Pütge-Çayören'in Tarihine ve Kültürüne Katkı-1
Pütge-Çayören’de Doğaüstü Varlıklar ile İlgili Anlatılar Üzerine Bir Deneme
(Cinler -Periler, Hıbılık, Albastı, Hayalet, vb )
Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi ve manevi değerlerinin tümüdür. Bu yazıda Pütge-Çayören’nin maddi (somut) değerlerinden değil, maddesel olarak var olmayan, ancak kolektif hafızada varolan; bizden önceki nesillerin (atalarımızın) ailemizdeki, köyümüzdeki büyüklerimize anlattığı/ aktardığı, onların da bu anlatıları ve/veya kendilerinin de tanık oldukları çocukluğumuzda/gençliğimizde bizlere söylediği/anlattığı “gaiplerden olanlar: görünmez bir âlemde olanlar)”, ecünnü-cücünnü “(cinler-periler)”, “hıbılık” (kâbus), “ağırlık çökmesi”, “hortlak”, “hayalet” gibi “soyut varlık“lardan söz edeceğim.
Pütge-Çayören’de doğaüstü (yaşadığımız dünyanın dışında) varlıklar hakkındaki hikayeler hem ailemizdeki büyüklerimiz, hem de köyümüzdeki bazı yaşlılar/ihtiyarlar – seslerine bir yumuşaklık, derin bir saygıyla karışık ürperti ve gizem vererek-, hayatta olan veya ölmüş olan bazı köylülerimizi de tanık olarak göstererek -gerçek olguları anlatıyormuş gibi anlatırlardı. Hatta bazı köylülerimiz bu türden olguları bizatihi yaşadıklarını anlatırlardı. Herkese her zaman görünmeyen, bazı kişilere bazı zamanlarda görünen; olağanüstü özellikler taşıyan, gizli güçlere sahip oldukları düşünülen fakat ne olduğu bilinmeyen bu varlıkların yoğun olarak yaşadıklarına inanılan yerlere (örneğin: Adamgorhudan, Geçütağzı, Adanındere, Gatırlı, Akgaya, Gürüzündere, Cıngorlu, vb) gündüz bile yalnız gitmekten korkulduğu gibi, geceleri 3-5 kişiden oluşan bir grup oralara gitmekten çekinirlerdi. Doğum yapan kadınları “albastı” adındaki gizemli varlığın gözetlediği, kadın yalnız kalırsa onu öldüreceğine inanıldığı için doğum yapan kadınlar yalnız bırakılmazdı. Bunun gibi, köyde "divana","saf" olarak nitelenen bazı kişilerin gerçekte tabiat ötesi (metafizik) güçlerin (Gaipten olanlar: Görünmez bir âlemde olanlar) korumasında olduklarına ve bu nedenle bunların sihirli güçleri olduğuna inanılırdı. Bunların metafizik dünyadaki (normal hayatın dışında olan) kişilerle sürekli iletişim halinde oldukları; zaman zaman onlarla Gatırlı’da buluşarak Cem yürütüp semah döndükleri, aç kaldıklarında hemen yanıbaşlarına taze-sıcak yufka ekmeği ile helva konulduğu –yaşayan görgü şahitleri gösterilerek-ileri sürülürdü. Böyle insanların öldükten sonra da köyün değişik yerlerinde bazılarına göründükleri yine yaşayan canlı tanıklar tarafından günümüzde de söylenir. Bu tür insanlara da “Bu, boş değil” ya da “Bu adam ermiş”,vb denilerek iyi davranılırdı, en azından onlara kötü davranılmazdı. Şimdi hayatta olmayan Pütgelilerin çoğu, bugün 60-70 yaşında ya da daha yaşlı olan Çayörenlilerin de bazıları, söz konusu bu tür esrarengiz olayların kendi başlarından da geçtiğini, çoğu da akrabalarından ya da tanık olanlardan dinlediklerini söylemişlerdir.
Pütgelilerin tanık oldukları ya da tanık olanlardan dinledikleri bu metafizik hikayelerin gerçekle bir ilintisi olabilir mi ? Yani, her zaman her yerde ve herkese görünmeyen, ancak bazı yerlerde bazı durumlarda, özellikle geceleri bazı kişilere görünenler duyusal/maddesel bir varlık olabilirler mi ? Yani, bunlar gerçekten içinde yaşadığımız dünyada varlar mı, yoksa insanın o andaki algılama yanılgısı mıdır ? Ya da bu tür hikayeler başka kültürlerden Pütgelilere aktarılan mitolojik kalıntılar mıdır? Pütgeliler etnik olarak Sami halklardan (İbrani, Arap, Kürt) ve Perslerden olmasalar da bu halkların -başta inanç ritüelleri olmak üzere- kültürlerinden çok etkilenmişlerdir. Örneğin, İran’ın doğusunda Horasan bölgesinde Abbasiler döneminde İslam’ın Batıni (iç gerçekle ilgili, gizli olan) yorumuyla tanışmışlar ve bu yorumu içselleştirmişler, başta Anadolu olmak üzere gittikleri/göçtükleri/sürüldükleri bölgelere/memleketlere de götürmüşler ve oralarda da yaşatmışlardır. Ayrıca, Pütge -Çayörenlilerin hürmet ettikleri, adlarını erkek çocuklarına verdikleri bütün peygamberler Sami halklardan, özellikle İbrani ırkından çıkmıştır: Örneğin: Abraham (İbrahim), Süleyman, Davut, Yakub, İsmail, Yusuf, vb). Sami kültürde Allah’ın emri “vahy” , “melek” , “şeytan”, “cin” kavramları var; melekler Tanrı Rab (Allah)’dan peygamber, evliya, şeyh, dede, vb mistik kişiliklere (ermişlere) haber getirip-götürürler. Şeytanlar insanın aklını çeler; doğru yoldan saptırır. Bu sanal (gerçekte var olmayan, ancak zihinde tasarlanan) varlıklar maddesel olarak insana benzemezler.(Bakınız: Tevrat-İncil-Kuran). Oysa, Grek (Eski Yunan) kültüründe gerek tanrılar, gerekse tanrıların kendi aralarında ve tanrılarla insanlar arasında haber getirip-götürenler dünyamızdaki varlıklara (insan, at, köpek, deniz, vb) benzerler. (Bakınız: Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları). Buna göre, tabiat üstü varlıklar hem Doğu hem Batı kültürlerinin inanç alanında vardır.
Türk Halkbilimindeki sözlü anlatımlar içinde çeşitli adlar (Congolos, Kara-kura, Karakorşak, Kamos, Ecinni, Cin, Peri, vb) ile bu varlıklardan söz edilir. Kısacası, hem kendi kadim inancından, hem Sami ve hem de Batı kültüründen kalıtılan bu metafizik varlıklarla ilgili hikayeler Pütge-Çayören’de karışarak yaşamın içine girmişlerdir.
Söz konusu bu varlıklar ve olgular neden herkese görünmezler de, bazı insanlara görünürler ?
Burada ışık ile ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra kendisi de bir epilepsi (sara) hastası olan ve yazdığı romanlarda yarattığı bütün kahramanları sara hastası olan Rus Yazarı Mihayil Fyedoroviç Dostoyevski(1821-1881)’nin romanlarındaki bazı diyalogları buraya alacağım. Sonra da saygın bir teorik fizikçi olan Stephen William Hawking (1942-2018)’in “ Zamanın Kısa Tarihi” adlı eserinden çok kısa söz edeceğim.
Işık ve Görüntü
Gözümüzün bir varlığı (nesneyi) görebilmesi için ışığa ihtiyaç vardır. Karanlık ortamlarda görme olayı gerçekleşmez. Çünkü, görme olayının gerçekleşmesi için ortamdaki ışığın çevremizdeki nesnelerden (cisimlerden) yansıyıp gözümüze ulaşması gerekir. Başka bir söylemle, bir cismin (varlığın) görünür olabilmesi yansıttığı ışığın gözümüze gelmesi ile gerçekleşir. Işık, güneş’ten, ay’dan, aydınlatma araçlarından vb. yayılan, nesneleri ve renkleri görmeyi sağlayan fiziksel bir enerji, bir güçtür. Işık, uzayda “ışık dalgaları“ halinde yayılır, bu dalgaların boyu(dalga boyu) nanometre (nm) olarak ölçülür; 1 nanometre 1 metrenin milyarda biridir. Bir ışık demeti(spektrum, tayf) çeşitli renkler ve birbirinden farklı dalga boylarındaki ışınlardan oluşur; bazı yağmurlu havalardan sonra gökyüzünde oluşan bu spektruma ulusal kültürümüzde “gök kuşağı” denir, ama yerel kültürümüzün yaşandığı yıllarda Pütge-Çayören’de “nur” denirdi. Sinir sisteminde ve göz hücrelerinde herhangi bir sorun olmayan sağlıklı bir insan çıplak göz ile dalga boyu 400-700 nanometre arasındaki ışınları görür ve dalga boyu bu aralığın altında ve üstünde olan ışınlar birtakım özel cihazlar (fotometre, codycross, spektrofotometre, spektroflorometre, vb) ile görebilir. Özetle, sağlıklı bir insan ışık olmadan hiç bir varlığı göremez, görme sorunu olmayan bir insan da ancak, ışığın belli bir demetinin(400-700 nm) aydınlattığı varlıkları görebilir, bu demetin dışındaki ışınların aydınlattığı varlıkları göremez. Normal insanın göremediği ama 400-700 nm’den daha düşük ya da daha yüksek dalga boyundaki ışınların aydınlattığı varlıkları bazı insanlar görebiliyor mu? Ya da görüntüyü algılayan sinir sistemi hücrelerinde herhangi bir dejenerasyon (bozukluk) olanlar mı sağlıklı insanlara görünmeyen bu metafizik varlıkları görebiliyor ?
Sara Hastalığı ve Cinler(Hortlak, Ecinni)
Dünya edebiyatında önemli bir yeri olan Rus Yazarı Mihayil Fyedoroviç Dostoyevski (1821-1881) epilepsi (sara) hastasıdır. Dostoyevski’nin yazdığı romanlarda yarattığı kahramanlarının çoğu, belki de hepsi, epilepsi hastasıdır. Aslında, edebiyat alanında bazı yazarlar yaşamlarını doğrudan anlatmazlar, yazdıkları romanlar, hikayelerde yarattıkları kahramanlara kendilerini anlattırırlar ve bu durumun en çok Dostoyevski’de görüldüğü; roman kahramanlarının fiziksel ve ruhsal durumalarını, düşüncelerini, birbiriyle olan ilişkilerini, vb özelliklerini tanımlarken aslında, kendisinin nöbet öncesi, nöbet anı ve nöbet sonrası duyumsamlarını, algılarını, bellek sorunlarını, bedensel ve ruhsal travmalarını yansıttığı edebiyat eleştirmenleri tarafından ileri sürülmüştür. Hatta, kendisinin yaşadığı nöbet öncesi, nöbet anı ve nöbet sonrası evrelerini anlattığı notları bugün bile epilepsi hastalığının tedavisinde ve izlenmesinde yol gösterici olduğu da iddia edilmiştir. Dostoyevski’nin bugüne kadar 13 kitabını okudum ve bu kitaplardan sara hastalığı ile ilintili bir derleme yaptım. www.edebiyatdefteri.com/130668-epilepsi-sara-hastaligi-ve-dostoyevski-nin-roman-kahramanlari/
Dostoyevski’nin yazdığı kitaplardan birinin adı: Ecinniler’dir. Bu kitap, dünya edebiyat eleştirmenleri tarafından bugüne kadar yazılmış en derin siyasal roman olarak kabul ediliyor. Dostoyevski’nin “Ecinniler”, “Karamazov Kardeşler”, “Budala”, “Suç ve Ceza”, “Ezilenler”, “Yer Altından Notlar”, “Golyadkin(Öteki Ben)” ve diğer kitaplarında kahramanların çoğu cinlerle, hayaletlerle, hortlaklarla konuşur. Burada sadece “Suç ve Ceza” adlı ölümsüz eserinin başkahramanlarından ve ikisi de epilepsi hastası olan düşünsel, ruhsal ve bedensel acılar içinde örselenen Raskolnikov ile nefret ettiği Sividrigaylov’un “hortlaklar” konusundaki sohbetini alıntılayacağım:
(Raskolnikov, kızkardeşiyle evlenmek isteyen Sividrigaylov’u ziyaret eder. Sividrigaylov, bir yıl önce ölen karısının kendisini ziyarete geldiğini ve sohbet ettiklerini söyler.)
Sividrigaylov: Aklıma gelmişken sorayım: Siz hortlaklara, hayaletlere inanır mısınız?
Raskolnikov: Hangi hortlaklara?
S: Hangilerine olacak, basbayağı hortlaklara işte!..
R: Ya siz inanıyor musunuz?
S: Evet, belki de hayır. Yani inanırım ama pek de o kadar değil!
R: Bunların size göründüğü oluyor mu?
Sividrigaylov tuhaf bir bakışla onu süzdü ve tuhaf bir gülümseyişle:
S: (Bir yıl önce ölen) -karım-Marfa Petrovna ara sıra ziyaret etmek lütfunda bulunuyor! diye fısıldadı.
R: Ne demek ziyaret etmek lütfunda bulunuyor?
S: Şimdiye kadar üç sefer geldi. Birinci seferinde onu, Marfa Petrovna’nın cenazesini gömdüğümüz gün, mezardan döndükten bir saat sonra görmüştüm. Buraya hareketimin arifesinde idi. İkinci sefer, önceki gün. Yolda, şafak vakti. Malayavişere istasyonunda gördüm. Üçüncüsünde ise, iki saat önce, oturduğum odada gördüm, yalnızdım.
R: Uyanık mı idiniz?
S: Tamamıyla. Her üç seferinde de uyanıktım. Geliyor, bir dakika kadar konuştuktan sonra, kapıdan çıkıp gidiyor. Her seferide kapıdan girer. Adeta yürüdüğünü duyar gibi oluyorum.
– /.../
Raskolnikov canı sıkılmış bir eda ile:
R: Bütün bunlar saçma şeyler, diye bağırdı. Marfa Petrovna geldiği zaman size neler söylüyor?
S: Birinci seferinde geldiği zaman, ben çok yorgundum. Marfa Petrovna’nın cenaze töreni, ruhun rahatlığı için okunan dualar, yas sofrası falan beni iyice yormuştu. Nihayet çalışma odamda yalnız kalmış, bir sigara tellendirmiştim. Karmakarışık şeyler düşünüyordum. Birdenbire Marfa Petrovna kapıdan girdi:
“Arkadi İvanoviç, bugünkü telaşınız arasında yemek odasındaki saati kurmayı unutmuşsunuz!” dedi. Gerçekten de, o saati yedi yıldır her hafta hep ben kurardım. Unuttuğum zamanlarda da, her seferinde, bunu bana o hatırlatırdı. Ertesi gün de, buraya gelmek üzere yola çıkmıştım. Sabaha karşı istasyonda indim, gece biraz kestirmiştim, vücudum kırılıyordu. Gözlerim hâlâ mahmurdu. Bir kahve getirttim. Birdenbire ne göreyim: Marfa Petrovna, elinde bir deste oyun kâğıdı ile gelip yanıma oturdu: “Arkadi İvanoviç, yolculuğunuzun nasıl geçeceğini, falınıza bakıp söyleyeyim mi?” diye sordu. Karım (Marfa Petrovna), fal bakmakta pek usta idi. Falıma baktırmadığım için kendimi hiç affetmeyeceğim! Korkup kaçtım. Gerçi o sırada, kampana da çalmıştı ya!. Bugün de, ahçı dükkânından getirttiğim berbat bir yemekle midem ağırlaşmış bir halde oturmuş sigara içiyordum. Ansızın yine, karım Marfa Petrovna içeri girdi. Sırtında, yeşil ipekli kumaştan yapılmış, uzun etekli yeni ve çok şık bir tuvalet vardı: “Günaydın Arkadi İvanoviç” dedi. “Elbisemi beğendiniz mi? Aniska böylesini dikemez.” (Aniska bizim köyde oturan Moskova atölyelerinde çıraklık etmiş eski toprak kölelerinden pek cici bir terzi kızdı) Karım(Marfa Petrovna), karşımda durmuş, fırıl fırıl, dönüyordu. Önce tuvaletini gözden geçirdim, sonra da dikkatle yüzüne bakarak: “Marfa Petrovna, böyle incir çekirdeği doldurmayan şeyler için bana kadar gelmenin, rahatsız olmanın ne gereği vardı?” dedim. “Ah aman Yarabbi, demek artık seni rahatsız etmek de olmayacak!” diye karşılık verdi. Ona biraz takılmak için: “Marfa Petrovna,” dedim, “ben evlenmek istiyorum.” “Bu sizin bileceğiniz şey Arkadi İvanoviç” dedi, “ama karınız ölür ölmez hemen evlenmeye kalkışmanız size şeref vermez! Bari iyi birini seçseydiniz! Yoksa sen biliyorsun, bu ne ona ne de sana mutluluk getirir, sadece kendinizi elaleme güldürmüş olacaksınız!” Karım bunları söyledikten sonra çıkıp gitti. Adeta eteğinin hışırtısını duyar gibi olmuştum. Pek saçma bir şey değil mi?
R: Bir doktora başvursanıza!..
S: Doğrusunu isterseniz ne olduğunu bilmemekle birlikte, siz söylemeden de hasta olduğumu biliyorum. Bana kalırsa, herhalde sizden beş kat daha, sağlıklıyım. Ben size, hortlakların göründüklerine inanıp inanmadığınızı sormuştum.
Raskolnikov, hatta biraz da öfkeyle:
R: Hayır, asla inanmıyorum, diye bağırdı.
Sividrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı:
S: Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: “Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir.” Zaten işin mantığa sığar yanı da yok!.. Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini ispat eder, yoksa onların hiç olmadıklarını değil!..
Sividrigaylov, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözlerini sürdürdü:
S: Demek yok ha?.. Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşünemez misiniz (Siz de bana yardım edin):”Hayaletler hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesapça da yaradılış yasaları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama, bu sağlıklı adam biraz hastalanıverince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverince, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olabilir bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de o ölçüde artar. Böylece insan, öldüğü zaman doğrudan doğruya öteki dünyaya göçer!” Ben bu nokta üzerinde çoktandır düşünüp duruyorum. Eğer siz de öteki dünyaya inanıyorsanız, bu düşüncelere inanabilirsiniz! (Dostoyevski: Suç ve Ceza, II. Cilt, s:16-17. İş Bankası Yayınları). “
Suç ve Ceza” adlı kitapta bu paragrafı okuduğumda, aniden köyümüzde Sato(Cebel)’yu hatırladım. O’nun davranışlarını, kendi kendine konuşmasını, şapkasını yere vurarak, bazen de ayağını yere seri halinde hızlıca vurarak birilerini cezalandırmasını, bağırmasını, küfür etmesini, bazen de kendi kendine gülmesini gözümde canlandırdım. Çayören’de, ezelden beri Cebel gibi davranışlarda olan başka insanların da olduğu ihtiyarlar tarafından anlatılırdı. Örneğin, sağlığı hakkında sadece görme fonksiyonunun olmadığı (kör olduğu) söylenen, bunun dışında herhangi bir rahatsızlığı olup olmadığı bilinmeyen, ama arada sırada gözlerden ırak olduğu (birkaç gün kaybolup tekrar evine geldiği) anlatılan Gozogili’in Haydar’ın görünmeyen insanlarla (gaipten olanlar) herkese görünmeyen yerlerde Cem törenine katılıp Semah döndüğü hemen herkes tarafından anlatılırdı. Yine, Eci’nin herkese görünmeyen varlıklarla konuştuğu, bir sineğe ölen ağbeyini sorduğu yakın tarihimizde anlatılan hikayelerdendir. Eci, gerçekten sinekle mi konuşuyordu, yoksa başkalarına sinek olarak görünen O’na insan olarak mı görünüyordu? Gögüş ile birlikte davar yayan çoban arkadaşı, sabah uyandıklarında başyanlarında görünmeyen biri tarafından getirilip bırakılan “sıcak yufka ile helva” olduğunu gördüğünü ve yediklerini söylemiştir. Yine, Gögüş ile sığır yayan bir başka çoban arkadaşı, Gögüş’ün Cebel’i Adamgorhudan’da Cem ayininde en başta oturduğunu ve semah dönerken gördüğünü söylemiştir. Babam Gacceygarip, henüz 8-9 yaşlarındayken köyün danasını (yaşlı sığırlar, eşekler, sakat hayvanlar, vb) yayarken Garoughlarda ecinnilerin davul-zurna çalarak düğün ettiklerini ve onları gördüğünü evimizde birkaç kez söylemişti. Pütge-Çayören’de bunlara benzer onlarca, belki yüzlerce bu türden olay ve insandan söz edilebilir.
Asya Bozkırlarında Göçebe Yaşam-Şamanizm: Uzak Geçmiş
Pütge-Çayörenlilerin kadim (başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan) inançlarında tüm doğanın canlı ve doğadaki her nesnenin de bir ruhu olduğuna inanılır. Bazı yerlerin, örneğin bazı büyük dağların(Düşek, Eyerli), bazı ulu ağaçların (Araplı’nın Alma, Gıblarducu, Gatırlı’nın Alma) ya da bazı pınarların(Gıcılayan, Çatalpuar, Hengemenin puar), derelerin (Adam gorhudan) de koruyucu ruhu olduğuna inanılırdı. Bu koruyucu ruhlar, herkese gözükmez, ancak, “Ermiş :Sır’a ulaşmış; Tanrı katına çıkmış” kişilere görünürler. Pütge-Çayören halkının bu inancı Sami ya da Grek inanç biçimlerinden çok Şamanlık inacına benziyor. Çünkü, Şamanizm (Şamanlık) inancına göre tüm doğa canlıdır, başka bir söylemle doğa ruhlarla doludur. Şamanlık, dünyanın bütün göçebe ve yarı-göçebe alt kültürlerindeki inanç ve düşünce sistemi olmakla birlikte, bu inancın asıl kaynağının Sibirya’da yaşayan göçebe halklar (Tunguzlar: Mançular, Sibolar ve Evenkiler) olduğu ileri sürülmüştür. Bu nedenle, Sibirya’da ormanlarda yaşayan kabilerlerdeki esrarengiz hikayelerden söz edeceğim
Türkiye’deki bir üniversitenin araştırma grubu her yıl aynı tarihlerde Sibirya’da Türkçe lehçelerinden birini konuşan bir orman köyüne giderek incelemlerde bulunuyormuş. Bu araştırma grubundan bir öğretim üyesi kadın, ziyaretlerini, oradaki insanlarla sohbetlerini ve oranın doğası hakkında çok ayrıntılı bilgileri internet ortamında paylaştı. O yazıdan bir paragrafı buraya alıyorum:
“Başlangıcını kimsenin bilemeyeceği kadar eski zamanlardan beri rengeyikleriyle Tayga’da (köy) yaşayan Dukhalar (kabile), doğadaki her şeyin bir ruhu olduğuna inandıkları gibi, aynı zamanda bazı yerlerin, örneğin bazı dağların, ormanların, ağaçların ya da nehirlerin de koruyucu ruhu olduğunu düşünüyorlar. Bu koruyucu ruhlar, çoğu zaman gözle görünür olmamakla birlikte, doğayı kirletenleri eninde sonunda mutlaka cezalandırıyorlar. Bu, o kadar yaygın bir inanış ki, eğer bir kişi hastalanır ya da başına kötü bir şey gelirse acaba yanlışlıkla nereyi kirlettim ya da neredeki ruhu rahatsız ettim diye düşünmeye başlıyor. Bu koruyucu ruhlardan iki tanesi ise, çok nadir olarak insanlar tarafından görülebiliyor; bunlar “Avilan” ve “Batıkşan”.
Hazır böyle bir kalabalığı bir arada bulmuşken onlara Avilan’ı sordum.
˃ “Avilan bile ulagır bilirsin bi? =Avilan ile ilgili efsane biliyor musunuz?
˃ Ganbat (orada yaşayan köylü), sen Avilan’ı görgen bi? = Ganbat, sen Avilan’ı gördün mü?)”
Avilan’ı biliyor oluşum herkesi güldürmüştü. Ganbat kahkaha atarak:
˃ “Cok cok men göörbes. Meem atam görgen= “Yok yok ben görmedim, benim babam görmüş,” dedi ve bize Ariğ Dağı’nın hikâyesini anlattı.
˃ “Yaz obasının arkasındaki vadide Ariğ diye bir dağ var. Adamın biri bir gün ava çıkmış. Av esnasında bir geyiği vurmuş. Ancak hayvan ölmemiş ve yaralı bir halde Ariğ Dağı’na doğru kaçmış. Adam yaralı geyiğin peşinden dağa doğru gidiyormuş ki birden korkunç bir fırtına çıkmış ve kar yağmaya başlamış. Havanın bu ani değişiminden adam, kutsal bir dağda (Düşek, Gatırlı) olduğunun farkına varmış ve korkup oradan derhal geri dönmüş. Dönerken yolda kısa boylu, uzun saçlı, elinde yarım bir kâse tutan bir kadın görmüş. Kadın yaralı bir geyiği iyileştiriyormuş. Bu kadın, dağın koruyucu ruhu Avilan’mış. Adam o anda çok korkmuş ve hemen oradan kaçmış.”
Bu hikayede de görüldüğü gibi, doğayı kötülüklerden koruyan soyut varlıkların (koruyucu ruhların) sadece Pütge-Çayören gibi bir köyün kadim inanç kültüründe var olmadığını, dünyanın farklı bölgelerinde ta ezelden beri farklı inançlar içinde yaşatılmaktadır.
Bilim ve Soyut Varlıklar
Gerek Pütge-Çayören’de yukarıda birkaç örneğini verdiğim hikayeler, gerek Sibirya’da modern dünyadan uzakta yaşayan bir kabilede anlatılanlar ve gerekse Dostoyevski(1821-1881)’nin 1870’lerde yazdığı romanlardaki herkese görünmeyen, bazı insanlara görünen soyut varlıklar hakkındaki hayali kurguları, Dostoyevski’den yaklaşık yüz yıl sonra, 1970’lerde, teorik fizik-uzay bilimi dehası Stephen Hawking (1942-2018)’in “Zamanın Kısa Tarihi” adlı esrinde bilimsel bir içeriğe dönüşmüştür: Stephen Hawking, içinde yaşadığımız evrenin ilk oluşumunda (Bing Bang: Büyük Patlama) farklı katmanlardan oluşmuş olabileceğini, ya da birden çok evrenin oluşmuş olabileceğini ileri sürerek; “Aslına bakarsanız bütün evreni birbirinin üzerine binen parçaların bir derlemesi cinsinden tarif etmemiz de mümkün,” demiştir.
“Kimbilir belki de parçacıklardan yapılmış tamamen karşı-dünyalar ve karşı-insanlar vardır. /.../ Bu kurama göre ya çok sayıda farklı evren vardır ya da tek bir evrenin her biri kendi başlangıç koşullarına ve belki de kendi bilimsel yasalar kümesine sahip çok sayıda, farklı bölgesi yardır. Bu evrenlerin çoğunda koşullar karmaşık organizmaların gelişimi için uygun değildir; sadece bizimki gibi birkaç evrende akıllı varlıklar gelişecek.(Stephen Hawking , Zamanın Kısa Tarihi, s:194,158.)
Beş yıl önce 76 yaşında ölen Stephen William Hawking,The National Geographic Channel’da 2004 yılında yayımlanan bir söyleşisinde, insanlarla uzaylıların temas etme olasılığı hakkında şunları söylemiştir:
"Bunun bir felaket olacağı düşüncesindeyim. Muhtemelen dünya dışı varlıklar bizden çok ileride olacaklardır. Gezegenimizde, gelişmiş ırkların daha az gelişmiş olanlarla buluşmalarının tarihi çok iç açıcı değil. Üstelik bunlar aynı türdüler. Bence dikkat çekmememiz gerek."
Burada önemli olan, bu bilim insanının, içinde yaşadığımız dünyanın dışında da varlıklar olabileceğini, hatta o dünyalarda yaşayan insanların dünyamızdaki insanlardan (uygarlık bakımından) daha ileri olabileceğini ileri sürmesidir.
Gerek Dostoyevski’nin romanlarındaki ecinni, hoyrat hikayeleri ve gerekse 21 yaşında motor nöron hastalığına yakalanan saygın bir teorik fizikçi olan Stephen Hawking’in evren/evrenler hakkındaki astrofizik kuramının hem yukarıda sözünü ettiğim Sibirya’da yaşayan Dukha kabilesinde, hem de Pütge-Çayören Köyü’de rastlanan/anlatılan gizemli soyut varlıklarla çok yakın ilintisi olduğu görülmektedir. Bu durum tarikat, tekke, medrese, vb. teolojik eksenli kültürel ortamlarda büyüyenlerde, yani mistik kişiliklerde normal bir durummuş gibi anlaşılabilir. Buna karşın, materyalist dünya görüşündekileri için kesinlikle reddedilir. Ancak, derin edebi eserler yazan epilepsi hastası Dostoyevski’nin günümüzden yaklaşık yüzelli yıl önce yazıya döktüğü hayalet(hortlak) düşüncesi, yüzyılımızın en derin düşünürlerinden -bilim insanlarından kabul edilen astofizikçi Stephen Hawking’in hayalet evrenler düşüncesi ile örtüşmektedir. Yukarıda aldığım alıntıda da görüldüğü gibi, Dosytoveski yarattığı kahramanın sözleriyle hortlak (cin, ecinni) görme nedenini hastalığa bağlamıştır; yukarıdaki alıntıyı buraya bir kez daha alıyorum:
”Hayaletler hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesapça da yaradılış yasaları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama, bu sağlıklı adam biraz hastalanıverince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverince, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olabilir bir hal almaya başlar…” (Dostoyevski: Suç ve Ceza, II. Cilt, s:16-17. İş Bankası Yayınları) Oysa, Stephen Hawking insanın bu tür varlıkları görmesi ve/veya onlardan gelen sesleri duyması /algılaması için hastalıklı olması gerektiği konusunda hiç söz etmez, ama, yukarıdaki paragraflarda da vurgulandığı gibi Dostoyevksi gibi başka evrenlerden ya da aynı evrenin farklı katmanlarından söz eder.
Bu durumda, sağlıklı olunduğunda görülmeyen görüntüler (insanlar, düğün halayı, hıbılık, hoyrat, albastı, vb) ve onlardan gelen sesler (vahiy, davul zurna sesi, kahkaha, vb) sinir hücrelerinin hastalanması ya da normalden farklı bir psikolojik duruma (korku, ürperti, değişik derinlik derecelerindeki bilinçsizlik hali, vb) geçilmesi halinde içinde yaşadığımız evrenin farklı katmalarında veya farklı evrenlerde bulunan nesnelerden mi kaynaklanıyor ? Örneğin, Pütgeli Cebel (Sato) kimlere niye gülüyordu, bazen de çok şiddetli reaksiyonlar gösteriyor küfürler ediyordu; Cebel, birilerini mi görüyordu, gördükleri kimlerdi? Gördükleri dünyamızdaki varlıklara benziyor muydu, yoksa görünen varlıklar içinde yaşadığımız dünyanın dışında (metafizik) başka bir yerde mi, örneğin paralel ya da başka bir evrendeki varlıklar mıydı ? İçinde yaşadığımız dünyanın dışında ve ona bitişik ya da ona paralel başka bir dünya /dünyalar gerçekten var mı ? “ Öteki dünya “ denilen gerçekte hemen yanımızdaki ama bizim bazı durumlarda (hastalık, korku, uyku, rüya, vb) yani sinir sistemimizin (bilincimizin), görme ve işitme duyularımızın normalden sapması hallerinde görebildiğimiz bir dünya mı? Normal ne?
Günlük hayatımızda “deli” olarak nitelenen insanlar “normal” ya da “ sağlıklı” olarak kabul edilen insanlara göre daha az konuşurlar, hatta sessizdirler. Hawking, “Sessiz insanlar en gürültülü zihinlere sahiptir, olayın çoğu zihinde bitiyor.” demiştir.
NOT: Deneme, yazarın herhangi bir konu üzerinde kesin hükümlere varmadan, kendi kişisel görüş ve düşüncelerini anlattığı yazı türüdür. Bu yazıda size asla bir şey kanıtlama iddiam yoktur. Elimden geldiğince normalin dışındaki insanları anlatmaya/tanımlamaya çalıştım. Bana hak vermenizi ya da yargılamanızı istemiyorum. Buradan da anlaşıldığına göre denemeler iddialı olmayan, ispat kaygısı taşımayan; temel anlamda insan doğallığına dayanan yazılardır.
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
Van-2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.