- 286 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Erikli Obası 2 - Düşler de Kalan Anılar
Bir kez daha anılara giderek ve kimseyi hedef almadan bir anlatı niteliği taşımasa bile, anıları, geçmişimle ilgili bir bölümü daha dilimden geldiğince kalem oynatarak bir değerlendirme yapmağa çalıştım. Uzun bir anlatı, uzun bir gözlem ve uzun bir değerlendirme olsa da yine de okuyan dotlarıma ve canlara yürekten tesekkürlerimi, saygılarımı ve sevgilerimi iletiyorum.
Aradığım hiç bir soruna çözüm bulamıyorum. Bu belki de bir başınalığın başıma açtığı bir beladır diye düşünsemde yer yer yanıldığımın histerisiyle yanıtını yan yatırırıyorum soruların cevabını ararken!
Hep yeni hayatlar yaşamayı isterken, aynı yerde bulmanın ve aynı günü tekrar yaşamanın nakaratlarında buluyorum. Yolunu ve yönünü kaybetmiş bir seyyah gibi bazen de okyanusun ortalarında fırtınaya yakalanmış bir şilepe benzetiyorum kendimi …
Uzanıp tutmak istediğim eller gecenin gölgeleri gibi gerçekliklerini yitiriyorlar ben onlara kavuştuğumda. Sadece biraz daha uzaklara uzanmak gerek diye düşünce yolculuğuna çıkıyorum içimde. Uzakta seyrettiğim solgun ışıklar görüyorum. Maalesef ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne de ben onlara … Puslu günlerin sisli saatlerinde birbirimize uzaktan bakarak yeniden kayboluşlarımızın belirsizliğine karşıp yok oluyoruz. İçimden; „umudum kalmadı artık, bu dünya da benim düşüncelerimi, duygularımı, yüreğimi ve beynimi gerçekten anlayacak birinin imkansızlığıyla sıkıntılı saatler yaşarken“ diyerek beynimi günlük hayatın kurallarına itaat eden bireyin dışında bir hiç olarak gözlemlerken.
İçim içime sığmıyor, evimde-odamda duramıyorum yine de …! Kendimi sokaklara atarak, insanlarla konuşmak ve derdimi de onalara kesinlikle anlatmak istemiyorum. Çünkü çoğu dinliyormuş gibi yaparak beni teselli edecek veya „bu da kim? Ne saçmalıyor? Sokaklar bunun gibi sürülerle dolu, kafayı yemiş, üşütmüş“ veya daha bir çok deyimle beni yaftalamaktan geri durmayacaklarından emin olmanın kesinliğinin hisleri engel oluyor buna.
Anılar, birer çekiş olup iniyor beynimin merkezine. Yer yer merkez üssü, beynim olmak şartıyla zelzeler kopuyor içimde. Yükleniyorlar bütün ağır haşmetiyle üzerime … Sürekli hesap soruyorlar ve beni iğneliyorlar. Tekrar tekrar aynı film şeritleri geçiyor gözlerimin önünden beynimi ve ruhumu kanatarak. Ve hep aynı yüzler … Hep o yüz! Yüzdeki ve yüzlerde ki o ışık, hem ömrümü, hem de bedenimi ortadan ikiye bölerek parçalıyorlar beni … Ne geriye gidebiliyorum, ne ileriye doğru bir adım atabiliyorum. Çakılıp kalıyorum olduğum yerde! Geçte olsa öğreniyorum; her yeni bilginin, eski bilgilerimi, hatıralarımı ve durmayan zamanı katı koyulaşmaların sertliğine dayatmaktan başka bir işe yaramıyor.
Erikli Obası’nı, obamızı düşünüyorum. Obaya dönerken ilk evin, bizim evimizin bizim evimizle duvar duvara olan Ümmet amcamın ve babamın amcası oğlu Eyüp amcamın oğlu Hüseyin abi’nin bir odalı evi olduğunu, ikincisinin babamın dayısı olan Müslüm dayı‘nın evi oluşu, üçüncü evin ise Müslüm amcam‘ın, dördüncüsün Elif halam’ın, beşincisi, yine babamın dayısı Bektaş dayımız’a, altıncı evin Ayşe halamların, yedincisi Tekiş Mehmet dedemin amcasının oğlu Veysel Ali amcamıza, sekizincisinin ise yine Veysel amcamızın oğlu Mehmet amcaya ait oluşu ve solda olan tek evin ise Esiri amcamlara ait oluşu. Esiri Pektaş, babamın halasının oğlu ve ben onu hep yüksek sesle Mahsunu, A. Papur, A. Veysel, Daimi, A. Kızıltuğ, … gibi zamanın aşıklarını dinleyişiyle anıyorum. Anıyorum herkesi birer birer. Bizim eve dönmeden direk giden yolun birinci evi yine Tekiş Mehmet dedeme ve orada uzun yıllar ikamet eden ve daha sonra göçen Mustafa ve Kemal amcalarımın evleri, onun hemen bir bahçe aralıkla Mehmet ve Hüseyin dayımızın bitişik evleri, hemen yanında babamın amca oğlu Ahmet amcam, yanında köklü ve çok eski bir karatut ağacıyla duvarı koruyan bir ev olan Cuma dayımın ve en sonda da yine babamın amcası oğlu Eyüp amcamızın evi olarak nükseden hatıralar çizip çizip derin yaralar bırakarak geçip gidiyor.
Geriye anıların kederi kalıyor ve bugün hemen hemen yüzdeyüzünün yeryüzünde olmayışı burkuyor yüreğimi. Şimdi o yüzleri görmek istemenin ve göremeyişin acısı yakarak parçalıyor içimi. Derin bir sızı var yüreğimde, oysa o yüzler bunun farkında bile değiller ayrı ayrı topraklarda ebediyet uykularında uyurlerken. Kahır çekmek kalıyor geridekilere … Oysa onlar yaşıyorlar şu an, benim bedenimle bütünleşirken. O yüzler ki, her türlü olumsuzluğa rağmen nefretten çok sevgiyi, edebi, dayanışmayı, karşılıklı yardımlaşmayı ve imece usulü yaşamayı asırlarca başarabilmiş ve sade bir şekilde de yaşamayı becermişler …
O, anımsadığım her yüz, birer kayıp gemi şimdi sislerde yolunu yitiren. Ben de yolunu kaybetmiş bulmaya çalışan sürekli bir seyyahım onları arayan … Her rotasını kaybeden gemi, bana kırılgan ve bitimli aşkların davaranış şekillerini anlatıyor … Saygı ve öğrenilmiş dostluklar, pusun ortasında kayıbolmuş gemiler ve bu batan gemilerden gelen ve boğulmakta olan insan sesleri, … incitiyor hüzünden de derin yaralar açarak ciğerlerimde. Yakıyor bedenimi bu anılar, bu anılarda kalan yüzler. Ziyan olmuş hayatlar da demiyorum ben buna, ama bu puslu hava biraz daha koyultuyor her şeyi! Her taihsiz karşılaşma, başka bir karşılaşmayı daha da talihsiz kılmak için koşar adım gidiyor … Her kaybolan bir ömür, her ziyan olan bir hayat, başka bir ömürü ziyan etmeye gidiyor acımasızca …
Evimin kağıtsız duvarları, 37 saatlik bir araba yolculuğu uzaklıkta, ya da kilometre olarak 3.542 km uzağa düşmesinin hüzün kütlesi saplıyor akşamlarda deste deste içime! Evde ki tüm eşyalar, ayrılığın hüzünlü şarkısını söylüyorlar sürüler kuşluğa dönüyorlar ve en önde dağları çan sesiyle inleten bir teke sürüye öncülük ediyor ve suya ilk kafasını eğen anlının beneğiyle sürekli gülümseyen bir yüz gibi geliyor önüme, önümde duran ve acılı bir hayat yaşayarak Nazi rejimi tarafından katledilen büyük Alman devrimci Carl von Ossietzki’nin (3 Kasım 1889 – 4 Mayıs 1938) dramatik işkencelere maruz kalışının son cümleleri ve ona verilen 1936 Nobel Barış Ödülü geliyor gözümün önüne. Bir başıma dinlemek zorunda kaldığım ayrılık şarkılarını ruhum dinlemek istemiyor oysa! Ayrılık despot anılarıyla dayıyor bıçağını boğazıma … Her zorba anı, beni incimiş ruhum ve bedenimle ayrılığın karşısında küçük düşürmeye devam ediyor. Onlardan gittim gideli çok uzun bir süre oldu ve ben hala o travmayı yaşayarak aşmaya çalışmanın savaşını veriyorum. Bu defa uzun sürdü, hasretlik ağır bastı. Gittiler onlar, bir daha gelmemek üzere … ve daha binlerce zorba, acıtan anı … kaldı içimde üstesinden gelemediğim.
Oysa oralardan, bu anılar acı vermsesin diye ve bu acılardan kurtulmak için uzaklaşarak uzaklara gitmiştim başka insanların arasına karışarak anonimleşmek için. Özgürüm, demir parmaklıklar arsında değilim, isetiğim yere gidebilirim, istediğim her şeyi yapabilirim, ama ne yaparsam yapayım, ner gidersem gideyim, hep aynı şeyleri hatırlayan ussumun tutsağı olmuşum adeta … Beni, ben, idare edemiyorum, iradem yok olmuş, sıfırlanmış ve bu zorba anılar götürüyor beni istediği yöne … Sevgi nasıl bulaşıcı ve pozitif bir hastalıksa, ayrılıkta öyle bulaşıcı … Bu yüzden demiş atalarımız: Sırtına el yorganı değenin yeri yurdu olmaz“. Bu yüzden insan dünyaya nasıl bakıyorsa, öyle görüyor, ne görüyorsa … Eğer bir gönül benim ki gibi kararmışsa, nereye bakarsa, orada kararmış gönüller görür. Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse dibe vurmuş sanır herkesi. İşte bu yüzden kapanmıyor geceleri gözlerim.
Gözlerimi hangi yana çevirsem, varlığımın o eski anıların bataklığına çekiyor beni. Bunların hepsi şüphesiz ki, sadece o olumsuz anılar değil tabii ki. Buna rağmen hayallerimin rüzgarı, beni benden alarak uzaklara transfer ediyor sürekli. Ama nedense hayallerimin kanatları beni anılarımdan koparacak kadar güçlü ve sağlam değiller … Burada hayallerim beni, ben de anılarımı seyrederek hesaplaşıyorum onlarla! Bütün insanlardan umudumu kesmiş olabilsem bile yine de onlarsız yapamayacağımın bilinci ağır basıyor. Beni can kulağıyla dinlemeyeceklerini, asla bir gün anlayamayacaklarını bilsem de onlar onlara hayatımı anlatmaktan vazgeçemiyorum. Bir yandan onlardan korkup uzak durmaya çalışırken, diğer yandan korkularımdan ve içimde beni kemiren endişelerimden kurtulmak için onlarla haşır neşir olmaktan vazgeçemiyorum.
Ben gittikçe onlar geldi, ama hep birbirimize geç kalışın melodramı vardı melodilerimizde. Melodiler acı, özellikle kadınlarımızdan gelmişse çile yumağının ucu da bulunmuş demektir. Yumağı çektikçe uzar gider acıları kadınlarımızın. Yemek, çamaşır, bulaşık, evin idaresi, çocukların iyi kötü bakımı, temizlik, … gibi dertlerin uzaması ve bu işlerin yapılması ağırlıklı olarak kadınlarızın omuzlarına yüklenmiş yükler olarak asırlardan beri sürüp geldiği için bizim obada da durum pek farklı değildi. Ekmek yapmak, turşu kurmak, tarhana yapmak, pekmez ya da bulgur pişirmek (bu işi bizde babam yapardı ne hikmetse) gibi işlerin hepisi kadını bekler. Varsa aleminyum tencerede veya bakır tencerelerde yemek pişirmek, ama yokluk ve yoksulluk insanın iflahını yerle bir eden, şu sınırsız dünya’ya sığmayan acılara eşlik eder. Bir de kocasından kötü söz işitip dayak yiyorsa kadın, işte o zaman canlı canlı mezara girmek isteyişi bundandır, bütün mahcubiyeti ve yüzünde okunan acıları görmek çile çekişini de izlemek demektir. Bura da hemen sosyolojik bir soru aklıma geliyor hemen her zaman: Kadın kurban mıdır yoksa çilesini çekmek zorunda bırakılan bir azize midir bilinmez, sadece yaşadıkları rivayet edilir ve kuşaktan kuşağa anlatılarak „kadercilik, başa gelen çekilir, elden ne gelir, … vs. gibi“ ifadelerle günler kotarılmaya çalışılır. Susar; anlatmaz kadınlarımız! Dili lal olmuştur sanki! Her şeyi gözlerinden okur iyi bir gözlemci. Susar, susar ve yine susar, hep susar! Çünkü diline, yüreğine, düşüncelerine, bedenine kelepçe vurmuştur Ortaçağ kafası taşıyan feodal kafalar. Suskunluğunu kendi içinde kendi yarattığı maniler de, sözler de, özdeyişler de, türküler ve nağmeler de yaratarak var olan bir yücelik kurmuştur kendi içinde. O yüzden, sadece bizim köy de değil, yoksul bıraktırılmış Ortadoğu Coğrafyası’nda bağrına taş basan, ciğeri yanan kadın/ kadınlarımız kendini türküler de bulur. Bazen bunu kendi yaratıcılığından arındırarak korkudan, utanmaktan, sıkılmaktan ve çevresinden çekindiği için anonimleştirdiği dizelerde var eder, aynen aşağıda ki dizelerde okuyacağımız gibi.
Kadir Mevlam senden bir dileğim var
Kadir Mevlam senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Muhtaç eyleme
Eğer muhannete muhtaç eylersen
Eğer muhannete muhtaç eylersen
Yedi deryalara gark eyle beni sır eyle beni
Yedi deryalara gark eyle beni sır eyle beni
Muhannetin suyu dolayı akar
Muhannetin suyu dolayı akar
Değdiği yerleri od olur yakar
Od olur yakar
İyilik etmeden başına kakar
İyilik etmeden başına kakar
Yine muhannete muhtaç eyleme
Muhtaç eyleme
Beni muhannete muhtaç eyleme
Muhtaç eyleme
Ben dertliyim Hak ayırsın işimi
Ben dertliyim Hak ayırsın işimi
Kaygılara saldım garip başımı
Garip başımı
Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi
Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi
Yine muhannete muhtaç eyleme
Muhtaç eyleme Beni muhannete muhtaç eyleme
Muhtaç eyleme … diyerek uzar gider acılar bir daha kaybolmamak üzere.
Yoksulluk, yoksulluk, yoksulluğun vermiş olduğu sınırsız acılar, kahır, gurbet, gözyaşı ile geçen hayatın cenderesinde kalan kadınlarımız. Ama yine de bu acılara mola veren anlar da olur: kırkambarcı (çerçi), bohçacı bacılar, gözcü amca gelince bir telaş başlar bir anlığına ve kıyasıya pazarlık eder bohçacı bacılar analarımızla, ablalarımızla. Önce köye girişte bir bağırış sesi duyulur: „Bohçacıııı geldi, bohçacııı“ dedimi evlerde olanlar sokağa çıkar, evlenecek kıza veya oğlana birşeyler almak faslına geçilirdi. Bir çözüldü mü bohçacının bohçasının düğümü, ortalık çeyiz pazarına döner, gözler ışıl ışıl, allı güllü, morlu yeşilli pikeler, yastık kılıfları, kanavçeli işlemeler elden ele dolaşıp durdukça, gözü gönlü okşayan elvan elvan renkler cübüşüne boğulurduk hepimiz. Evrilir çevrilir, olmadı bir daha tersi döndürülür, gülüşmeler ve ikna edici retorik diliyle bir bir daha pazarlık edilir … Yüksek fiyatla başlayan yeminli pazarlıklar dakikalarca sürer, sonunda bohçacı bacılar allem eder kallem eder mutlaka bir kaç parça eşya satmayı başarırdı. Üstüne varsa kahveler veya çaylar içilir, yemek yenilir, el falına bakılır, gelinlik yaşına gelmiş kızalara olmadık nasipler yaratılır, mühendisler, avukatlar, öğretmenler, doktorlar bulunur ve veda vaktine gelinirdi. Ben, şahsen hiç rastlamadım bohçacı bacıların o gariban kadınlara bir şey satmadan köyden ayrıldığını. Satış konusunda tecrübeleri geniş olan yetenekli bohçacı bacılar aynı zamanda eğlenceli tiplerdir, erkeklere göz kırpmasını, kaşla göz arasında günlük ekmeklerini çıkarmak için cilveden hiç çekinmezler, „bre Mustafa dayı, senin koyun ve fıstık çok maşallah, yoldan gelirken gördük, dalları paytaklar bile tutmaz olmuş, mezara mı götüreceen bu kadar malı, al bi güllü fistan Fatma bacıma“ deyince arada sırada gaza gelen bu çirkin adamlar nihayet kesenin ağzına ara sıra da olsa açarlardı Onların tatlı dilleri hepimizi hipnoze ederdi, „söle sen kimin dölüsün? Deyince biz çoçuklar utançtan kaçarak kurtulmaya çalışırdık, ama kadınlar gibi, bizim de hayal dünyamızı çoçuksu duygular için de bile kamçılayarak hepmizi ikna ederek, kucağında peştamallerle ve peşkirlerle, perdelerle, basmalarla dönen analarımız, teyzelerimiz, ablalarımız cüzdanlarını boşaltarak biraz da olsa bir rahatlama hissederlerdi …
Gözcü ise elinde küçük bir kutu ilaçla çoçukları sıraya dizerek gözlerine bir damla minicik krem sürerek sözde hastalıklara karşı korumaya çalışır yoksul, yemenisiz, kıçı başı açık, burnu sümüklü hallerimizi seyrederken. Sonra gider gözcü ve çoçuklar ona „ne zaman geri geleceksin gözcü amca?“ diye çağırarak ta köyün dışına kadar yolcu ederler o toz duman ve sıcaklıkta!
Ama bu acılar kırsal kesim de ve kentlerin yoksul varoşlarında sadece kadınlarımızı da vurmaz, erkeklerde bu vurgunun ayazında varlık sürdürmeye çalışırlar sararmış dişleri, darmadağınık bıyıkları ve sakallarıyla … Kadınlar ve kızlar, çocuklar, ergenler mevsimine göre, kıvırcık, çiğdem, yaban kuskusu, katır tırnağı, kıvırcık, ışkın, kuzu kulağı, dere otu, kurt çınağı, dağ merisi, kenger gibi o yüre de ne varsa bazen de guruplar halinde ta köyden 30 km kadar uzaklara kadar gidilirdi akşama ev külfetine birşeyler hazırlamak uğruna. Nisan ayında başlayan yağmurlarla beraber doğa uyanır, kırlar kurak ve çorak görünümünde sıyrılarak elvan elvan elbiselerini giyer, böcek, çiçek, çayırlar canlanır, eriyen karlarla dağlara başka bir görünüm verirdi. Bu otlar daha başlarını topraktan çıkarmadan köylülerin gözü dağlara ve yamaçlara yönelirdi, önce dağların güney yamaçları sonra her taraf üç kay kadar bir süre kendi saltanatını sürmeye çalışırlardı. Sofraya aş getirme ihtiyacının dayattığı bu zorunluluk olsa da bu iş bir şenlik havasına sokularak sevinçli anlar yaşardı köylüler. Gruplar halinde türküler söyleyerek yürümek, maniler söyleyerek tepelere tırmanmak, kadınlar için aynı zamanda kırlara yapılan bir seyhat olurdu. Dağların oksijenli havası, bu zayıf annelerimizi ve ablalarımızı; „nerede hareket orada bereket“ sloganıyla dağlara çekerdi, turp otu, halder, … gibi bitkileri toplamak, kış ağırlığından kurtulmanın vesilesi olurken bir övün daha yemeğin sofrayı süslemesi kadınların yüreklerini ferahlatırdı.
Geleneksel, feodal toplum yapısı küçük şehirler kadar baskıcı olmasa da, bu değerler hüküm sürerdi, ta ki 12 Eylül 1980 gelene kadar. Bu göçüşe 12 Eylül faşizmi sebep oldu ve tum devrimci, Alevi ve Kurt koyleri planlı bir şekilde bosaltıldı. 12 Eylül geldi ve her şey darmadağın oldu. Göçtüler köylüler, kimse kalmadı, bizim Oba’da şu anda harabe evlerin dışında kimse yok desem yalan söylememiş olurum. Sadece yukarıda mezarlık ve ziyarete gelmemizi bekleyen ebediyete uğurladığımız canlar kaldı orada. Ve Erikli Obası’nın hikayesi burada bitmedi, daha yazacak, anlatacak çok hikayeler var anlatılması gereken.
Okuyan her yüreğe teşekkür ediyorum. Saygılar!
Sosyolog H. Hüseyin Arslan - 21.04.2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.