- 514 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Görücü Usulü Evlilik
Anlatacaklarım görücü usulü ile nasıl evlendiğimin ilginç öyküsüdür.
Hayatım boyunca çok tuhaf durumlarla karşılaştığımı ve başımdan çok acayip olaylar geçtiğini düşünürüm bazen. Bu da onlardan bir tanesi... İsimler ve bazı yerler hariç hiçbir şeyi değiştirmeden olduğu gibi, ne eksik ne fazla, hiçbir şey katıp çıkarmadan anlatıyorum. Takdir okuyanlarındır.
Kütahya’nın Altıntaş ilçesindeki Meslek Yüksekokulda 2 yıl çalıştıktan sonra askerliğimi yapıp memleketimde sınava girerek Şarkışla’da öğretim görevlisi olarak işe başladım.
Evimiz Sivas’ta olduğu için pek çok kişi gibi bende yaklaşık 1 yıl boyunca günlük olarak gidiş geliş yaptım.
İşe başlamamla birlikte annem "Seni evlendireceğim" dedi. Askerlikte yapılmış zaten... "Sana bırakırsam kendin evlenemezsin" dedi ve görücü usulüne uygun olarak kız aramaya başladı, çoğu zaman aynı apartmanda oturan teyzemle birlikte Sivas’ı gezmeye başladılar. Yaklaşık 6 ay içerisinde kendi tabirleri ile çalmadık kapı bırakmadılar şehirde. Ama nasip midir, frekans uyuşması mıdır, anlaşmak gerekiyor işte evleneceğin insanla. Karşılıklı bir mevzu. Bir türlü olmuyordu.
Bir süre sonra bu durum evde gerginliğe yol açmaya başladı. Annem beni sıkıştırmaya "Neden uzatıyorsun?" demeye başladı. "Artık karar ver, bir an önce evlen" diye bana baskı yapıyordu.
Meslekteki ilk senelerde yoğun bir iş yükü vardı. Haftada 35-40 saat derse giriyorduk. Yorgun argın eve dönüyordum. Sonra haydi bir kız bulduk, bakmaya gidelim. O yorgunluğun üzerine bir de "neden evlenmiyorsun" tartışması başlayınca işler tamamen sarpa sarıyor ve zihnen daha yorucu bir hale geliyordu.
İşte tam bu sürecin içerisinde bir gün işyerinde odamda otururken telefonum çaldı. Ortaokul liseden beri beraber büyüdüğümüz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş olan arkadaşım Tekin beni arıyordu. Çok büyük sıkıntıda olduğunu bütün işlerinin ters gittiğini, konuşacak birine ihtiyacı olduğunu söylüyor ve beni yanına çağırıyordu.
Telefonda anlat derdini, böyle konuşalım, diyordum ama laf anlamıyordu. İlle de bir hafta yanıma gel diyordu.
Kendisine yeni görevimdeki ilk yılım olduğu için bir yıl boyunca izin hakkım bulunmadığını açıklamaya çalıştım ama bir türlü laf anlatamadım. Bana tanıdık birisinin yüzünü görmeye ve yanında olmasına çok ihtiyacı olduğunu söyledi. "Tanıdık başka birilerine söyle, başka biri gelsin" dedim. "Yanıma gelecek başkasını bulamam" dedi. Gelmezsem ağır bir bunalıma gireceğini söylüyordu en az yarım saattir. Zaten aynı şeyleri konuşuyorduk durmadan, değişen bir şey yok dönüp dolaşıp aynı laflar... Artık sıkıldığım için "Girersen gir bunalıma" dedim. Bana ağza alınmadık hakaretler ettikten sonra "Tüm ömrüm boyunca senin gibi birini tanımadım. Artık aramızdaki bütün hukuk bitmiştir. Ne cenazeme gel ne cenazene geleyim" dedi ve telefonu kapattı.
Aradan yaklaşık bir hafta geçti yine günlerden bir gün akşam mesai bitiminde servisle yola çıkıp Sivas’a dönünce annemle aramızda yine, "niye evlenmiyorsun" tartışması açıldı ama olayın boyutları bu kez büyüdü. "Bir karar ver. Ya da artık vazgeçeceğim" dedi. Bu işlerin acele olmayacağını, öyle bir evlilikten hayır gelmeyeceğini, ileride sorunlar çıkacağını söyledim. Ama laf anlatamadım. Kavganın eşiğine varan bir tartışma yaptık.
Ertesi gün Şarkışla’ya döndüğümde öğlene doğru telefon yine çaldı. Arayan arkadaşımdı. "Karakurtçuğum çok özür dilerim, geçen gün istemeden elimde olmadan kırıcı konuştum, üzdüm seni" diyordu. Gerçekten pişman olduğundan falan değil yani benim huyumu bildiği için. Kusura bakma dedi mi birisi bana bitmiştir. Boşver der geçerim. Benim de artık biraz uzaklaşmaya ve kafamı dağıtmaya ihtiyacım olduğunu düşünerek peki dedim. "Ne yapıp ne edip bir hafta izin alacağım" diye arkadaşıma söz verdim.
Her ne kadar henüz yıllık izin hakkım olmasa da, Kanundaki mazeret izninin 5 gününü kullandığımda ve başına sonuna 2’şer gün hafta sonunu eklediğimde toplam 9 gün ediyordu. Ayarladım, denk getirdim, çantamı hazırladım ve Cuma günü mesai bitiminde Ankara’ya gitmek üzere otobüse bindim. Arkadaşım lüks bir jip ile terminalde beni karşıladı. "Araç senin mi?" diye şaşırarak sordum. "Hayır, bu şirketin arabası zaten bırakmamız gerekiyor" dedi. Evine yakın bir yerlerde olan şirketin araç parkına bıraktık. Meraktan sordum, "Bu lüks arabaları kullanmanız için size mi veriyorlar?" dedim. Anlattı. Şirketin işlerinin gezilerek halledilmesi gerektiği için çok büyük bir araç parkı bulunuyordu, çalışanlar da alarak onlarla dolaşarak gidilmesi gereken yerlere gidiyorlar sonra tekrar yerine bırakıyorlardı. "Zaten bu son kullanışım, artık işe gidemeyeceğim" dedi. Niye? diye sordum. "Eve gidince anlatırım, canım çok sıkkın" dedi. Eve varınca son zamanlarda yaşadığı türlü çeşitli sıkıntılarını bana anlattı. Ama bunlardan bir tanesi artık tüm sürecin tıkanmasına yol açan askerlik meselesiydi. İşyeri yönetimi askerliğini yapmadığı takdirde kendisini çıkarması gerektiğini söylüyordu ve bunlar da son günleriydi. "Bizim Anadolu Lisesi’nden Levent’i hatırlıyor musun?" dedim. Şu anda İzmirde merkezi bir yerdeki Askerlik Şubesinde sorumlu teğmen olarak görev yapıyordu. Telefonu aldım ve arkadaşımızı aradım. Levent bana konuyla ilgili tebliğ edilmiş herhangi bir kağıt olup olmadığını sorup, onu kendisine okumamızı istedi. Ben de Tekin’e sordum ama kağıdın iş yerinde olduğunu söyledi. Teğmen arkadaşımız yarın sabah ilk iş olarak sistemden bakacağını ama bizim anlattıklarımızdan Tekin’in ya Bakaya ya da Asker Kaçağı olduğunu her iki durumda da eninde sonunda askere gidişinin yakın olduğunu ifade etti.
Sabah kalktığımda arkadaşım bana "Bir yere kahvaltı yapmaya gidelim" dedi. Yüzünden uykusuz olduğu zaten anlaşılıyordu yine de "Bu halin ne?" diye sordum. "Hiç uyuyamadım sabaha kadar" dedi. Tüm gece boyunca düşünmüştü umutsuzca. Tam evden çıkmaya hazırlanırken telefon çaldı. Levent arıyordu. "Şimdi iş yerine geldim, gelir gelmez de sisteme girip baktım. Tekin bildiğin asker kaçağı" dedi. "Hiçbir iş yeri onu çalıştırmak istemez bir an önce bu yükten kurtulması lazım, söyle askere gitsin" dedi. Söylenenleri kendisine ilettiğimde artık bütün sinirleri alt üst olmuştu.
Üzerimizi giyindik, kahvaltıya gitmek üzere dışarı çıktık. Merdivenleri indikten sonra apartmanın dış kapısına yöneldiğimde arkadaşım kolumdan tutarak beni başka bir tarafa doğru çekiştirdi ve sinirle "o taraftan değil buradan ineceğiz" dedi. "Kapı bu tarafta" diye yanıtladım. "Ben yıllardır burada yaşıyorum, bilmiyor muyum, başka kapı var oradan çıkacağız" dedi kızgınlıktan patlamak üzere bir halde. Bir kat daha indik. Beni bu kattaki çıkış kapısının oraya kadar götürüp, "Burada bekle sakın bir yere ayrılma" dedi öfkeli bir ses tonuyla. Bu arada belirteyim ki, cümlelerin başına sonuna türlü çeşitli hakaret ve küfür içeren tanımlamalar ekliyordu bana karşı tüm süreç boyunca (bundan sonra anlatacağım kısımlarda dahil olmak üzere).
Bahçeye doğru baktım, hiç unutmam, bugün bile hafızamdadır; şehrin ortasında o beton yığını içerisinde sanki bir vaha gibi kurtarılmış küçük yeşil bir alan. Ne kadar da güzel düzenlenmiş bir yer... Huzurla izlemeye koyuldum.
Arkadaşım sinirle ve aceleyle bir kapının zilini çalıyordu, ona doğru dönerek izlemeye başladım. Biraz sonra kapı açıldı ve kapıcı olduğunu anladığım kişiye bir şeyler söylemeye başladı ismiyle hitap ederek.
Orta boylu, karayağız, zayıfça bıyıklı bir adam kapıcı... Ya Anadolu’nun bir köyünden ya da Ankara civarındaki kırsaldan gelmiş birisi. Tekin "Bundan sonra benim adım Hande Balkan tamam mı?" dedi adama. Kulaklarıma inanamadım. "Kim gelirse gelsin, beni kim sorarsa sorsun, ister arkadaş, ister akraba, ister polis, ister asker... Burada kim oturuyor dediklerinde Hande Balkan diyeceksin tamam mı?" dedi yineleyerek. Adam şaşkınlıkla artık arkadaşımın yüzüne bakmaktan vazgeçerek gözlerini karşıdaki duvara dikti. O sahneye hiç unutamam. Kapıcı şaşkın, ben şaşkın öylece bakakaldık.
Adamcağız kapıyı kapattıktan sonra benim dumura uğramış bakışlarım arasında yanıma doğru gelen Tekin; "Ne oldu, ne bakıyorsun öyle?" dedi kolumdan tuttu beni sürükleyerek dışarı çıkartırken. "Seni burada gebertmeyeyim, çık dışarı orda geberteyim" dedi. Dışarı çıktık, apartmanın bahçesinde, "Ne oldu söyle şimdi? Ne bakıyorsun öyle?" dedi.
Cevap verdim: "Bak çok güzel düşünmüşsün. Ama adam şu anda senin söylediğin ismi unutmuştur bile..."
Biraz durakladı "Niye unutsun ki?" diye sordu biraz bana, biraz kendi kendine. Sonra biraz daha düşündü ve "Evet unutmuş olabilir" dedi. "Bak" dedim "şimdi kendi ev kapındaki ve apartmanın dış kapısında zillerdeki ismin var ya onları değiştir bence."
"Benim ismim hiçbir yerde yazılı değil. Asla bir yere ismimi yazmam yani" diyerek cevapladı. "Ama bundan sonra yazman gerekiyor. Aksi takdirde hiç kimse hatırlayamaz o ismi, yaptığın plan da boşa gider" dedim.
Biraz durdu, "Senin gibi bir arkadaşım olduğu için kendimle gurur duyuyorum" dedi. Çok haklısın hemen o isimleri yazayım kapılara" diye tamamladı.
Ben yüzüne doğru tuhaf alaycı bir tavırla bakmaya devam ederken elimle de parmak uçlarımı birleştirerek harika gibisinden bir hareket yaptım dalga geçercesine ve "İşte tam beklediğim davranış bu" dedim. "Bir süre sonra da kırmızı neon ışıklarla da yazdırırsın yeni adını kendi kapının üzerine. Fazla geçmeden de müşteri kabul etmeye başlarsın, sonra bir de bakarsın ki gerisi de gelmiş bu yolun yolcusu olmuşsun" dedim. "Asıl ben senin gibi bir arkadaşım olduğu için kendimden utanıyorum" diyerek bitirdim sözümü.
Tekin tamamen zıvanadan çıktı ve türlü hakaretler küfürler etti bana. En sonunda "Nedenmiş?" diye sordu. "Sabaha kadar düşündüm böyle bir çözüm buldum, neyini beğenmiyorsun" dedi. "Bak" dedim "buraya beni kendine destek olmam için çağırıyorsun, ama yaptığın planı bile bana anlatmıyorsun. Niye geldim ben buraya, gelmemin ne amacı var. Gelmiş olmam bu şekilde ne işe yarar. Bana sorsaydın komple yanlış yaptığını söylerdim" dedim.
"Ne varmış planımda?" dedi "yapılacak başka bir şey yok, en güzel çözümü buldum. Hatalı olan ne var bu işte?" dedi. Yanıtladım. Dedim ki "Az önce Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş bir adama, benim adım Hande Balkan dediğinin farkında mısın? Bak şu anda o kapıcının aklında binbir türlü şey dolaşıyor, seninle ilgili bin bir tane acayip şey geliyor aklına. Onun yerinde ben olsaydım şu anda çoktan polisi aramıştım. Ama sen dua et ki hem ülkemizdeki konuya karışmaktan korkmaya dayalı genel zihniyet, hem de beni ilgilendirmeyen işe bulaşmam anlayışı nedeniyle etliye sütlüye karışmazlar uzak durmaya çalışırlar. Ama yat kalk dua et apartmanda bir karı koca kavgası bile olup polis girmesin içeriye, anında yanlış anlar senin için geldiler sanır. Daha onlar bile sormadan seni ihbar eder" dedim.
"Neyi ihbar edecekmiş?" dedi. Ben de dedim ki "Şu anda seninle ilgili bin bir tane şüphe var artık adamın aklında. Kanun kaçağı olabilirsin, uyuşturucu kullanıcısı veya satıcısı olabilirsin. Evinde fuhuş yapıyor ve yaptırıyor olabilirsin. Terörist olabilirsin. Tabii bunların içerisinde asker kaçağı olma ihtimalinde var ama başarmaya çalıştığın şey bu ise evet artık o en son akla gelecek şey durumunda" dedim.
Ağza alınmayacak küfürler ettikten sonra "Sen insaniyetliğini kaybetmişsin" dedi bana. "Evet insaniyetliğimi kaybetmiş olabilirim ama aklımı kaybetmedim çok şükür" diye yanıtladım.
"Ne yani şimdi ben aklımı mı kaybetmiş oluyorum?" dedi." Neden aklımı kaybedecekmişim, yaptığımda hiç de mantıksız bir şey yok. Şimdi sana soruyorum sana birisi gelip öyle bir şey istese insaniyetlik adına öyle bir iyilik yapmaz mısın? dedi. Ben de dedimki: "Söyledim ya katiyetle yapmam, üstelik anında da polisi arardım ben olsaydım." Ben böyle diyince bir dizi küfür daha döşedi. Normalde bir başkası etmiş olsa bu küfürleri kavga sebebidir, ancak içinde bulunduğu psikolojik durum ve benim o ana kadar söylediğim lafların onun üzerinde küfürden bile daha kötü bir etki oluşturması nedeniyle bütün sakinliğimi koruyarak sadece izlemeye devam ettim. Yılların arkadaşlık hatırı var üstelik aramızda.
"Ayrıca bu arada bulduğun isim çok şahane. İki tane ünlü sinema sanatçısının isminden esinlenerek oluşturmuşsun" dediğimde şaşırdı kaldı. Gözleri faltaşı gibi açıldı."Sen nereden biliyorsun?" dedi "Ben bunu ilk defa bugün sabaha kadar düşünerek buldum, senin bilmen imkansız" dedi. Cevap verdim. "Yıllarca beraber dolaştık, beraber yedik içtik. Şurada araba çarpsa sana. Doktor sana dalak ameliyatı yapacak olsa, aletler bozulup dalağının ölçüsünü bulamasalar o ölçüyü ben veririm" dedim.
Yol boyunca sessizce yürüdük, sonunda vardık metroya bindik. Hiç unutmuyorum en son vagondu, sırtımı pencere tarafına yasladım. Kendisi de en son koltuğa sırtını yasladı. Durdu durdu düşündü ve sonunda "Karakurt, düşündüm ve sen haklı olabilirsin" dedi. Geri kalan diğer günlerdeki yaptığımız tartışmalar, Hande Balkan ismi ile yaşadığı maceralar, askere gidişi orada başından geçenler başka bir zamanın hikayesidir. Bir hafta çabuk geçti otobüse bindim Sivas’a geri döndüm eve girer girmez annem "Nerede kaldın arka apartmanda bir kız bulduk" dedi. Arka apartman dediği gerçekten arka apartman. Arada 3 metre ya var ya yok. Kapılar birbirini görüyor. "Yarın bakmaya gideceğiz başka bir yere gitme" dedi.
Ertesi gün bir kez daha kız bakmaya gittik. Karşımda hayatımda gördüğüm en güzel kız duruyordu ve ışıl ışıl gözlerle bana bakıyordu. İlginç olan şeylerden biri de şudur 3 sene boyunca üniversite hayatımız birbirine denk geldiği halde bir kere bile birbirimizi görmemişiz. Farklı bölümlerde fakültelerde okuyor bile olsak yine de ilginç bir durumdur dip dibe apartmanlarda oturup da birbirimize hiç rastlamamış olmak. 2 ay sonra nişanlandık ve ondan bir ay sonra da nikah kıydık. Tüm Sivas’ı dolandıktan sonra evleneceğim kıza arka apartmanda rastladım.
Hande Balkan’ın ayağı uğurlu gelmişti.
© Deniz Karakurt - "Anılar" kitabı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.