- 193 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kiraz Mevsimi
Bahar mevsiminin baş döndürücü çiçek kokularıyla başladı Çin’e yolculuk… Dost demek candan öte kardeş demektir… Çin’e giden uçakta ayırtılan biletlerle, özgürlüğün ilk durağıydı Pekin… Turist kafilesindeki yaşça küçük ömürce daha fazla yaşanmışlığa sahiptik herhalde… Gezi rehberiyle akşam yemeğine kadar gezme fırsatı verildiyse de… Kiraz bahçelerinin kokusu gelmeye başlamıştı bile… Pekin deyince sokaklarda Pekin ördeği arayan bir kız görürseniz bilin ki benim… Aşkın başkenti Paris’se, sevdanın başkenti de Pekin olacaktı… Sevda buram buram kiraz çiçeği kokar anlayacaksınız… Ruhu olan şehirleri seven dostum ve ben…Yüreğimi Ankara’da aklımı evde bırakmıştım… Hani en darlandığınız anda bir bırakıp gitme isteği gelir ya… Yine yaşadığım bundan ibaretti… Ruhum Türkiye’de dostum ve ben Pekin’deydik…
Aslında bir şey söyleyeyim mi, hiç de merak etmiyordum Çin’i… Yurtdışındaydım ve gazı gitmiş kola gibiydim… Her gezginin bir kırılma noktası vardır… İlk yurtdışı seyahatimdi ancak ben yıllardır fotoğraf kareleriyle gezmiştim aslında… Şimdi kiraz çiçeği kokusuna takılıp yüreğimi en hissettiğim noktada duracaktım… Turist kafilesiyle gezmeyi ve kültürel bir gezi olmasını amaçlayan dost candan ayrıldım… Yüreğim kiraz ağacının köklerinden dallarına yürüyen besini hissettiğinde duracaktım… Bir kiraz ağacı iki kimono dükkanı ve bir kiraz ağacı bir nehir kenarı derken… Yürek atışlarımı hissettiğim o bahçeyi görene kadar… Bahçe kapısı açıktı ve aklımın Türkiye’de kalmış haliyle yolculuk boyu hiçbir atıştırmalık dahi yemeyen ben acıkmıştım… Bahçeye doğru ilerlemem ve kiraz ağaçlarının dibindeki çardağı farketmem bir oldu… Elimdeki haritadan nerde olduğumu bulamıyordum… Bahçesi güzel evin kapısını çalsam mı diye düşünürken açılan kapı ve yüreği ağzında ben… Hayır diyordu içimden bir ses… Bu gözleri ben bir yerden hatırlıyorum… Rüyamda aylar önce gördüğüm ve ağlayarak ayrıldığım kişinin aynısıydı karşımda samuray kıyafetleri ile duran kişi… Ben kapıyı çalmadan kapı açılmış ve sinirli gözlerle bana bakıyordu delikanlı… En sevimli halimi takınmayı huy edinen ben şirin bir İngilizce cümle kurduysam da cevap gelmedi… “Türkçe lütfen” dedi… Sırt çantamdaki termosun sıcaklığı tepeme vurmuş olmalı ki, Türkçe sadece birkaç kelime söyleyebildim ve sustum… Bahçe isimlerini benim bile bilmediğim çiçeklerle dolu bu evden karşıma bir teyze çıkacakken, çakmak çakmak zehir siyahında gözlerle o an içinde kaybolmak istediğim bu kişide nereden çıkmıştı… “Burası koruma altındaki evlerden girmeniz yasaktı” dedikten sonra, çay içmek isteyip istemediğimi sordu… Her an azarlayacak veya olumsuz bir şey söyleyecekmiş gibi bakan bu yüze bakarken, içimde sanki küçük bir kız salıncakta sallanıyor ve kalp atışlarını tüm bedenimde hissediyordum… Bir an silkelenmeye çalıştıysam da geçmedi, yürek atışlarım… Bir an adımı sorsa hatırlar mıyım diye dalmış düşünürken “Çay içmek için buyurmayacak mısınız” dedi daha kibar bir ses tonuyla… Bayram arefesi ayakkabılarını yastığının altına saklamış bir çocuk sevinciyle heyecanlandım yine… “Sırt çantamdaki termosta sıcak su ve bergamutlu sallama çay var… İsterseniz bahçedeki çardakta içebiliriz” diye cevapladım… Gözlerindeki denizlere dalıp Türkiye’ye kadar yüzüp unuttuğum yüreğimi geri almak istedim bir an… Çardak, bir ejderha kafası monte edilmiş bir çatı ve bir yer masasından ibaretti… Gözleriyle bir insan ilk defa gördüğü birisini hem sevip hem dövemezdi… O gözleri boncuk yapar boynuma dizer kolye diye taşırım demek geldi bir an içimden… Manalar birbirine karışırken hiç bilmediğim bir ülkenin kaybolduğum sokağında Türkçeyi anadili gibi konuşan bu delikanlı ile konuşurken körebe oynayan bir kız sobe demişti içindeki sese… Türkiye’den ve Pekin’den konuşurken sevgilimin olup olmadığını sordu şimdide… Gözlerinin içine baktım ve kekik kokan teninden gelen sarhoşlukla cevaplayamadım… Yanlış anlayacaktı… “Sanki” dedi sessizce… “Sanki” dedim sessizce… Sessizliğin bittiği yerde kiraz ağacının çiçeklerinin kokusu, konuşamadığımız cümleler gibi savruluyordu tepemizde… Kapıda gözüken dost can kültür gezisini bırakmış “Hocam” diye seslenmişti… Nasıl bulmuştu beni…Göz göze geldiğimiz an da Pekin ördekleri gökyüzünde süzülüyor olmalıydı, kafasını yukarı kaldırmış öfkeli gözlerle bakıyordu… “Zamanıydı Micheal” dedim içimden… “Rock müzik sever misiniz” diye soracakken eve doğru yürümeye başladı yüzüme bile bakmadan… İsmini bile öğrenememiştim… Dost canla kimono dükkanlarını arşınlamaya başlamıştık bile… “Sizde bir değişiklik var hocam” dedi... Ne değişikliği olacaktı bende… Kalp atışlarım ramazan davulcusu misali Pekinin göğündeki kuşlar misali kanatlanmışken… Yanımızdan bisikletle geçen kişi evet O’ydu yine… Bir bahane bulup dost canı turist kafilesinin bulunduğu pansiyona uğurlayacakken dünya küçük bir arkadaşı ile rastlaştı ve ben bir bisiklet kiralayıp düştüm peşine… Sanki bisikletle takip etmem için çıkmıştı sokağa… Bir cadde, bir cadde daha derken… “Hayır” dedi içimden bir ses… Bir kızla konuşmaya başladı sokağın başında… Sanki gözleriyle takip edene peşimden gel, pişman değilim diyordu…
Anlık ardına dönmesiyle takı mağazasının önünde bisikleti durdurmam bir oldu… “Kolye” diyebildim boğazımın kurumuş haliyle… Sevgilisiydi, anlamıştım… Mavi bir kolye almamla, sokağa çıkmam bir oldu ancak… Gözden kaybolmuştu… Kiraz çiçeği kokusu sarmıştı Pekin’i sanki… Bazen kendiniz değilsinizdir, bu hareketleri yapan… İçinizden bir ses dur derken, diğer ses yüklen pedela der ya… Ruh halim mevsimden mevsime, rüzgardan rüzgara geçiyordu… Aradan on dakika geçmemişti bile…Karşıdan geliyordu ve ben bisiklette o tarafa bakmamak isterken pedal ayağımdan ayrılmıştı… Gazetelerin kokusundan başka bir şey hatırlamıyorum gözlerimi açtığım da… Söylemeyi unuttum mu bilmiyorum, bir hostel ayarlamıştım bir haftalığına… Dost can kültür gezisinden vazgeçmiş, karşılaştığı arkadaşında kalacak ve ben bağımsız gezebilecektim… Yolda tekrar karşılaşmamak isterken ve yüzüne bakmayım derken bisitlet kazası yapmıştım… Gazete destesi başımın altında duruyor ve o deli bakan gözleriyle yüzümdeki çizikleri siliyordu….
Kendi hareketlerime bir anlam yükleyemediğim gibi onun hareketlerinin tüm anlamlarını yaşıyordum, bisikletin parçalanmış haline bakarken… Bisikletinin arkasındaydım, cümle kurmama bile izin verilmeden…”Nereye gidiyoruz”dememle… “Sus” şeklinde bir emir cümlesiyle karşılaştım… Kalacağım hostelin adresini uzattım sessizce… Ancak dünya mı dönüyordu, benim minik yer kürem dönmeye başlamıştı anlayamıyordum kollarımla beline sarıldığım son dönemeçte… Sanki sarılmam için savrulmuştuk ancak bisiklet hala ayaktaydı… Saçlarım savrulabilirdi ama bilmediğim bir dinginlik ve öfke aynı anda mideme sancılar saplanmasına sebep oluyordu… Pekin’de yasemin çiçeği olur mu bilmem ama yasemine karışmış hanımeli kokusu yayılıyordu sokaktan sokağa, bahçeden bahçeye… Yasaklı bahçeden sonra büyük ihtimal Adem ve Havva’nın yasaklı baheçesi burası olabilir dediğim dünya üzerinde karşılaşabileceğim en güzel eve gelmiştik… Bu hayır dediğimde bilin ki, gerçekten tesadüfün bu kadarı olabilir... Benim hostelimin ismi kapıda yazıyordu… “Teşekkür ederim” dedim suratıma taktığım, sinirli bir ifadeyle… Bisikleti bahçe kapısına park edip ardımdan gelen bu delikanlı, delikanlı diyorum… Çünkü ömrü hayatımda bu kadar emri vaki davranırken, sevecen tavırların içindeki saygıya şimdiye kadar hiç kimse de karşılaşmamıştım… Ardımdan gelirken pansiyonun kapısında karşılaştığım teyze sonunda “Hele şükür” dememe sebep oldu… Türklerin yoğun kaldığı bir yer seçmiştim… Teyze Türkçe konuşuyordu ama başıma aldığım darbe ile kafam zonklayarak verdiğim cevaplar kısa ve biraz sinirli gibiydi sanki… Ben döndüğümde gülümseyerek bana bakarken, yine suratına ciddi bir ifade takınmıştı delikanlı yürek… “Tekrar teşekkür ederim” dediysem de, teyzenin “Oğlum pansuman için tendürdiyot ve gazlı bez getir” demesiyle zaten dönen başım iyice dönmeye başlamıştı bile… Koskoca Pekin’de öfkeli ama sevecen, güçlü ama masum ve sakin ama devinim halindeki bu kaplanın kaplan diyorum Çin burcunu sormuştum… Pansiyonunu bulmuştum… Telefon çalıyor ve bir kahkaha sesi yükseliyor yasemin yapraklarından güneşe doğru… Melodime gülüyordu, “Aşkın Mevsimi Olmaz Ki”…
Ben ağlayacak gibi bakarken “Telefonu açmamakta kararlısın galiba” dedi… Gözlerimden etrafa hanımeline karışmış yasemin kokusu olmadığına o kadar emindim ki… Öfkeli bir sesle sadece “Hayır” diyebildim… Sırt çantam sırtındaydı ve benim hayır cevabıma kahkahalarla gülüyordu… Odamdaki vazoya koymam için çiçekler toplamıştı sevimli minnoş teyze… Yani Pekin’de sürekli rastlantılar eseri karşılaştığım delikanlının annesi… Tesadüfler ve sürekli hayır diye hayıflanan ben… Şimdi de benim kalmam için ayarlanan ranzada zaten birisinin kaldığını söyledi minnoş teyze… Başka bir hostel arayım diye telefona davranmamla… Zifir gözlü delikanlıdan bir “Hayır” cevabı geldi… “Benim odam” demesiyle yanaklarının kiraz çiçeğinin kirazından daha kırmızıya dönmesi bir oldu o an… Bir “Hayır” kelimesi de benden… Yılların yorgunluğunu taşıyan çizgileri ile sevimli minnoş teyze kahkahalarla gülüyordu… “Hayır” seni hiçbir yere göndermem derken iki süratı kızarmış ve sinirli bakan ikişer çift göz üzerindeydi…
Delikanlının telefonunun müziği kızarmış suratıma ve yaralı yanaklarıma merhem gibi geldi… “La Vie En Rose” Aynı anda hostelin girişinde de bir plaktan geliyordu ses… Anılarım sıraya dizilmiş, Türkiye’den sırt çantasıyla Pekin’e kürek çekiyordu sanki deniz yoluyla… Göz göze neden geldik, o anda minnoş teyze içeri odaya neden gitti ve ben dolunay kokan bir yıldızlı geceye hangi gün geldim… Belleğim siliniyor ama gözlerim dolmuyordu… Sulu sepken ilkbahar yağmurlarını andıran bir havayla anlayamıyordum… Kendime soru cümleleri yönlendirdikçe, cevapsız kalan boş bir sayfa alıyordum belleğimden… Arkadaşıyla konuştu ama ses tonu farklıydı… Telefon zıbar der gibi bir ses çıktı çıkacaktı ki ağzımdan Türkiye numarasını görmemle içimdeki telaşın yerini yaramaz bir çocuk alıvermişti… Abeyy dememle telefonla konuşan delikanlının telefonu kapatması ve bana gözlerini çevirmesi bir olmuştu… Kahkahalarla konuşan beni tanımıyormuş gibi içeri gitti hızlı adımlarla… Arayan babamdı… Annemle bu yaramaz kedinin neler yaptığını düşünürken aramışlardı… Annemin sesinde yine ağlamaklı ve yorgun bir ses “ Benim için de gez kızım” diyordu… “Hayır” bir kedi miyavlayarak bacaklarımın arasında dolaşıyordu… Bembeyaz bir kar topağı, mırlayarak bahçeye doğru yürüdü gitti… Babamın kahkahaları ve benim yaramazlıklarımın kesen öfkeli bir ses “Odanız hazır” diye konuşmayı böldü… “Çok öpüyorum” dememle bizim iki minik yavrucakla yani annemle babamla vedalaştım… Ardından yürürken bir an da duraksaması ile şimdi de kafamı sırt çantasına çarpmam ve dost canın yine sırt çantalarını karıştırdığını anlamam bir oldu… “Ne oldu” diye sert bir ifadeyle bana bakması bir oldu… “Çan-ta yani ç-a-n-t-a, benim değil”… “Benim kıyafetlerimden birkaç parça giyinebilirsin” dediği an da ağlayacak gibi bakarak kediyi ya da minnoş teyzeyi yani annesini aradı gözlerim…
Sanki dolunaylı bir gecede tepeden doğan dolunayın ışığında bir saman çuvalının üzerinde kayıyordum ve imkansızı düşlüyordum… Samanyolu sadece yazın olur diye düşünmeyin kışları da acemi aşıklara yol gösteren yıldızlar vardır… Üzerime giyinmem için gardropta bir şeyler olduğunu söylerken gözleriyle dövüyordu bir eli, bir eli yüzümdeki çizikleri okşuyordu… “Akşama şarap soslu Pekin ördeği var” deyince… Gülme krizine giren ben “Yaaa” diyebildim sadece… Babamla gülüştüğümüz kuzu çevirme dalgasını yine ve evet işte yine yanlış anlamıştı… “Sen ye, şarap soslu Pekin ördeğini” dedim içimden… Yüreğimin beni getirdiği son durakta, su alacam diye büfeye dönmüştüm ve tren kaçmıştı… İçimden bir ses kahkaha atarak bunu söylüyordu bana… Yanımda kredi kartlarım vardı ama nakitim sırt çantasındaydı… Gelirken kafamdaki zonklamayla da atm’ye benzer birşeye rastlamamıştım… “Ödeme nakittir” yazısını okumuştum… Of Allahım ya… Çalma telefon diyerek açtığım ses “Biz Tayland’yız hocam, paralar suyunu çekti” diyordu… Micheal benim okuldan öğrencimdi… Konuşurken kapının çalınması ve içeri girmesi bir oldu… “Özelse rahatsız etmeyim” dedi ama ben bu kadar değil Allahım diyordum içimden… Telefonu kapatmam için gözümün içine bakıyordu… Yine Micheal’la konuşmam yarım kalmıştı… Kartta kalan para bana yeterdi ama atm bulmam da gerekliydi… Annesinin yedeklediği kıyafetlerden ya da gençlik kıyafetlerinden çimen yeşilinin üzerine pembe çiçekli bir elbise getirmişti… Kiraz çiçeklerinin kokusu ve baharın yüreğine su içeren bir bahçedeki fıskiyenin sesiydi kulağımda çınlayan… Odadan çıkarken omuzlarına neden baktım bende bilmiyorum… Şarap soslu pekin ördeği demek istedim ona içimden… Paranın yetmeyeceğini düşünerek hesap numarası yazmak için odada kalem ararken gördüğüm çizim! “İnanmıyorum, hayır”, karakalem çizim benim yüzüme aitti… Fırtına öncesi rüzgarın ağaçların yapraklarından çıkardığı bir uğultu kulağımda, gözlerimde gece yağmurlu bir hava da şimşekler çakıyordu… Bahçeden gelen plağın sesini duydum ve “La Vie En Rose”… “Piyano piyano bacaksız” dedi içimden bir ses gözlerimden kağıda süzülen bir damla yağmur bakışlı yaşla…
Gözümden süzülen yaşlarla irkildim birden ve hala uçakta olduğumun farkına vardım. Yanımdaki koltukta can dost Micheal uyuyordu. Bir an hostesle göz göze geldik ve bana doğru yürüyerek ağlıyor olmamdan dolayı olsa gerek bir terslik olup olmadığını sordu. Hostese rüya gördüğümü ve etkisinden ağladığımı söyleyecekken uçakta olduğumuzu idrak ederek sustum. Anlık bir susmanın ardından “Su alabilir miyim?” dedim. Hostes su getirmeye gitmişken, ben şaşkın şaşkın sağıma soluma bakınıyordum. Sanki çakmak çakmak gözleriyle rüyamdaki delikanlı bir yerden çıkacak ve bana bir şeyler söyleyecek gibi geliyordu. O an da emniyet kemerlerini bağlamamız anons edildi. Sesten olsa gerek Micheal uyandı. “Hocam, Çin’e geldik mi?” diye seslendi. “Geldik, geldik” dedim. Ancak içimden bir ses Çin’de rüyamın da etkisiyle bir şeylerin ters gideceğini söylüyordu.
Uçaktan indik ve hostele doğru yol alırken ben tuhaf tuhaf insanların yüzlerine bakıyordum. Onun gözlerini arıyordum. Micheal bendeki anormalliği her zaman ki sezmiş olacak ki “Neyiniz var hocam, var sizde bir şeyler” dedi . Güldüm, anlatırım diyerek. Hostele giderken yoldaki bisikletlilere, kimono dükkanlarının önlerine ve en tuhafı da otobüs şoförüne de sorduğum yasaklı bölgedeki evleri arıyordu gözlerim. İnsan rüyasında aşık olur mu? Ben olmuştum galiba. Micheal her zaman ki gibi bir ikizler burcunun çene kaslarına sahip haliyle konuşuyordu. Ben sürekli geçiştirme cevaplar vererek kiraz ağaçlarına, bahçelere odaklı bir şekilde otobüs penceresinin camından dışarı bakıyordum. Sahi nerdeydi kiraz ağaçları ve samuray evleri. Pekin ördeği arıyordu gözlerim. Hostele geldik ve kültür gezisi olduğu için turist kafilesiyle gelmiştik. İngilizce konuşmamıza gerek kalmadan Türklerin yoğun olduğu bir hostel seçilmişti evet.
Nerdeydi benim samuray kıyafetli zifir gözlü delikanlım. Şaka gibi Çin’i dolaşmak istemiyordum. Aylarca bu gezi için para biriktirmiş olmama rağmen bir rüya zaten alt üst olmuş duygularımı darmadağın etmişti bile. Hosteldeki ranzama uzandıktan sonra Micheal’ı keşif turuna yolladım. Geldiğimiz kafileyle gezeceğimiz zamanlardan ayrı Micheal’ın keşfettiği yerlerde dolaşalım istemiştim. Ya da akşama bilet alıp dönsem nasıl olurdu. Kafam karmakarışıktı. Ben bunları düşünürken telefonum çaldı. Arayan annemdi. “Kızımm” dedi bir ağızdan annem ve babam. Oda boştu geldiğimizde ve herkes öğle yemeği için dışarı çıkmıştı. Boş odadaki kör noktadaki bir ranzanın üst katından bir ses “Sessiz lütfen” dedi. “Tamam beyefendi” dedim. Ama annem ve babam az işittiğinden sesli konuşuyor olsam gerek tekrar bir “Sessiz LÜTFEN” dedi aynı ses. Ben bu telefon kapattırma olayını bir yerden hatırlıyorum derken, ranzadaki kişiden “Kusura bakmayın rüya görüyordum anlık uyandım” cümlesi geldi. Micheal nerede kaldın diye arayacakken ranzadaki kişi inip yanıma geldi ve “Hoşgeldiniz” dedi. Benim beklediğim sözler ve gözler bunlar değildi ki! Emri vaki cümle yoktu içinde, zifiri bir gecede parlayan yıldızlı gözler değildi ki! Minnoş teyzem, beyaz pamuk kedişim ve yeşilin üzerine pembe çiçekli kimonom nerede demek istedim tüm sinirimle yeni tanıştığım birine.
Micheal her zaman ki gibi zamanında yetişmişti. Beyefendiyle konuştuğumuzu görünce devreye girdi ve ben uykumun geldiğini söylerek uzandım. Delikanlı buralarda bir yerlerdeydi. Onu bulacaktım. Kalbimin atışlarından hissediyordum. Ya o beni bulacak ya da ben onu bulacaktım. Bu arada rüyamda gördüğüm kiraz ağaçları Çin’de değil Japonya’da bu mevsimde olurmuş. Google amcadan öğrenmiştim. Uykuya dalarken delikanlının gözleri gözümün önüne geliyordu ve beni bul diyordu sanki.
Devam edecek…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.