcasına… Pazar, ibadet günleri… Gerçi bazılarının da Cumartesi ama neyse…
Koskoca Konya ovanı tek başağınla sembolize edersin. Ne zaman bir buğday tarlasının kenarından geçsem, bir yerde bir başak resmi görsem Konya’nı hatırlarım, seni anarım. Bu aralar senden başkası yom benim için. Aşk bir bütündür her şeyiyle ama şimdilerde tek senin aşkın hüküm sürmekte gönlümde.
Eskiden para birimi altındı, gümüştü. Buğdaydı arpaydı. Bir ölçek tahıla ayarlıydı alışverişler. Trampaydı aslı. Takas yani… Malı malla değişme… Şimdilerde, metallerin değeri ederlerinden fazla hale geldi. Kâğıtlara basılır oldu miktarlar ki o paraların karşılığında altın olmalı hazinede ama nerde! Mal ve hizmet olarak karşılığı olmayan kâğıtlar, enflasyon sebebi… Para basma yetkisi kimlere verildi!
Fırat’ının suyuna âşığım senin. Palandöken’ine… Erzincan’ın düzüne, üzüm bağlarındaki asma çardaklarının gölgesine…
Antalya’nın denizine sevdalıyım güzelim! O kan denizine döndürülen denizin dibine hastayım ki orada benim bildiğim beş yengeç türü yaşar. Çağanoz denir bir çeşidine… Adi pavorya, çingene pavoryası, ayı pavoryası ve çalpara… Kimdir bunlar, bilir misin? Birine palikarya da denir. Bilirsin bilirsin! Sana göz koyanları bilmez misin! Herkesin gözü sende…
Hüznün üstadı olmuşum ben artık. Üzülmeyeyim de ne yapayım! İçim içimi yiyor ama elimden bir şey gelmiyor.
Ben seni yalnızlıkta, kimsesizlikte buldum. O çakalların arasında… Sonra kaybettim kaybettim, tekrar kazandım. Ne güçlü bir hayat iksirisin! Ne şifalı bileşim…
Yokluğun canıma yetti! Bir zamanlar kıl çadırlar kurulurdu ovalarına yaylalarına. El dokuması kilimler serilirdi içlerine önlerine. Minderler sıralanırdı çepeçevre. Davarlar kesilirdi. Ateşler yakılırdı, kazanlar kaynatılırdı. Sofralar kurulurdu. Şölenler verilirdi eşe dosta. Şimdi baykuşlar öter oldu yücelerinde. Ne dolaplar dönüyor! Öyle toplantılar falan kalmadı şimdilerde. Herkes aç karnını zorla doyuruyor. İnsanların yalnızlaştı, Sevgili Ülkem!
Ne olur ses ver artık! Sustuğun yeter! Önce konuş, anlat, duyur! Seçim yoluyla halletmeye çalış sorunlarını. Ülkelerarası ilişkilerini de ikna yoluyla hallet. Olmazsa yine eskisi gibi başla akınlarına! Sür atlarını bu tarafa! Bir at da bana ver! Bir de izin ver de çıkalım artık kabuğumuzdan. Haydi sen de gel halkınla, o ilk geldiğin gibi… Tozu toprağa kat! Yeni baştan bozguna uğrat!
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0108