- 768 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KADERİ YAZMAK, KEDERİ YENMEK
Bir tomurcuktuk oysa en başta ve sıkı sıkıya da bağlıydık annelerimize. Hem de ne bağlılık, hem fiziki hem ruhi yönden içli dışlıcasına. Bir rotamız vardı ezelden belirlenmiş ve dünyaya merhaba diyen o ilk ağlamaklı gözlerden itibaren. Henüz muhtaçtık ve zavallı, korunmalıydık havadaki nemden ve tozdan da.
Kısacık zamanda dev adımlarla geliştik, irileştik, vücut hatlarımız keskinleşmeye ve alıcılarımız da çalışmaya başladığı andan itibaren yenisi olduğumuz bu dünyanın öznesi oluşumuzun farkındalığındaydık yavaş yavaş.
Güven bizim için ne de vazgeçilmez bir şeydi. Hatırlasanıza bir, ilkokullu yılların o ilk günleri ne de karın ağrılı geçmişti değil mi? Annemizin bizi bir başımıza koskoca ve yabancısı olduğumuz bir mekanda öylece bırakıvermesi karşısında nasıl da çaresiz, ürkek ve boşlukta savruluş gibi hissetmiştik kendimizi değil mi? Kim bilir kaç öğrenci o anların yıllar sonrası hatıralarını hâlâ taptaze tutuyordur hatıralarında.
Okulun o ilk gününde ellerimi bırakarak giden annemin ardından öylece bakarken, benden yarın ve sonrası, daha sonraları için büyük bir beklenti içinde olunduğunu fark etmiş olmalıyım ki, birkaç damla sesszi bir ağlama halinden çarçabuk normal dediğimiz değere dönebilmeyi başarmıştım. O anlarda sınıfa zorla, ısrarla alınmaya çalışılan öğrencileri de asla unutmadım elbette. Ve yıllar sonrasındaki bir başka memleketin yine ilkokullu zemininde birinci sınıfları okutma zamanımın geldiği anlarda, öğrencilerdeki o derin endişeleri çok iyi anlayabiliyor, olabildiğince esnek, tebessümlü ve sıcacık karşılamalarla bir trajedinin yaşanmamasına çalışıyordum. Şükür ki çoğunlukla başarabildim bunu. Bundan sonraki adımlar çok daha kolaydı hem bizim gibi çok ciddi bu anı yönetebilmek adına olanlar için hem de asıl özne o minikler için de.
Yetişkinliğe doğru hızla yol alırken bizler, çevremizi, onun sınırlarını, değerlerini, tehlikelerini, avantajlarını ve bizi nerelere taşıyabilecek potansiyeli barındırdığını da saptarız ister istemez. Aslında bu belirleme kendimizin de sınırlarını keşfedişle birlikte eş güdümlü de bir süreçtir. Ne olduğumuzu ve bizden neler ortaya çıkabileceğini anlamaya başladığızda, çevremizi daha bir farklı okumaya, başka türlü görmeye de başlarız. Bize biçilmiş veya biçildiği dile getirilen rollerimizn yanı sıra kendimiz olabilmek adına yeni rollerin ve bunların gereği olan zeminlerin de peşine düşeriz. Kısacası, hayatınmızın kalemi olma yoluna girer ve ne istediğini daha bir bilen bireyler olarak çevremizle ve onun içindeki her şey ile ilişkilerimizi yepyeni bir düzleme de taşımaya çalışırız. Hoş ya, bir kısım insan böylesi bir çabaya girmek yerine, kendi rolleri ve yaşadığı çevrenin sunumlarıyla son derece uyumlu, geleceğe dair bir öngörüsü de olmadan ya da böylesi bir gayrete veya onların zihninde boş bir çabaya düşmeden yaşama eğilimindedirler. Belki de “Ne kadar da geniş insanlar”, “İskelesine kar yağmıyor.” gibi söylemler bu tür durumlar için dillendirimiştir.
Varlığımızın belki de en büyük dayanağının şu güven mevzuu olduğunu bir kenara yazmak gerekir. Zira o, yeni başlangıçlara, deneyimlere yol almanın da en önemli anaktarlarından biri kuşkusuz. Çevremizle aramızdaki uyumun en ideal şekilde hayat bulmasında büyük bir potansiyeli barındıran güven, günü doğru anlamak, yorumlamak ve yarına uzanışta da ateşleyici bir görev üstleniyor. Yeniye, ileriye ve değişime bir direnç ve hatta korku var ise, sebebinin ilk aranılacağı yerin güven duygusu olduğu da unutulmamalıdır. Bizi motive eden kişi, durum ve zeminler, bu güvenin kalıcığını ve aynı zamanda da güçlenmesini de sağlar kuşkusuz.
Hayatı olduğu gibi kabul etmek ve size verilenlerle limitli şekilde yaşamak da bir alternatif. Ne var ki, hayatın içindeki varlığı doğru yere konumlandırarark doğuştan getirilen yeteneklerin, öngörülerin ve ufuk açıcı hayallerin gerçekleşmesi için çabalamak daha asil bir seçenektir kanımca. Sıradan bir tarih nesnesi olacağımıza. Sıra dışı ve okundukça ilham alınan bir tarih olmak, çekilen sıkıntılara değmez mi sizce de?
Hayatı anlamlı ve daha bir yaşanılır kılabilmek meselesi bir tercihten öte, doğumdan ölümedeğin süresi belirsiz ve fakat sınırlı ömrün içine neleri koymak istediğimizle doğrudan ilgilidir kuşkusuz. Adına öenli enstantaneler, kariyer veya unutulmazlarımız deyin isterseniz, iyi ki bunları yapmışım diyebilmek gururu her şeyin üzerinde olmalı. Keşkelerle tüketilecek bir hayat yerine, günün gereği olan potansiyelllerimizi işe koşarak; gereğinde uykusuz kalmanın, açlığın, sulu sepken altında delicesine ıslanmanın, gereğinde onlarca kilometre yolu tükenircesine ve fakat asil bir amaç uğruna yürümenin nesi heyecan verici olamaz ki. İşte, yukarıda dile getirmeye çalışılan gerçek belki de budur. Hayata biraz renk, heyecan ve dinanizm katabilmek. Her yorgunluğun, akıtılan terin, ıslanışın, ağrının karşılığında kucak dolusu kazanım elde edilmese de bunları yapabilmenin hazzı günlerce konuşulmaya ve gurulanmaya yeter de artar sanırım.
Tam da bu noktada II. Dünya Savaşı`nı konu alan bir filmdeki sıhhiyenin onlarca kişinin kaderini nasıl da değiştirdiğini söylemeden geçmek olmazdı. Düşman hattına sızan ve bu arada karşı hücümla çok zor duruma düşen ABD birliği, çokça zayiat vermiş ve geri çekilmek zorunda da kalmıştır. Bu cephede görev alan sıhhiye eri, insan üstü bir gayretle ve şaşırılacak kadar soğukkanlılıkla kaderine terkolunmuş yaralı arkadaşlarının neredeyse tümünü güvenli şekilde cepha gerisne teker teker taşıyarak, kaderlerinde belirgin bir yer edinmiştir. İşin doğasında hayatla ölüm arasındaki bu ince çizgi, sadece bir adamın hassasiyeti ile bamşbaşka bir kadere evrilmiş, onlarca yaralı asker için cephe gerisindeki aile sıvcaklığında yaşayacakları hayat bitti derken yeniden yaşanılabilir olmuştur. Bu manidar örnekleri çoğaltmak elbette mümkün, Buradan çıkarımımız, kaderimizle aramızdaki ince çizginin bizim irademizle değişebildiği gerçeğidir. Daha güzel, daha renkli ve başkaları için de iyi adına değişimlerin kapılarını aralayacak bu karar, hayata farklı bir yön vermek demek ise, körü körüne kadere bel bağlamanın ve yaşadıklarımızı da hiç mücadele etmeksizin olduğu gibi kabullenimin onurlu bir seçenek veya duruş olduğunu yine de düşünebilir miyiz.
Dünya`nın çatısı adledilen bir coğrafyanın öznesi olan Nepal`in zirvelerindeki köylerde gönüllü bir göz doktorunun mucizeleri de gerçekten oldukça manidardır bu anlamda. Maddi hiçbir kazanım amacı gütmeksizin yola çıkılan buköylerin insanları arasında bir hayli fazla sayıda insan şu ya da bu şekilde görme yetilerini yitirmişken ve günlük hayatlarını bu zorlu zeminde idame ettirirken binbir türlü çileye göğüs gererken, sanki sihirli bir el bu duruma dokunmuş ve masal yapraklarından alıntı bir sonuç ortaya çıkmıştır. İyi yürekli bu göz doktorunun geleceği gün görme sorunu yaşayan tüm köylüler bir noktada toplanmışlar ve kendilerine adetaa bu sihirli elin değmesini beklemişlerdir. Hakikaten de eviden çıkarak, zorlu ve olabildiğince de tehlikeli yollardan üstelik oldukça da kısmı gören gözlerle zar zor muayene edilecekleri yere ulaşanların, bir iki dakikalık o tecrübeli elin temasından sonra nasıl da görebildikleri hayret uyandırıcıdır gerçekten.
Muayene sahasına inerken ezile büzüle, sağa sola tutunarak ve adeta körebe oyunundaki gibi yol alan çoğu yaşlı bu insanlar, sanki yirmi yıl öncesindeki gibi dimdik ve yüzlerinde de görebilmenin veya en azından daha da iyi görebilemnin verdiği sevinçle , yüzlerinde de tebessümle evlerinin yolunu tutmuşlardır. Kahramanımız bu doktorun şifa dağıtan elllerinden nasiplenebilenler için bir sonraki gün güneşin doğuşu da batışı da bambaşkadır artık. Onlara bu hazzı yaşatan özne olarak siz, doktorun yaşadığı hazzı düşünün bir de.
Eminim, hayata renk ve anlam katmak adına sizlerin de zihninde yankılanan çokça öykü, kurgu, film, belgesel dile gelmiştir. Hayata değer katabilmek, kendinden vererek oluveriyor sanırım. Bu bir ödün gibi görülse de hayatın matematiğinin de bir parçası aslında. Başkalaarındaki gülüşün, yürüyemez olanın yürüyüşünün, konuşamaz olanın konuşabilmesinin, ulaşamaz olanı ulaşabilir kılışın nesi kötü olabilir ki? Kader, her geçen gün,saat ve an bizim yazdığımız bir şey değil mi? Mademki bu senaryonun, mizanselin, dekorun kalemi biziz, neden daha farklı ve yapıcı rolleri yazmayalım kendimize.
Bir akvaryumun sığ sınırları ve hacmi içindeki sıkışmışlıkla nasıl yaşanır ki. Alabildiğine engin bir aklın ve hayal gücünün potansiyeline sahip iken, bu daralmışlık ne de kof bir hayat sunar.
Ellerimizi, kolllarımızı ve dahi duygu ve düşüncelerimizi kontrol ettiğini sandığımız ve saplana geldiğimiz bu anlayıştan sıyrılarak, hayatımızı dilediğimiz zeminde yeniden kurgulamak ve yazmak için daha neyi bekliyoruz. Her birimiz doğan her gün için bir yazarı değil miyiz şu hayatın. Onu karamsarlık, öfke, boşvermişlik ve miskinlikle yazacağımıza; gayretlerle, terle, başkalarına el uzatan , omuz veren, gün gibi doğan olarak yazmak daha asil değil mi? Eminin bıçak sırtı gibi duran bu durum, sadece o kararı almaktan ve yola ilk adımı atmaktan başlıyor. O ilk adımı tereddüt etmeden atanlardan olmayı seçiyorum. Ya siz?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Yaradan ile aramızda kalan tek şey "hayat" dediğimiz ve limitini de bilemediğimiz bir süreç. Nihayeti ise, onun içini nasıl doldurduğumuza,onu nasıl okuduğumuza göre şekillenecek bir ebediyet ise, kedere vesile olacak ve bizleri de ebeden bir savruluşa götürme tehlikesi barındıran her şeye karşı bir duruş gerekmez mi? Üstelik bu duruş hem bu hayata hem de ebediyete derin yankılar verecekse, her anında onun bir başka değerin,güzelliğin doğuşuna meyilli mücadelenin asıl olmadığını kim söyleyebilir?
Oğuzhan KÜLTE tarafından 4.6.2023 13:01:57 zamanında düzenlenmiştir.