- 209 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
TÜRK KADINI.
TÜRK KADINI VE ÖNEMİ.
Türk toplumunda kadının saygın bir yeri vardır. Orta Asya’da kurulan ilk Türk devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahipti. Devlet yönetiminde, hakanların yanında hatun adı verilen eşleri de söz sahibiydi. Kadınlar ata binip ok atar, top oynar, güreş gibi ağır sporlar yapar ve savaşlara katılırlardı. Toplumda tek eşlilik prensibine bağlı kalınır, ev eşlerin ortak malı sayılırdı. Namus ve iffete büyük bir önem verilirdi.
Osmanlı Devleti Dönemi’nde kadın haklarında gerileme oldu. Kadınlar evlenme, boşanma, miras ve eğitim işlerinde pek çok haklarını kaybettiler. Bununla birlikte köylerde ve kasabalarda yaşayan kadınlar, her alanda eşlerine destek oluyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında, erkeği cepheye giden Türk Kadını, çocuğunu yetiştirmiş ve evinin geçimini sağlamıştır. Hatta silâh ve cephane taşıyarak savaşa katılmıştır. Bu davranışı ile Türk Kadını, Türk toplumundaki önemli yerini bir defa daha ispat etmiştir.
Atatürk, kadınlarımızın medenî, siyasal ve sosyal haklarına kavuşması gerektiğine inanıyordu. Türk kadınının bu durumunu Atatürk şu sözü en güzel şekilde ifade eder: "... Dünyada hiçbir milletin kadını, ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu Kadını kadar gayret gösterdim diyemez".
Türk toplumunda ailenin, ailenin içinde de kadının yeri ve önemi büyüktür.
Türkiye’de aile çağdaş hukuk anlayışına uygun olarak medenî kanun esaslarına göre kurulmuştur. Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Kadın erkek eşitliğinin sağlanması, toplumsal uzlaşmanın en önemli şartlarından birisidir.
Ailenin toplumdaki yerini ve önemini Atatürk şu sözü ile açıklar: "Medeniyetin esası, ilerlemenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta yozlaşma, muhakkak sosyal, ekonomik ve siyasî bozulmaya sebep olur.
Kadının Sosyal ve Siyasî Haklarını Kazanması
Atatürk, kadının erkekle birlikte öğrenim yapması, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatta onlarla birlikte görev alması görüşünü benimsemiş ve savunmuştur. Atatürk Dönemi’nde Türk kadını aile kurma, eğitim yapma ve istediği mesleği seçme hak ve özgürlüğü gibi sosyal haklar kazanmıştır.
Türk ailesinin kuruluşunu yeniden düzenleyen Türk Medenî Kanunu’nun kabul edilmesiyle, toplumsal ve ekonomik hayatta kadın erkek eşitliği sağlanmıştı. Burada kadınların siyasî haklarından söz edilmemekteydi. Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşebilmesi için, kadınlarımıza siyasî hakların verilmesi gerekiyordu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında görevini fazlasıyla yapmış olan Türk kadını, ülke yönetimine de katılmalıydı.
Medenî kanun ile kazanılan haklardan sonra Türk kadınına yönetimde görev alabilmesini sağlayan siyasî haklar 1930’dan itibaren verilmeye başlandı. Önce 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. Türk kadını, 1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkına kavuştu. Türk kadını, 1934’te yapılan anayasa değişikliği ile Avrupa ülkelerinin birçoğundan önce, milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandı.
Atatürk bir konuşmasında; "Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır." demiştir. Atatürk "Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi kazanmasıdır." sözü ile toplum hayatında kadının önemini belirtmiştir.
Böylece, Türk kadını, modern Türk toplumunda lâyık olduğu yeri tam olarak aldı.
Türkiye’de Kadın ve Bilim
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’de kadınların bilim dünyası içinde var olmaları karşı çıkılmayan, tam tersine devletçe ideolojik olan desteklenen bir olgudur. Kadınların yüksek eğitim görmesi, meslek sahibi olması, kamu alanına açılması ve bunu özellikle toplumda prestiji yüksek kabul edilen dallarda gerçekleştirmeleri daima önemsenmiştir; çünkü böylesi başarılar hep Cumhuriyetin Türkiye’yi modern ve batılı bir ülke yapma ülküsünün göstergeleri olarak algılanmıştır.
Bu yaklaşımın sonucu olarak da kadınlar ülkemizde Batı’da pek çok yerde olanın tersine üniversitelere ve bilim dünyasına salt girebilmek; hele, toplumsal değerlerce "erkeğe daha uygun" diye tanımlanan temel bilim, mühendislik vb. alanlarda var olabilmek için ciddi mücadeleler vermek zorunda kalmamışlardır. Tam tersine, genç kız ve kadınların üniversite yapıları içinde öğrenci ve öğretim elemanı olarak hep artan sayılarda yer almaları teşvik edilmiştir. Üniversite giriş sınavı gibi uygulamalar da ataerkil toplumsal değerlerin kadınların bilim dünyasına adım atmalarında olumsuz sonuçlar doğurabilecek açık cinsiyete dayalı ayırımcılığı büyük ölçüde engelleyen sonuçlar doğurmuştur.
Ancak, ne bilim dünyası ve üniversitelerin yapıları toplumun genelinden soyutlanabilecek sosyolojik anlamda "özerk" olan kurumlardır; ne de bu kurumların iç yapıları ve kültürleri toplumun başka kesitlerinde görülen cinsiyete dayalı tabakalaşmanın olmadığı ya da erkek-egemen değerlerin denetleyici etkisinin bulunmadığı ortamlardır.
Cumhuriyet reformlarının getirdiği yasal ve kamusal alana ilişkin çarpıcı iyileşmelere karşın, Türk toplumunda, kadın erkek rollerinin, özellikle "özel alana" ilişkin olarak, yeniden tanımlanmasını sağlayacak sosyal yapısal dönüşümler yaygınlaşmamıştır. Öte yandan, erkek-egemen değerlerin "kadına bakış açısı" içeren merceklerden sorgulanması ancak son on yılda gündeme gelmeğe başlamıştır. Hal böyle olunca, bir yandan akademik yaşam içinde öğrenci ya da öğretim elemanı olarak yer alan genç kız ve kadınların toplumdaki konumu, hemcinslerinin çoğunun toplum içindeki yeri ile kıyaslandığında paradoksal bir görüntü olarak kalmaya devam etmiş; diğer yandan Cumhuriyet reformlarının kadına bilim dünyasında açtığı olanaklar güdük kalmıştır.
Ayrıca, bugün kadınların bilim dünyası içindeki durumu çağdaş ve eşitlikçi ölçütlerle değerlendirildiğinde zaman içinde artan bazı olumsuzlukların da Türkiye’de durumu etkilediği görülmektedir. Diğer bir deyişle, kadınların daha "kadınca" diye düşünülen alanlara toplanmaları, üniversitelerde alt düzey ve önü kapalı, destek personeli nitelikli konumlarda bulunmaları, buna karşın karar verici idari yetki kullanan pozisyonlarda sayılarından çok daha az bir oranda temsil edilmeleri bilim kurumları açısından üzerinde durulması gereken olumsuz gerçeklerdir. Daha da önemlisi son yıllarda Cumhuriyet politikalarının kadına biçtiği rol toplumda daha çok sorgulanır hale geldiğinden özellikle yeni oluşan bilim kurumlarında (Anadolu Üniversitelerinde) kadınların konumuna özellikle dikkat etmek gereği vardır.
Ancak, zaman içinde ortaya çıkan tüm eksikliklere ve gelişen çeşitli olumsuz sapmalara karşın, Türkiye’de kadınların bilim dünyasında varlığı özünde sorgulanamayacak sağlam bir alt yapıya oturmuştur. Nitekim son yıllarda bu konumdan güç alan bilim kadınları ülkemizde de yalnızca kadınların toplumdaki yerini eleştirel olarak inceleyip değerlendiren çalışmalara yoğunluk vermekle kalmamışlar, geleneksel bilim algılamasını ve pek çok "bilimsel" varsayımı ve bilim kurumlarının kendine özgü kural ve değerlerini de ’kadın bakış açısından’ sorgulayan kadın çalışmaları ve toplumsal cinsiyet çalışmaları gibi yeni yaklaşımları üniversitelerimiz bünyesinde kurumsallaştırmayı başarmışlardır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.