- 582 Okunma
- 2 Yorum
- 7 Beğeni
BİR GURBET Kİ, İÇİNE İÇİNE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Daha küçüklüğümüzden beri kulağıma fısıldanan ve daha bir büyüdükçe de gerçekleşecekleri ümidi yüreğe serpilen bir mutluluk masalının peşinde değil miyiz? Hangimiz gerekçe ile çelişen bir iç dünyayı tecrübe etmedik? Kimi tohumlar güne yeşermeye şans bulmuş, pek çoğuysa zihnin tozlu raflarında kaderine terk olunmuştur. Ya da biz bastırmışızdır onları ve birtakım realite dayatmalarıyla biliçaltımızın bir yerlerine saklamışızdır. Kim bilir?
Gerçekte biz yani ;gülen, düşünen, belli bir ses tonu ve konuşurkenki vurgulamaları, yerinde öfkesi ve yerinde coşkusuyla biz ve bu bizin karşısında da olmak istediğimiz; bizi daraltıp bunaltan bazı kemiyetlerden kurtulabildiğimizde tüm yanları ve derinliğiyle ortaya çıkma potansiyeli hep olan ve veya olacak olan biz. İdeal benliğimiz ile halihazırdaki şu benliğimizin mücadelesi de ne ilginçtir. Öyle bir ikili ki bu, varlık ile yokluk ya da beden ile gölgesi, madde ile antimadde gibi sımsıkı ilintili ve biri olmadan da diğerini anlamsızlaştıran bir ilinti.
Zaman zaman derin bir ah çekip geçmişe takılıp kaldığımızda da o anlarda yakalayabildiğimiz ve fakat süreğen hale de getirmeyi başaramadığımız mutluluk kıpırtıları yok mudur? Ne de çabuk yitirilir bu mutluluk serpintileri. Sonbahar gelir aniden ve ardından da kara kışı yaşatır gönle. Hep sonrasını ümitle bekletir o yaşanılası ilkbahar tadındaki özlemler, beklentiler. Ne yazık ki her yaşın kendine göre bir ilkbahar beklentisi olsa da bizim dışımızdaki çokça nedenden ötürü bir türlü o mutluluk treninin vagonunda yer alamayız. Son vagonda da olsa bu heyecanı yaşayabilmek ve hayata daha bir farklı bakabilmek isteği bile ne büyük şeydir aslında.
Sılamıza mesafeli, dostlardan, eşten, akrabadan ve kısacası sevdiğimiz ve paylaşımlarıyla bize renk kattığını bildiklerimizle olan, zamanla da yalnızlığa iterek ; mekan, insan, eşya, bitki, hayvan veya bir etkinlikte can bulacak hasretler, içimizde çok derin bir gurbeti yapılandırıverir. Öyle bir gurbettir ki bu, kendimizi de aradığımız, yüzümüzdeki tebessümü dahi samimice taşıdığımız bir gurbet. Monotonluğu ve sıkıcı rutinleriyle bizi boğmaya başladığında şu hayat, içteki gurbetin dayanılmaz sancıları da vurur tene, yüreği duygu ve düşüncelere ve yerinde de grup vakti ta ötelere dalan umutla bakan, kiminde nemli, kiminde de feri sönmüş gözlere.
İnsan, kendi içinde de bir yolculukta değil midir esasen. Bildiğimiz anlamdaki yolların nerede başladığını, hangi coğrafyalara değin uzandığını ve bize hangi manzaraları, hangi kolaylıkları ve bunların yanı sıra ne gibi zorlukları dikte edebileceğini biliriz büyük olasılıkla. Ya içimizdeki yollar nereye götürü bizi? Bu yolların nereye çıkacağı ve bizi gerçekte mutlu kılacak, huzuru tattıracak duraklara ulaştırması, koskoca ömürdeki onca beklentiye de karşılık gelecek kadar değerli olmalı. Birbirlerini neredeyse kırk yıldır göremeyen iki gurbetçinin bir düğün merasiminde karşılaşmalarına şahit olduğumda, bunca yıl sonra geride kalmış o çocuksu duygularını nasıl da dile getirdiklerini ve o yıllara dönmek şansı olsa tereddütsüz her ikisinin de buna “Evet” cevabı vereceklerini de bilerek kendimce üç veya beş dakikalık bir gözlemde bulundum. Bu gözlemde kah birisi oldum taraflardan kah diğeri. O kısacık anlarda öylesine çokça duygu akıp gitti ki okuyabilene, sormayın. Duygulu anlara kendimi kaptırmış olmalıyım ki, her ikisi ile de tanıştır. Birlikte indik yılllar öncesinin o masalsı düzlemlerine. Nelerin gelip geçtiğini ve güne geldiğimizde de yılların kendilerinden neleri alıp götürdüğünü konuştuk. Anladım ki, o karşılaşma anı için belki de kırk yıllık bir özlemle her iki tarafın da büyük beklentileri vardı. Beklentiler cari oldu ve fakat, ömrün yarısı da feda olmuştu.
Maddi kazanımları öncelikleyerek ve veya bazı özel nedenlerden ötürü ülke dışına değin uzanan onca hayatın ardında kim bilir ne dramlar yatıyordur.. Yakınen tanıdığım ve bir ara (on iki yıl) mesleğimi de icra ettiğim küçük bir Anadolu kasabasının (sonradan ilçe olmuş) öğrencisi iken, o küçük dünyada yılar sonra yine özel nedenlerden ve bununla birlikte de maalesef ekonomik kaygılardan ülke dışına çıkan o genç, kendine o yıllara değinki benliğini verem, kimliğini veren, aile bahşeden, arkadaş, dost ve her ne varsa anlamlı kılan hayatı herbirini nasıl da geride bırakabilmişti, tıpkı diğer vatandaşlarımız gibi. Araya ummanları, okyanusları, kıtaları da ekleyerek uzanmıştı Kanada`nın soğuk, uçsuz bucaksız, bizim kültürümüze oldukça da Fransız bir medeniyetin içine. İnsanlar, beslendikleri kültürün birer parçasıdırlar ve her ne yaparlarsa yapsınlar, içlerindeki o öz daima canlı kalır. Bizleri mekanda uzaklara sevkeden bu hayaller, duygu ve düşüncelerimizde de düşürmüyor mu sevdanın, güne ışıltılarıyla bakabildiğimiz kurmaca evlerin, köşklerin penceresinden o masalsı gurbetlere.
Hayatın bıçak sırtı iki yanı gibi değiller mi gerçekler ve kurmaca yanlarıyla peşinden koştuğumuz idealler, hayaller. Kısacası bir yanımız masal, diğeri ise öyküdür bizim. Öykümüzü daha renkli kılabilecek hayallere elbette ihtiyacımız var. Her öykü güzel bir sonla müşerref olmasa da bu finali nasıl okumayı düşündüğümüz, hissettiğimiz de oldukça önemli. Hem gözyaşı dediğimiz sevinçte de akmıyor mu zaman zaman. Gerçekliğin esrarını aralamak daha bir masalsı zemine sürüklemek, içimizdeki gurbetin sancılarını dindirmez mi? Daha nereye kadar bu sancılarla bir bütün yaşayabiliriz? Onun tedavisi bu gerçekliğin ışığını, renlerini, gülen gözlerini, düşküne uzanan ellerini ve özünden fedakarlık yapan isimsizlerini fark etmeden geçmiyor mu? Ne diye kapatıyoruz şu kepenkleri ve ne diye saplanıp duruyoruz o hayallerin ardına?
İlkokullu yıllarda da realitenin dikte ettiği ve derinden hissedildiği bir hayat değil miydi bu? Ne yerçekimi kalktı ortadan, ne güneşin sıcağı, ne yağmurun sesi, ne bir bebeğin gülümsemesinin verdiği mutluluk. Sanıyorum bizlerde zaman içinde giderek kendini hissettiren o katılaşma hali, gülmemize bile meydan okurcasına yüzleri gerdi, duyguları köreltti, hayat dair heyecanları ve tatlı hezeyanları erozyona uğrattı. Sular halen akıyor yatağından ve baharda da gürleyip coşarak. Nisan yağmurları yine saçıyor bereketini toprağa, can veriyor doğaya.
İçimizdeki o derin acıların nihayet bulacağı bir an asla olmayacak belki de. Ne bir pencere açılacak o masalsı hayata ne de zamanda geri gidilebilecek. O halde, bugünün gerçekliğini doğru anlamlandırmak, ona iyi yanlarından bakabilmek, gayretle ve yüzden de o mutluluk esintisini eksiltmeden, hatta inadına inadına öykümüzün soğuk senaryolarını sıcağa bezeyecek azimle solumak hayatı, bizi biz edenleri aramak, bize iyi gelenleri yaklaştırırken hayat çemberimize, bizi bizden edenleri de yok saymak, görmezden gelmek ve veya en azından takıntı haline getirmemek çok şeyi değiştirebilir. Belki de bu sayede mesleğe ilk başladığım günün heyecanını halen taşıyorumdur. Bunu farklı zeminlerde başarabilen çokça insan var, biliyorum. Yüzümüzün somurtması bize de etrafımıza da değer katmayacaksa, onu anlamlı kılabilecek en azından küçücük bir tebessümün, latif birkaç sözün esirgenmemesi gerektiğini değerlendirmemiz, doğru seçeneklerle bu yolda yürümeye devam etmemiz gerekir.
Hayata dair doğru denklemi bulabilmek ve bununla esenliğe yol almak hiçte kolay değil anlaşılan. Zira, kurguladığınız, düşlediğiniz hayata salt kendi duygu ve düşünce ekseninden varabilmeniz çok müşkül. Sizle beraber yaşayanların mutakabatını sağlamadıkça ve onların asgari desteğini alamadıkça, o masalsı sayfaların güne düşmesi de olanak dahilinde değil şüphesiz. Masalların figüranları o kurgunun içinde olduklarını biliyor, hissediyor ve gereği olan rolleri, duruşları ve davranışları gösteriyorlar. Ve fakat gerçeklikle yüzbar olduğumuz ve genellikle de sefillik seviyesindeki hayatımıza o istenen renkleri katabilmede, beklenen hassasiyetleri, duruşları, söylem ve davranışları göremiyoruz belki de. Bu yüzden de fanteziden öteye gidemeyen o içimizdeki derin özlemler, gurbetteki bir yabancı rolünü yüklüyor omuzlara. Kendi içimizde kayboluyor, savruluyor ve biteviye bir huzur halini arayıp duruyoruz.
Kimileri küçücük bir kulübede ve asgari bir çiftlik saltanatında üstelik teknolojinin onca el değmediği mekanlarda da buluyor o rengi, kimileriyse neon lambalarıyla bezenmiş mekanlarda dahi mutsuz. Hep bir arayış var içten içe bizleri kemiren. Kalabalığın içine girdiğiniz her an bir tehlike, bir moral bozukluğu yaşayacaksınız ve güne dair beklentileriniz bir anda sıfırlanacak. Ne kadar da kötü bir duygu. İnsanların tahammül sınırlarının da giderek azaldığı şu günümüzde, giderek kendi kabuğuna çekiler bizler derinden yaşamıyor muyuz özlemle beklenen günlerin özlemini. Buna içten içe gurbet denmez de nedir? Psikolojik anlamda da çeşitli travmalara yol veren ve giderek daha sığ kalıplara hapseden bu durum, insanları fıtratlarından da uzaklaştırıyor, mekanikleştiriyor, ruhsuzlaştırıyor ve adeta robota eviriyor giderek.
Daha küçük yaşlarda paylaşmayı, acıma hissiyatını, sadakati, başkalarının yüzünde tebessüm olabilmenin heyecanını tecrübe edemeden yetişen nesiller, kendilerini dipsiz kuyularda bulmuyorlar mı giderek. Yıkılan gurur, dağılan aileler, oldukça sert ikili ilişkiler ve samimiyet yerine menfaatlerin sıklıkla dillendirildiği çok banal bir hayat. A. Tofler`in tarif ettiği o “yabancılaşma” kavramı, modern toplumun beşeriyete biçtiği en ağır ve etkileri de sancıları da geçecek gibi olmayan bu durum, nasıl da fevrileştiriyor insanları. Oysa bizler, sosyal varlıklardık ve bunun gereği samimi ilişkiler ağıyla, emekle, paylaşımla, özveriyle birbirine destek olması gerekirken, adeta birbirlerine yüzünü çevirmiş, sırtını dönmüş ve bananeci anlayışlara da teslim olmuş yığınlar haline gelmiyor muyuz giderek?
Şunu söylemek gerekir ki, yatay mimari zemininde yaşamış veya en azından o yıllara dair gözlemleri, anıları bulunan insanlar, günümüzdeki durumun insan öznesi için hiçte azımsanmayacak şekilde bir yıkıma doğru sürüklendiğini gayet net biçimde görmektedir kuşkusuz. Adaletin karın ağrılı ve daima güçlüden ve zorbadan yana olan tavrı da bu yozlaşmayı bir başka şekilde ve yine toplumun, özünde de insanın fıtratına olabildiğince zarar verircesine bir yola girmedi mi? “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” derken Şeyh Edebali, ne de anlamlı özetlemiş durumu. Yine, “Erdemliler Kenti” kitabından söz ederken Farabi`nin tasvir ettiği bu kentteki insana özgü o masalsı esenlik durumu dikkate değer değil midir? Orada işler öylesine güzel yürür ve insanlar öylesine haz alırlar ki hayattan, sanki masalsı bir hayatın içinde buluverirsiniz kendinizi. Ve durum günümüzde kelimenin tek anlamıyla “Erdemsizler Kenti” ne evrile durmaktadır giderek. Tam da bu yüzden her birimizin bir saat, gün, hafta,ay ve yıllara dair özlemleri o çirkin anlayışların gölgesinde adeta zindanlara atılmakta ve içten içe kahırlı hezeyanlara, isyanlara ve yıkımlara da dönüşmektedir.
Değerlerimizin adeta savrulduğu günümüzde, mutluluğu asgari seviyede de olsa yaşayabilenler parmakların sayısını geçmeyecek kadar azaldı dersek, abartı olmaz sanırım. Amaç, korkularla, kaygılarla, zalimlikle sindirilmiş bir insan kitlesi mimarisi ise, hayatımıza çeki düzen vermeye çalışanlar gerçekten doğru yoldadır. Tam da böyle yapmalıdırlar, Şeytani tezahürlere taş çıkaracak senaryoların dillendirildiği ve adına “Küreselciler” denen o gürûh, bugünlerin ve olası yarınlarımızın katline adeta imza atmaktadırlar.
Giderek ekonomik buhranları derinden yaşamaya mecbur edilen, doğayla yüzleşmekte ve kendini bulabileceği dingin mekanlara erişimde kısıtlılık yaşayan insan, hayalleriyle gerçekler arsında duran o aşılmaz betleri umudu da kırılarak izlemektedir sadece. Başkalarının saadetinden çalarak esenliğe varabilecek bir medeniyet asla olmamıştır ya da uzun soluklu olamamıştır. Umudumuz, değerlerin yeniden yeşermeye başlaması ve insanın o asil fıtratına dönebilmesi için ciddi bir farkındalığın yaşanmasındadır. Bu ise ciddi bir bilinç işidir. Okumadan, gözlemlemeden, sorgulamadan ulaşılabilecek bir yol değildir bu.
Hayatı anlamlı kılabilecek şeylere değebilmek ne de güzel aslında. Ölçümüzü doğru ayarlayabilirsek, kendimizi de başkalarını da bu anlamda o ideal farkındalığın içine çeker ve bir mutluluk, esenlik evreni oluşturabiliriz belki de. Ümitler için bir engel yok nasılsa. Onlara hayat verebilmek emek ve sabrı, kararlılığı ve her şeye rağmen bazı güçlükleri de barındırmış da olsa, yüzdeki tebessümü inadına korumak anlam katabilir bu davaya. Neye inanıyorsak, onun tezahür edebileceğini de bir kenara koymak gerek. Biz; iyinin, doğruluğun, hoşgörünün, paylaşımların, giderek arttığı, sorunlarınsa iletişim yoluyla, seviyeli tartışmalarla çözüme kavuştuğu bir hayatı seçtik. Her şeyi çözemesek de, en azından sorunların bir parçası olmamak adına güzel bir duruş bu. Her birimizin içinde fırsat bulduğunda adeta bir volkan gibi patlayacak onca özlemi, içten içe ruhu ve bedeni kemiren o gurbeti de kavuşmalara evirebilir belki. Ne dersiniz?
Yapamadıklarımızla duyacağımız pişmanlıklar yerine, yaptıklarımızla bizi yıllarca besleyecek o masalsı zeminde varolmak meselesi, hayatın en dikkate alınması gereken yanı gibi de değil mi? Ne olduğumuzun, nerede yaşadığımızın, geçmişimizin bir önemi yok bu anlamda. Günü nasıl doldurduğumuz, kendimize ve başkalarına esenliğe giden yolda nasıl kapılar araladığımız şüphesiz pahasız değerde olmalı. Sadece iyi niyet ve yüzündeki samimiyetle, gülüşle hatırlanabilmek bile koskoca ömre değmez mi?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Yaşamda önce kendini bulmalı insan.
Ne istediğini bilerek önce düşünü kurup , hedef koyup, sonra çabasını sergilemeli.
Sabrını , azmini, iradesini hevesle eğitmeli.
Olgunlaşmanın yokuşlarını tırmanmayı doğal karşılamalı.
Huzur ve esenliğin, kendine güvenin çatısı böylece çatıldıktan sonra başarı ve beklentilerin duvarlarını örmeye başlamak; kendi emeğinin sonuç verdiğini yaşayıp, değerini tatmak, kıvanç duymak; istekli herkesin kendince başarabileceği adımlar, atılımlar.
Değerli yazınız, akıcı ve sürükleyici özelliğiyle etkin bir muhakeme ve muhasebe paylaşımını sunuyor.
Tebriklerim ve saygılarımla.
Oğuzhan KÜLTE
İçi dışı duygu şiir dili yazılmış muhteşem bir çalışma okudum kutluyorum