Önümde Buğday Tarlaları, İçinde Yar…
Sevgili….
Önümde buğday tarlaları, içinde yar…
Siirt’ten Batman’a giderken Kurtalan çıkışından 5–6 Km sonra bir tepecik vardır, hani. Her nedense, işte oradan geçerken-yaz kış fark etmez-, sol taraftaki engin düzlüğü seyretmek isteği doğar bende. O tepecikten Beşiri çıkışındaki Kıra dağına olan devasa düzlük “Garzan Ovası”ymış meğer, çok sonra öğrendim. Eğer dolmuşun önünde, yani şoför mahallinde isem; sorun yok ve keyfime de diyecek yok... Gözüme sanki uçsuz bucaksızmış gibi görünen düzlüğü seyre dalarım ve cep telefonumun kamerasıyla fotoğraf çekerim. Yok, eğer arka koltuklardan birinde oturuyorsam yolculuğum oradan geçerken tam bir işkenceye döner; eğilip bükülerek dönüp dönüp bakmaya çalışırım. Bu garip hareketlerimden rahatsız olan yolcular olur ve ben de çevreme verdiğim rahatsızlıktan dolayı rahatsız olurum.
Sevgili,
Bir yaz günüydü, Haziranın sonlarıydı, yine Siirt-Batman dolmuşundaydım; Batman’a gidiyordum. Sözünü ettiğim yer, yani Garzan Ovası baştan başa ekindi, her taraf altın rengine bürünmüştü sanki; biçme zamanı gelmişti ve bende keyfin de ötesinde, melankoli… Ve sen işte orada da aklıma geldin, ne alaka! Hatta, kısa bir süre kendimi seninle ekin tarlalarının içinde, tabi ki el ele, birlikte yürürken düşledim: Her zamanki gibi ben sürekli konuşuyor, sende -her zaman olduğu gibi –derin suskunluk…Belki de söylemediklerimi, daha doğrusu senin işitmek istediğin, ama benim söyleyemediklerimi anlamaya/duymaya çalışıyordun. Ben de öylesine konuşuyordum zaten, aslında senin suskunluğunu dinliyordum.
Sevgili,
Neden büyük ovaların, hele de buğday ekilmiş ovaların içinden, yanından veya yakınından geçerken tam olarak tanımlayamadığım garip duygular uyanıyor bende. Güzel bir kadına, yüksek bir dağa, coşkun akan bir nehre veya sık ağaçlı bir ormana bakarken aldığım zevkten çok başka duygular uyanıyor bende. İçinde hayranlık, hüzün, ümit, güven, mistik, ezoterik ve hatta erotik gibi duyguların/hislerin bir karmaşasını kısa bir anda hem bedensel hem de ruhsal olarak yaşarım. Bunun nedeni nedir?
Sevgili,
Ben sana çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımdaki köyümden biraz söz edersem, belki beni birazcık da olsa anlarsın ve benim ekin tarlaları karşısındaki melankolik halimi anlayışla karşılarsın diye düşünüyorum. Ben ovada değil, sarp bozkırda, bir dağ köyünde doğdum. Benim doğduğum köyde bırakalım ovayı, doğru dürüst düzlük denecek bir yer bile yoktu. Köyün coğrafyası toprak değil, taş taşıyordu. Toprağın verimi, sözünü ettiğim Garzan Ovası’ndaki gibi bire yirmi değil (1 Kg tohum ekip 20 Kg ürün almak), en iyi bakımı yapılmış tarlada bile bire beşi geçmezdi.
Baharla birlikte hayırlı, bereketli yağmurları yağar, tarlalarda ekinler büyümeye, çayırlarda, otlaklarda otlar günden güne boyanmaya başlardı. Gelincikler, ayrık otları, süpürgelikler, at kuyrukları, kevenler, kekikler ve türlü türlü daha birçok ot kıvrım kıvrım büyür, çiçekler açarlardı; her taraf eflatun, sarı, kırmızı, mavi ve daha bir çok renkten dokunmuş bir halı gibi görünürdü gözüme. Kadınlar kızlar dağlardan, tarlalardan derdikleri ot, yonca, fiğ yükleri sırtlarında yollarda dizi dizi köyle doğru ağır ağır gelirlerdi. Derken gökten lav lav ateşler iner, ortalığı sarı sıcaklar sarardı ve ekin derimine başlanırdı. Dağ taş adam, her taraftan gelen insan sesleri, hayvan sesleri ve kuş sesleri birbirine karışır ve köyün ortasında kavga gürültü hiç eksik olmazdı. Bu gürültülere bahçelerde meyve ağaçlarının, dere kenarlarındaki selvilerin, söğütlerin dallarını kara bulut gibi kaplayan kargaların, saksağanların gürültüleri karışırdı. Akşam olmasını, güneşin batmasını istemezdim, üstelik yaz geceleri de bana sanki bir daha uyanamayacakmışım gibi çok uzun gelirdi.
Sevgili,
Şimdi bile zaman zaman, o zamanlar mutlu muydum? diye kendime soruyorum. İyi de mutluluk ne ki? O zamanlar ben de, her çocuk gibi, hayatta olmaktan başka bir şey yapamazdım. Yaşamak, hayatta olmak en büyük mutluluğumdu. Çünkü mutluluk, bilgi, kültür, uygarlık, politika, ideoloji, sanat, güzellik ve estetik anlayışı, moda, asortik giyim, vb kent kültürüyle ilintili kavramlar, yaşam biçimleri bilinmez şeylerdi benim için. Yani, yaşamımın anlamını, davranışlarımın nedenini göremiyordum, yine de her gün içim sevinçlerle dolardı, rahattım, huzurluydum. Fakat şimdi, “Hayatından hep memnun olabilmesi; üstelik yeni yeni mutluluklar bekleyebilmesi için, insanın az çok basit olması gerekir” diyen Dostoyevski’yi anlıyor gibiyim.
Sevgili,
Benim köyümde buğday her yıl Ağustos ayının 15’nden sonra orakla derilmeye başlanırdı.
Tüm tarlalar orakla derilir, tırpan kullanılmazdı ve bu iş 1.5-2 ay sürerdi. Ekinler genelde 15-50 yaş arasındaki erişkinler (genç evli kadınlar, gelinlik çağına gelmiş genç bekar kızlar, evli veya bekar erkekler) tarafından derilirdi. Ekin derenler sabahleyin erkenden, henüz güneş doğmadan ekin dermeye başlarlar, gün batıp yıldızlar doğana kadar sürerdi ve gece derdikleri tarlada yatarlardı. Ekin dermek, hem fiziksel güç gerektirdiği için, hem de kavurucu sıcak altında toz-toprak içinde yapıldığından ağır bir iştir. Hele tek başına derenler bir de yalnızlık duygusu altında ezilirler, güneşin batmasını dört gözle beklerler ki köye dönsünler. Yanında yoldaşı olanlar için gün daha iyi geçerdi. Özellikle yeni sevdalananlar veya gizli sevda çekenler, kocası gurbette olan yeni gelinler, sevdiği bir yakınını genç yaşta kaybetmiş olanlar ekin dererken -gurbet, genç ölümü, terk edilme, ihanet, yoksulluk üzerine olan- içli türküler söylerlerdi. Bu türkülere ağustos böceklerinin tüm bozkırı kaplayan koro halinde çıkardıkları sesler, kekliklerin sesleri, derilen ekinleri taşımak için getirilen eşeklerin zırlamları, atların kişnemeleri, kuzu güden çocuk çobanların bağırtıları, yeni doğum yapmış anaların beşiklerle yanlarına getirdikleri çağalarının ağlamaları karışırdı. Geceleri ise, çevredeki dağlarda yayılan koyun sürülerinden gelen cıngırık (çan) sesleri, çoban köpeklerinin karanlıkları yırtan güven veren kaba ve kesik kesik havlamaları, çobanların türkü ya da ıslık sesleri köyden uzak, karanlık yüksek platolarda yatan ekincilerin korkusunu dağıtır, onlara yalnız olmadıkları duygusunu verirdi.
Sevgili,
Sadece çocukluğa duyulan bir özlem mi, yoksa başka dürtüler de var mı benim duygularımda? Köyümde buğday her zaman Allah hariç bütün kutsalların, 4 kitabın bile, üstünde bir değere sahipti, yani “en “ kutsal oydu. Bunun nedeni, belki de verimi çok düşük platoda çok az üretilmesinden ve aile büyüklerimizin ya da köyün yaşlılarının “seferbirlik” sözcüğüyle 1853 Kırım Savaşı ile başlayıp Ağustos 1922 yılında Afyon Kocatepe’deki zafere kadar geçen yaklaşık 70 yıl süren sürekli savaş ve seferberlik dönemlerindeki açlık ve kıtlığın neden olduğu acıklı birey ya da aile hikayeleri anlatmaları, “Allah yokluğunu vermesin”, “kıtlık kötü şey”,” o günler gide de bir daha gelmeye”, vb sözlerini söylerken orada bulduğu bir ekmek parçasını veya bir buğday başağını ya da bir avuç buğdayı alarak öpüp anlına değdirmesi de genlerime işleyen bir kültür kalıntısı olarak beni etkiliyor olamaz mı? Bunlar benim geçmişe yönelik bireysel özlemlerim, heyecanlarım yani öznel nedenler. Asıl neden bence geleceğe yönelik ve ideolojik; içinde bir birey olduğum toplumun beslenmesine yani geleceğine yönelik güven duymam olsa gerek diye düşünüyorum. Tarım alanlarına inşaat yapanlara kesinlikle bu sebepten düşmanım.
Sevgili,
Sonuç olarak, senin ne doğduğum yerlerdeki ekin tarlaları, ne de o ekinleri derenlerle bir ilgin ve benzerliğin var. Sen onlardan hem fiziksel (fenotip) olarak, hem de eğitim, kültür, meslek, zevk, vb bakımlardan çok farklısın. O zaman, ben ne diye seninle buğday tarlasında el ele yürümeyi hayal ediyorum ve belki de bilinçaltımda böyle bir hayalin pratiğe geçmesini şiddetle istiyorum, arzuluyorum da, çocukluk arkadaşlarımdan birini, hani birlikte kuzu yaydığım, ekin tarlasında buğday dererken seyrettiğim, düğünlerde birlikte el ele omuz omuza halay çektiğim kızlardan birini düşlemiyorum? Neden !?
Aslına bakarsan sorun sende değil, bende. Her yıl köyüme gittiğimde ilkin çevreyi dolaşırım. Evleri, bahçeleri, tarlaları, dereleri, gölleri gezerim. Çocukluğumun oralarda geçmiş olması olanaksız gibi gelir bana. Çoğu kez, artık, kendimin kendim olmadığım duygusuna kapılırım. Ben ve O, ya da O ve Ben . O kim? Bir ben varım, bir de senin gördüğün ben var. Ne fark var arada? Herkesin içinde çok farklı biri vardır. Ama o gördüğünüz ‘ben’in içinde de farklı ‘ben’ler var. Kendi içimde senin gördüğünle benim için kendim farklı olabilir. Ayrıca, benim içimdeki şimdiki “ben” ile çocukluğumdaki “ben” arasında da kuşkusuz çok büyük farklılıklar vardır. Çünkü, insan yaşadığı sürede bilinçli ya da bilinçsiz olarak, ki buna “kader” deniliyor, gurbet, askerlik, okul süreci, sevdalanmak gibi birçok dönemeçlerden geçer ve bu dönemeçlerden bazıları geleceğimizi belirleyen nirengi taşları olur. İşte bu nirengi noktalarından geçtikten sonra geriye dönüp baktığında insan asıl kendisini arkada bırakır, dönemecin bu tarafında başka bir insan oluverir. Ancak, arkada bıraktığı "kendisi"nden kurtulmak o kadar kolay değildir; çünkü o yeni kimliğinin/kişiliğinin peşini bırakmaz. Her köşe döndükçe bir yeni benlik... Meslek sahibi olmuş, uzun yıllar büyük şehirlerde yaşamış, birkaç yüz kitap okumuş, kent kültürü edinmiş olanı en önde, ayaklarında kara lastik, sırtında ekmek torbası, elinde kuzuları hayladığı(yürüttüğü) değnek olan 8-9 yaşlarında bir çocuk olan kuzu çobanı en arkada... Art arda dizilmiş bir sıra insan... İşte bunların hepsi birden bir tek O. O, şimdi daha bilinçlidir ama bilinçli insan olmak da zordur, ağır sorumluluk yükler, çok yönlü düşünmeyi gerektirir, öğrendiğini daha doğru olanla değiştirme yükümlülüğünü taşır. En doğru bildiklerini eleştirmeye zorlar. Bildiklerini değiştirmeye açık tutarak bilinenlerin dondurulmasına izin vermez. Öte yandan, Albert Einstein’ın “gelenekleri parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur” sözü hemen her insan için geçerlidir. Ve işte bunun için de değişmek/dönüşmek çok zor ve çoğu kez acı verir.
Özet olarak:
Sevgili,
İşte benim için bu kadar anlamlı, bu kadar önemli olan bir manzara, yani Garzan Ovası, yani buğday tarlaları ile arama – hiçbir ilgin olmadığı halde - sadece sen girebiliyorsun, anla artık!…
Önce buğday tarlası içinde, sonra da “bir denizin kıyısında” yürümek …
Dr. Sadık Top(Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Yine sıradışı bir makale düşmüş bu sayfaya. İki ayrı ve çok farklı dünyanın (zaman dilimi) ve iki ayrı kimliğin bir araya gelmesi, kaynaşması ve belkiş de birbirini tamamlaması...
Sahi bu mümkün mü?
Fiziksel olarak değil belki; ama, düşsel olarak evet...
Bu müstesna makalenize eşlik ettim ve bütün metaforlarla çocukluğumun köyüne gittim.
Belleğimden henüz silinmemiş olan kokuları, sesleri, coğrafyayı ve renkleri; kısacası fotoğrfları bende yeniden hayata dönüştürdünüz, görselleştirdiniz. Kaybolmaya yüz tutmuş paslı dağarcığıma panzehir gibi geldi bu ayrıntılar...
Sanki tanımladığınız, analiz ettiğiniz benin geçmişimdi. Bu arada düşündüm de: nasıl bu denli bir benzerlik olabilir. Öylesine organık bir tasvir; öylesine sıcak duygularla hemhal, zengin bir dil ve fantastik bir yolculuk...
Sanat, kültürel birikimlerin, deneyimlerin, eğitimin ve bilimsel bir süzgeçten geçirilebilme yetisinin toplamıdır. Dün ile bugün arasında kurulan köprünün mimarisini incelemektir; gerektiğinde sorgulayabilmektır de.
İşte... bu eserde bize sunulan da budur kanımca.
Bu nedenle, çok müteşekkirim, sayın Top.
Fotğraf eklemeye gelince:
Ben de burada yeni sayılırım ve bu sıkıntıları yaşamış biriyim. İstediğim sonucu alamayınca, tümüyle vazgeçtim uğraçmaktan.
Yönetine başvurdunuz mu bilmiyorum; ama, onlar da pek ilgili değiller. Yardı ricasında bulunulduğunda, geri dönmüyorlar ve maalesef bir duyarsızlık hakim...
Ben türkçe terimleri pek bilmiyorum, bu nedenle iyi açıklayamayacağım:
ama önce sözkonusu fotoğrafı kopyalayıp boş bir sayfaya yükleyin. Aktarımı oradan yapmayı deneyin. Umarım olur!
Yeni yazılarda buluşmak dileğim ile,
Çok saygılar, selamlar, efendim.
bohun
Yine makalemi çok yüceltmişsiniz. Çok teşekkür ediyorum.
Grek bilgesi Heraklitos (MÖ 535? - 475) binlerce yıl önce ," Aynı nehirde iki defa yıkanamazsın. Nehir suyu taşır, zaman da seni taşır. Artık ne nehir aynı nehirdir ne de sen aynı sensindir," demiş ve bu söz zamanla " Diyaletik Materyalizm Felsefesi" nin temeli olmuş. Bu sözün özü: Her şey değişir. Ama, düşünebilen bir insan için mazi(geçmiş) her zaman vardır. (Bu bayramda köyüme gideceğim, selvi-kavak ağaçları dikeceğim ve çalışırken,- ilk gençlik yıllarımda-köyümüzün çobanı söylerken ilk kez duyduğum, " selvi kavak olayım dalım olmasın, o yar benim olsun da malım olmasın," türküsünü söyleyeceğim.)
Bu yorumda kurduğunuz her cümle benim için çok değerli, tekrar teşekkür ediyorum
Selamlarımı, saygılarımı gönderiyorum.
Dr. S. Top
Tüya
Mutlu etti beni güzel ve öğretici düşünceleriniz.
Evet, diyalektik varlığımızın, yaşamın kriptosudur...
Ve bahçenizinden hiç eksilmesin selvilerin, kavakların yeşili.
Çokça saygı ve selamlar olsun.
Ne yazık ki, yazılarımı resimlerle, fotoğraflarla süslememe site yönetimi izin vermiyor ve nedenini de açıklamıyor. Çok üzülüyorum.
Örneğin, bu yazıda derim zamanı gelen bir buğday tarlası fotoğrafı ile orakla ekin deren kadınların İnternetten aldığım fotoğraflarını yüklediğim halde, görüntü engellendi.
bohun tarafından 4.4.2023 11:53:46 zamanında düzenlenmiştir.