Problemin kaynağını kendimizde aramalıyız
Ne hazindir ki, son asırlarda, İslam dünyasında acı, gözyaşı ve kan hiç eksik olmadı. Tarihte de Moğol istilası, Endülüs yıkımı vb. durumlar yaşanmıştı. Ancak bu sefer durum farklı .
Çünkü Müslümanların içerisinde yaşadığı siyasi, ekonomik ve kültürel krizler, tedavisi zor yaralar açmıştır. Müslüman ülkelerde son dönemlerde yaşanan etnik ve mezhep çatışmaları vicdanımızı sızlatmaya devam etmektedir.
Sistematik İslam karşıtlığı ise kendi iç tutarsızlığını görmek durumundadır. Doğu-Batı çatışması çıkarmak isteyenlerin, medeniyetler, dinler ve kültürler arasında çatışma bekleyenlerin, ırkçılığın, ayrımcılığın, ötekileştirmenin, asimilasyon, izolasyon ve entegrasyon politikalarının esasında insanlık adına bir yığın kusuru mündemiç olduğunu görmemiz gerekmektedir.
Görmenin yolu ilim ve hikmetten geçmektedir. Esasında Müslümanlar olarak bu konuda da örneklik teşkil etmek vazifelerimiz arasındadır.
Çünkü İslam ilim ve irfan yoludur. Erdem ve fazilettir. Hak ve hukuk duyarlılığıdır. Sahih bilgiye dayalı eylemdir. Her türlü aşırılıktan uzak kalarak orta yolu tutmaktır.
Sevgili Peygamberimiz’in çağlar üstü örnekliğidir. Kısacası İslami çizginin dışına çıkmadan, sünnet-i seniyyeye bağlı, çağı anlayan, erdeme dayalı Müslümanlığa her zaman olduğu kadar bugün de muhtacız.
Son yıllarda tüm dünyada yaygınlaşarak küresel bir olgu hâline gelen İslam ve Müslümanlar aleyhine sergilenen hakaret ve tahrik içerikli tutum ve davranışlar büyük bir kriz dalgası oluşturmuş gözükmektedir
İslamofobi olarak adlandırılan bu durum, her ne kadar kökenleri çok önceye uzansa da 11 Eylül 2001 sonrası gerek Amerika Birleşik Devletleri gerekse Kıta Avrupasında büyük bir yaygınlık kazanmıştır
Batı dünyasında İslam karşıtlığı yeni bir fenomen değildir. Ortaçağda Hristiyanlık ve Kilise, İslam’ın son din olarak ortaya çıkışını anlamakta zorlanmış, Hz. Muhammed’i ve onun getirdiği dini “sahte” ilan etmiştir.
Batı’nın İslam’a karşı olan bu önyargı, dışlama ve düşmanlığını bu iki medeniyetin ilk karşılaşmalarına kadar geri götürebiliriz.
Avrupa’nın İslam’la tanışması oldukça eskiye, Tarık b. Ziyad’ın ordularının 711 senesinde İspanya kıyılarına ulaşmasına kadar dayanır.
Endülüs Emevilerinin yaklaşık 800 yıl, Fransa’nın güneyindeki Poitiers şehrine kadar tüm İspanya ve Portekiz’in büyük bir kısmını yönetimleri altında tutmalarına rağmen günümüzde Avrupa ve İslam’ın bir araya gelmesi hep kuşkuyla yaklaşılan bir konu olmuştur.
Bugün İslam, Avrupa’da en hızlı büyüyen dinlerden birisidir ve hatta bazı kaynaklara göre inanan sayısı bakımından Avrupa’nın ikinci büyük dini hâline gelmiştir.
Avrupalı zihin pek çok sebepten dolayı İslam’a karşı bir tavır geliştirmiştir. Bu negatif tavrın sebepleri arasında Hristiyanlık ve onun İslam’ı kendisine rakip görmesi yani İslamiyet’in doğuşundan bugüne dek süren bir rekabet söz konusudur.
Müslümanların temel problemlerinden biride tefrika, diğeri cehalet, bir başkası da geri kalmışlıktır.
Şu hâlde kurtuluş, tefrikaya karşı birlik ve beraberlik, cehalete karşı ilim ve irfan, geri kalmışlığa karşı da elden gelen her türlü çabanın ortaya konmasıdır.
“Dini inkâr edenler birbirlerine sahip çıkarlar. Eğer siz birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada fitne kopar, müthiş bir bozulma ve fesat ortaya çıkar.” insan faktörüne dikkat çekildiği görülür.
Diğer bir ifadeyle toplumların kaderi, maddi faktörlerle ilgili değil, insanın manevi duruşu ve yönelişleri ile irtibatlı olarak değerlendirilir.
Bu açıdan Kur’an’da eleştiri oklarının insanın kendisine yöneltildiği görülür.
Sorumluluğun başkalarında değil, kendisinde olduğu tekrarlanır. Böylece nefsini sorgulaması, yaşadığı musibetlere ve olumsuzluklara karşı tavır alması ondan istenir.
İnsanın başına hangi kötülük gelirse, bunu kendisinden bilmesi gerektiği (Nisa, 4/79.), Allah’ın hiç kimseye asla zulüm etmeyeceği, ancak insanların kendi kendilerine zulüm edeceği belirtilir. (Yunus, 10/44.)
Yine insanın tekâmül yolunda kendisini özeleştiriye tabi tutması övülür. Nitekim Kıyamet suresinin girişinde kusurlarından dolayı kendini kınayan nefse yemin edilir. (Kıyame, 75/2.)
Bütün bunlar, her Müslüman bireyin üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Problemin kaynağını başka yerlerde değil, kendimizde aramalıyız.
Nitekim şu ilahî beyan bizlere bunu hatırlatmıyor mu? “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, kendinizi düzletin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide, 5/105.) Yine şu ayette manevi değerler istikametinde bir değişimin yaşanması gerekliliği ortaya konur:
“Gerçek şu ki, bir toplum(u meydana getiren insanlar) kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe, Allah o topluma karşı olan muamelesini değiştirmez.” (Ra’d, 13/11.)
Görüldüğü gibi Allah Teala’nın bir topluluğa olan tavrı, lütuf ve ihsanı, o topluluğun fert fert kendi iç dünyasında olanı değiştirmesine bağlıdır.
O bakımdan dönüşüme ve yozlaşmaya değil, ilahî buyruklar çerçevesinde özden bir değişime ihtiyacımız olduğu muhakkaktır.
Sorumluluğu, çoğunlukla yaptığımız gibi, başkalarına yüklemek, kendimizi aldatmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu bakımdan hangi konum ve seviyede bulunursa bulunsun, her Müslüman’a görev düşmektedir.
Hiçbir kimsenin kendi durumunu hafife alıp sorumluluğu başkalarına atması doğru değildir.
Şu sorular, bundan yüzyıl önce olduğu gibi bugün de cevabı aranan sorulardır. İslam alemi, kendi içinde yaşadığı bu kaos ve kargaşadan ne zaman kurtulacaktır?
Hak-hukuk, adalet ve fazilette insanlığa rehberlik yapma sorumluluğunu ne zaman üstlenecektir?
Bugün İslam dünyası, maalesef, geçmişteki başarılarla övünmenin ötesine geçememekte; bilim, sanat ve teknolojide çağdaş dünyanın kendine yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir.
Yetişen nesiller, ne yazık ki, kendi kökünden kopuk; bize yabancı dünyaların, moda akımların taklitçisi olmaya devam etmektedirler.
Bizden olanı hafife alan, hariçten gelene hayranlık duyan ruh hâli, düşünce ve yaşantılara yön vermektedir. Kendi kültür ve geleneğinden habersiz yetişen genç kuşaklar, çareyi yabancı ideoloji ve felsefi cereyanlarda aramaktadır.
Toplumsal hayatın her kesiminde insanlar arasındaki bağlar zayıflamakta, ancak bağımlılıklar gittikçe artmaktadır. Yaratıcısı ile rabıtası olmayan kuşaklar, kendilerini teskin edip rahatlatmak için kumar, içki, uyuşturucu vb. birçok alışkanlığın tuzağına düşmektedirler.
Ailede, sporda, işyerinde, sokakta kısaca hayatın her alanında şiddet gittikçe yaygınlaşmaktadır. Şefkat ve rahmet peygamberinin ümmeti, nasıl da şiddet ve acımasızlığın pençesine bu denli kendisini kaptırmıştır?
Diğer taraftan ibadetler çoğunlukla ihmal edilir olmuş, ticari hayatta helal-haram bilinci zayıflamıştır.
Yine edep, hayâ ve iffet duyguları yerini şeytani ve nefsani arzulara bırakmıştır. Toplumların ilerlemesi veya geri kalmasında sosyal, ekonomik, politik ve askeri faktörlerden, iç ve dış nedenlerden bahsetmek mümkündür.
“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde fitne ve fesat ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 30/41.)
Bugün sosyal ve siyasi bir kaos yaşanıyorsa, şu ayetin beyanıyla bunun en temel sebebi, Müslümanlar arasında velayetin, dayanışma ve yardımlaşmanın, birlik ve beraberliğin bulunmamasıdır:
Ferden ferda her müminin elinden geleni yerine getirmesi gerekir. Zaten insan olarak, şu ayette beyan edildiği gibi, bundan sorumlu değil miyiz?:
“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü tutar.” (Bakara, 2/286.)
Eğer Müslümanlar arasında sosyal, siyasi bir kaos varsa, fitne ve fesat yaygınlaşmışsa, bunun sebebini sadece sömürgeci emelleri olan ülkelere bağlamak doğru değildir.
Aksi bir durum, sorumluluktan sıyrılmaya çalışmak ve kolaycılığa kaçmak olacaktır. Üstelik bu, şu ayette vurgulandığı gibi, beşerî sorumluluğu da göz ardı etmek anlamına gelecektir:
“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde fitne ve fesat ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rum, 30/41.)
Görüldüğü gibi, insanın ilahî buyrukları ciddiye almaması, bir ceza olarak gerek sosyal hayatta gerekse doğal ve ekolojik dengede fitne ve fesadın, yozlaşma ve bozulmanın ortaya çıkmasıyla yine kendisine dönmektedir.
Üstelik bu yozlaşma ve fesat, sadece zulmeden, hak ve adaletten sapanlara mahsus da kalmamakta; aksine olumsuz gidişata ses çıkarmayan, ona engel olmaya çalışmayanları da kapsayacak bir hâle gelmektedir. (Enfal, 8/25.)
Bugün sosyal ve siyasi bir kaos yaşanıyorsa, şu ayetin beyanıyla bunun en temel sebebi, Müslümanlar arasında velayetin, dayanışma ve yardımlaşmanın, birlik ve beraberliğin bulunmamasıdır:
“Dini inkâr edenler birbirlerine sahip çıkarlar. Eğer siz birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada fitne kopar, müthiş bir bozulma ve fesat ortaya çıkar.” (Enfal, 8/73.)
Samimi müslüman, Allah’ın nuru ile bakar her şeye ve o nur ile aydınlatır çevresini. (Tirmizi, Tefsir, 15.)
Onlar bu ferasetleriyle, her insanda potansiyel olarak mutlak var olan sevgi duygusunu, Allah’ı ve O’nun sevdiklerini sevmeye; hırs ve inadı, kullukta sürekliliğe; makam-mevki sevdasını da, en seçkin kullarla birlikte cennetin zirvelerinde yer edinmeye yönlendirirler.
İnsanları her türlü tehlikelerden korumak için kendi canını hiçe sayabilen ana yüreği kadar büyüktür müslümanın kalbi.
O kadar kocamandır ki, ‘Yaratandan ötürü bütün yaratılmışlara’ yer vardır orada. Müslüman, Hz. Peygamber’in şefkat ve merhamet pınarlarından kana kana içtiği için, ateşe düşmek üzere olan pervaneleri korur gibi ateşten ve yanmaktan korumaya çalışır insanları. (Müslim, Fedail, 19.)
Müslüman , okunan ezanın sesini işiten bütün bir mahallenin gençlerini ve çocuklarını cehalete, yobazlığa, yoksulluğa, şiddete ve uyuşturucu başta olmak üzere kötü yollara kaptırmamak için canhıraş bir çaba ve telaş içerisindedir.
Şefkat peygamberinin (s.a.s.) “Bir mahallede bir kişi aç kalırsa, o mahalle halkı Allah’ın korumasından çıkar.” (İbn Hanbel , II, 33.) uyarısını bildiğinden müslüman, hizmetçisi olduğu camisinin yakınlarında yankılanan her âh’ın ve çığlığın acısını yüreğinde hisseder.
Yalnızca midelerin değil, gönüllerin açlığı ve susuzluğu da müslümandan sorulur.
Selam olsun böylesi bir ruh formasyonuyla soylu bir hizmeti yürüten müslümanlara , din gönüllülerine.
İlyas Kaplan
28.03.2023