- 159 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TARIM.
TÜRKİYE’DE TARIM GERİLEMİŞTİR.
Türkiye’de tarımın gerilediği, artan nüfusu besleyemez hale geldiği bir gerçek. Ancak bu olgunun sebepleri hakkında rivayet muhtelif. Şüphesiz bu negatif gelişmenin irili ufaklı çok sayıda sebebi var; onun içindir ki fili tarif eden körler gibi herkes ilk bulduğu sebebe sarılıyor. Kanımca bu sebeplerin içinde en önemlisi tarımın toplumun ekonomik ve demografik gelişmelerine ayak uyduramamasıdır. Bu ifade ile neyi anlatmak istediğimi açıklıyorum.
Şu hususu öncelikle kaydetmek gerekiyor. Resmi tarımsal üretim istatistikleri hatalı ve mübalağalıdır. Her iktidar devrinde tarımsal üretimi artırma işini masa başında yapan bürokratlar sonunda hatalı istatistikler oluşturmuşlardır. 1980 yıllarını hatırlayalım. En başarılı tarım bakanlarından olan Hüsnü Doğan gerçek hayvan sayımı yaptırdı ve hayvan sayısının resmi istatistiklerin önemli ölçüde altında olduğu anlaşıldı. Reformcu ve faziletli Hüsnü Doğan gerçekleri ortaya çıkardığı için Türk hayvancılığının düşmanı ilan edildi ve bakanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. İkinci örneği buğdaydan verelim. Resmi istatistikler yıllık buğday üretimimizin yirmi milyon ton etrafında oynadığını gösteriyor. Eğer gerçek bu olsa idi günümüzde yüz milyonlarca ton buğday stokumuz olurdu. Buğday üretiminde en sağlıklı sonuçlara tüketim rakamlarından ulaşılır. Bu hesabı örnek olması için yapalım.
Türkiye’de insanların ortalama günlük kalori ihtiyacı azalmıştır. Bunun sebebi artık tarım ve sanayide insan gücünün çok kısıtlı kullanılması, insanların uzun mesafeler yürümemesidir. Yaşlılar, çocuklar ve kadınlar da göz önüne alındığında günümüzde bir insan ortalama 1800 kalori harcıyor. Bu kalorinin yarısı buğday ürünlerinden (ekmek, bulgur vs.) yarısı ise diğer kalori kaynaklarından (şeker, yağ, baklagiller, pirinç, meyveler, et vs.) geliyor. Günümüzde yağ ve şekerin fiyat paritesinin ekmeğe göre düşmesi, yani şeker ve yağın buğdaya göre göreceli olarak daha az pahalı hale gelmesi insanların yağ ve şeker tüketimi artırmıştır. Sonuç olarak bir insan günde ortalama 900 kalori değerinde buğday ürünü tüketiyor. Bu yılda kişi başına yüz kg. buğdaya eşdeğerdir. (Tarım ve sanayide geniş ölçüde insan gücü kullanıldığı, özellikle köylülerin uzun mesafeleri yürüyerek gittiği, şeker ve yağın göreceli olarak pahalı olduğu yıllarda bu rakam 225 kg. idi. Kişi başına tüketilen buğday giderek azalmıştır.) Bunu 80 milyon nüfus ile çarparsak yılda insanlarımız 8 milyon ton buğday tüketiyorlar. Bu rakama 1 milyon ton tohum (tohum ihtiyacı, ekim sahalarının daralması ve makine ile tohum atılması sonucu azalmıştır), 1 milyon ton hayvan yemi ve 1 milyon ton kayıp eklendiğinde 11 milyon ton bulunur. Bu rakama ihracat, stok değişimleri eklenip ithalat çıkartıldığında o yılın üretim rakamına erişilir. Erişilen rakam 11 milyon ton civarında olacaktır ve resmi rakamlardaki 20 milyon tonların çok altındadır. Resmi tarım rakamları mizah konusu dahi olmuştur; Aziz Nesin’in deve hikâyesi bu mizahın en güzel örneklerindendir.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğundan fakir bir tarım ülkesi devralmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda nüfusun %85’i tarımla uğraşıyordu. Toprakların önemli bir kısmı işlenemiyordu, işlenen topraklarda verim düşüktü; bu durumun sebepleri, kullanılan ilkel teknolojiler, Balkan ve I. Dünya Savaşlarında milyonlarca gencin hayatını kaybetmesi, Ermeni ve Rum çiftçilerin sürülmüş olmasıdır. Demek ki %85, şehirlerde yaşayan %15’i ancak besliyor, o yıllarda sıklıkla buğday ithali gerekiyordu. Buna “subsistence tarımı” denmektedir. Bu modelde çiftçiler ihtiyaçları olan ürünlerin tamamına yakınını kendileri üretirler, kazandıkları az miktarda nakit ile-Türkiye örneğinde- lambaları için gazyağı, tuz, ucuz kumaş ve bez alırlar. Bu modelin özellikleri çiftçilerin küçük toprakları işlemesi ve çok sayıda ürünü (buğday, mısır, koyun, sebze, meyve vs.) kendi ihtiyaçları ve az miktarda pazar için üretmesidir.
Zaman içinde mekanizasyon, kimyasal gübre kullanımı, sulama, verimli tohum kullanımı, yol yapımı ile pazarlama imkanlarının artması, Türkiye tarımının gelişmesini, verimin ve çeşitliliğin artmasını sağladı. Tarım artan ve zenginleşen nüfusu beslemeğe devam etti. Bu olumlu gelişmelere rağmen önemli bir olumsuz gelişme etkisini göstermeğe başladı. Türkiye’nin demografik yapısı çok değişti ama aynı “subsistence tarımı” modeli -geniş ölçüde- biçim değiştirmiş olarak sürüyor. Türk tarımının ana problemi ve gerilemesinin sebebi budur. Konuyu açalım.
Günümüzde nüfusun büyük bölümü, %85’i şehirlerde yaşıyor. Köylerde yaşayan insanların dahi çoğunluğunun ana gelir kaynağı çiftçilik değildir; inşaat işçiliği, turizm işçiliği, kamyon şoförlüğü, devletin emekli maaşı bağlaması vs. ana gelir kaynaklarını oluşturmaktadır. Bu konuda sağlam istatistikler olmamakla birlikte, modern çiftçilik yapan ve ana gelir kaynağı çiftçilik olan kişilerin genel nüfusa oranının yüzde 5 civarında olduğu kanaatindeyim. Nüfusun artması ile birlikte topraklar giderek bölünmüş ve artık aile başına düşen toprak miktarı “subsistence tarımı” için dahi yetersiz hale gelmiştir. Bu küçük toprak sahiplerinin tamamına yakını şehirlerde, başka işlerde çalışmaktadır; bu kişilerin toprakları ya boş durmakta ya da yaşlı anne baba, akraba, topraksız çiftçi tarafından işletilmektedir. Bu topraklardan gelen gelir son derece önemsiz olduğu için ürün kalitesi, verimi artırma gibi unsurlar göz ardı edilmektedir. Bu modele “can çekişen tarım” dahi diyebiliriz. Örneği çok önemli ihraç ürünümüz olan ve dünya piyasasına hâkim olduğumuz fındıktan verelim. Fındık alanları çok küçük parçalara ayrılmıştır, bu toprakların sahiplerinin büyük çoğunluğu başka işlerle uğraşmaktadır, kalite ve verim ile uğraşacak zamanları yoktur. Fındık alanlarımızın verimi düşüktür, standart kalite ve fiyat oturtma imkânı yoktur. Fındık kullanan uluslararası sanayiciler Türk fındığının problemleri ile uğraşmak yerine giderek badem gibi başka ürünlere dönmeğe, başka ülkelerde üretim yaptırmağa yöneliyorlar. Bu gidişle bu değerli üründeki pazar payımızı kaybetmemiz kaçınılmazdır.
Yapılması gereken reform modern tarıma geçilmesini sağlamaktır. Bunun için öncelikle başka işlerle uğraşanların topraklarının devletçe satın alınıp gerçek çiftçilere verilmesi gerekiyor. Bu yapılır ve bu gerçek çiftçiler eğitim ve donanım ile desteklenirse üretim ve kalitede patlama yaşanacaktır. Türkiye’nin toprakları az sayıda gerçek çiftçiye optimum büyüklüklerde toprak vermeğe yeterlidir.
Örnekler vermek gerekirse İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’nun yağmur ile tarım yapılan bölgelerinde bir çiftçinin en az 100 hektar toprağı olmalıdır. Her yıl bu toprağın yarısı nadasa bırakılır, yarısı işlenirse çiftçi önemli geliri olan bir iş adamına dönüşecek ve bunun getirdiği verim artışı ve pazarlama imkanları gelecektir. Doğu Anadolu’nun hayvancılık yapılan bölgelerinde bir çiftçinin en az 200 hektar toprağı olmalıdır. Böylece bu çiftçi mera hayvancılığı yanında kendi yemini üretir hale gelecektir. Trakya gibi yüksek yağışlı bölgelerde, sulama imkânı olan yerlerde çiftçi aileleri daha küçük ölçekli topraklarda modern işletmeler kurabilirler. Bu rakamlar örnek olarak verilmektedir. Şüphesiz her yerin iklim, toprak ve üretilen ürünün özelliklerine göre optimum toprak miktarları değişecektir. Buğday, arpa, mısır, pamuk gibi tarla bitkilerinde topraklar büyüdükçe verim ve kalite artıyor. Buna karşılık meyve ve sebze gibi ürünlerde küçük ölçekli işletmeler daha kaliteli ürün elde ediyorlar.
Topraklar birleştirilip gerçek çiftçilere teslim edilir ve Tarım Bakanlığı bürokratik yapıdan çiftçiye teknik destek sağlayan yapıya dönüştürülürse Türkiye tarımı önemli ölçüde gelişme potansiyeli kazanır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.