İÇİMİZİN OKLARI
İnsanın kendi içine bakması kadar zor bir şey yoktur. İçinde büyüttüğü kirler, taşlaşmış küfler ve "günahlar"la göz göze gelmesi kolay değildir çünkü. Ancak bazen içerdekiler, dışa taşma noktasına gelir. Gün yüzü görmek isterler.
Bir kez aralanmışsa o iç kapımız; zaman geçtikçe kapanması giderek zorlaşır. Öyle bir an gelir ki, içerdekiler ayaklanmış zombilere döner ve üzerimize yürür. Sarsılırız. Dehşete düşeriz. Kimileyin onlardan utanç duyarız. İşte o vakit, ne bağırıp yardım isteyebiliriz ne de tümüyle içimizdekileri terkedebiliriz.
Değişik taktikler, stratejiler uygulayarak, içimizdekileri “inkar” etmeye yelteniriz. Mesela çarçabuk bir şeylere odaklanırız. Mutluyu, optimisti oynarız. Yüzeysel olan ne varsa onu yeğleriz. Dışımızın iyi görünmesi halinde, mutlu olacağımızı sanırız. Oysa içimiz, habire üstümüze üstümüze gelmektedir. Sahteliğimiz, iki yüzlülüğümüz uykularımızın baş düşmanı olmuştur; ama, biz, olup bitenleri inkar etmekte direniriz.
İçimiz, oklarını bize öyle doğrultmuştur ki, kaçacak yer bulamayız. Bir çıkmazın girdabındayız. Nefes alamayız. Durum giderek vahimleşince, bedenimizde ağrılar, kramplar ve sancılar dirilir. Adeta bir satranç oyununun başında, ölümle göz göze geliriz. Ancak ölmemek için, ölümü yenmek zorunda olduğumuzu kanıksarız.
Aranızdan birilerinin “bırak, ne olacaksa olsun!?” dediğini duyar gibiyim. Öyle ya; topu topu yok saymaya çalıştığımız gözyaşlarımızdır akacak olan. Ne varki, bilinç altında da olsa biliriz ki, bir ırmağın önünü kesmek, onun bir süre sonra taşmasına neden olur, öyle değil mi... Sel altında kalır çevredeki mekanlar ve sonuçları vahim olur.
Paradoksal olan, biz insanlar; içimizle yüzleşmemek için, hararetle binbir dereden su çekeriz. Çünkü, “zemheriyi ne kadar ertelersek, o kadar iyidir”, mantığıyla hareket ederiz. Neticede, hiçbir şey olmamış gibi meşgaleler peydahlarız günlük pratiğimizde. “Yarın”a odaklanır ve yapacaklarımızı planlarız. Bir arpa boyu kadar yol alamıyor olsak da, içimize dönmekten daha iyidir, deriz.
Ütopyalarımızı ve idealize ettiğimiz ilizyonların peşini bırakmayız; çünkü orası, bizi “gerçeğimiz” ile yüzleşmekten arındıran, en iyi “mekandır”. Öyle ya! Gizemli arzular büyütmeyi kim istemez? Bir başka deyişle; başarısızlığı, yenilgiyi hiç kimse sevmez.
Saklayamadığımız başarısızlıklarımızı, zaaflarımızı zamana yükleriz. “Allah kahretsin; yine yetiştiremedim!” diye düşünür ve dövünürüz. Kendimiz ile zaman arasındaki çelişkiyi bir türlü çözemeyiz. Halbu ki zamanın kendine özgü bir ritmi vardır ve o, kendi yolunda ve kendi dansındadır. Dolayısıyla bizden bihaberdir zaman. Olsa olsa biz onun, bacakları havada sallanan kuklaları olabiliriz.
Zaman, kendi rotasını kayıtsız şartsız izlerken; biz, olduğumuz yerden yüz metre dahi uzaklaşma cesaretini göster(e)mediğimizin farkına bile varamayız. Kaldı ki; zaman, bizim içimizde biriken bütün kirleri umursamayacak kadar fütursuz ve gözüpektir. O, hiç aksatmadan omuzladığı bir görevle yükümlüdür. Onu, kendi egomuz doğrultusunda durdurmaya, hapsetmeye çalışma çabamız da boşunadır.
O halde gelin; zaman kaybetmeden, iç dünyamızla yüzleşelim. Olası günahlarımızı itiraf edelim kendimize. Yıllardır üzerine gidemediklerimizle gözgöze gelecek kadar cesur olalım. Hesaplaşalım ve gerekirse helalleşelim onlarla.
Kısacası, her birimiz kendi zulasında, kendi iradesi ve ahengiyle, aralasın içinin kaplarını. Havalandırsın odalarını...
Ve adım adım yaklaştığımız yeni yıl; içinde bulunduğumuz bu ağır ve kederli yılı aratmasın bize. Önümüz, her zamankinden daha huzur dolu, daha şeffaf ve aydınlık olsun, olmaz mı?
H. Korkmaz 18/12-22 Sthlm
YORUMLAR
Merhabalar,
Öncelikle yazdıklarınız gerçekten değerli. Hemen göze çarpıyor ve saygıyı hak ediyor fazlasıyla.
Zaman, demişsiniz; hani bilimsel teoriye göre zaman da bir boyuttur ya. Ondan öncekilere bakalım, üçüncü boyut derinlikse, eni ve boyu var, öyle olmak zorunda. İkinci boyut boy ise, illa ki bir eni de olmak zorunda... Zaman da 4.boyut dendiğine göre, eni, boyu, derinliği olması gerekli. Eğer eni, boyu ve derinliği varsa biz onun içinde yaşıyoruz ve bu sebeple de zamanda geri ya da ileri saramıyoruz. Konudan belki bağımsız ancak illüzyonun da daniskası sanki.
İnsanların zaman kadar sanık sandalyesine oturttuğu bir diğer şey de hafıza sanki. Eh o da düşününce yine zamanın taşeronu olmuş oluyor. "Aaa unutmuşum, hafızam çok zayıf..."
Öte yandan, bilincine çok saygı duyduğum bir Güney Amerika Şaman'ı, dördüncü boyutu uzay-zihin olarak deklare ediyor ve adına da "iç" diyor... Zordur "iç"in kapılarını açmak... Herkese göre değil.
"Herkes gire..."
Saygılarımla, yeni yıl en güzel sürprizlerle ve özgürlüklerle gelsin.
Tüya
Zaman ve boyutları... Evet, kıymetli kalem, özellikle zaman kavramı üzerinde durmanız, beni çok sevindirdi; çünkü enteresan bulduğum bir alandır.
Bilimcilerin zamanı boyut olarak görmeleri - anladığım kadarıyla- bu son ikiyüz yılda üzerinde yoğunluklu olarak durulan ve geliştirilen bir teori. ..
Bi süre önce, Tolstoy, zamanı "huzursuz bir makine" olarak tanımladığını okumuştum. Ve M. Proust da zaman üzerinde epey kafa yormuş, anladığım kadarıyşla... Ayrıca Einstein'in bir fizikçi olarak kafa yorduğunu da biliyoruz.
Fakat filozoflar ve diger displinlerden gelen bilim insanları pek hemfikir değiller zaman'ın nasıl anlaşılması gerketiği konusunda.
Bir kaç yıl önce bir seminere katılmıştım: orada, astroloji dalıyla ilgili olan bir prof, evrenin micro ve macro zeminlerden oluştuğunu; uzayın ve yıldızların eskiyip öleceğinden, buna bağlı olarak zamanın, bir ölçü kaydettiğini, yani onun da o zaman yok olacağını savunmuştu...
Buna karşın felsefeciler de zamanı bir çembere benzetiyorlar, "time is rotating", yani tıpkı mevsimlerin degişmesi gibi... Zaten zaman görecelik kazanıyor, nasıl algıladığımız, yaşadığımız ve kavradığımıza bağlı olarak.
Sizin sözünü ettiğiniz Şaman'ı da merak etmedim değil. Hiç kuşkusuz, Güney Amerika bir çok yerli ve "kızılderili" kabilelerden gelen çok zengin ve çeşitli inanç ve ritüellere sahip bir coğrafya. Kabilelerin çoğu yok edilip asimilasyona uğradıysa da, henüz hayatta olanların, o eski inançlarını yaşatmak için direndiklerini iyi biliyoruz,
Özetle denebilir ki, zaman aşımına da uğramışsa "iç kalabalığımızın ahvali", ne içeriye girmek, ne de işerdekini dışarıya çekmek kolay olacaktır.
Bu çok değerli dorum ve aydınlatıcı katkınız için müteşekkirim, kalemdaşım.
Çok saygımla, sağolun, var olun.
Aramızdan biri;
En zor olanı demişsiniz Tüya şairem
İnsanın kendisiyle yüzleşmesi ancak bir terapistle mümkün olabilir ama başkasını derseniz çok kolay hemen hemen hepimizin herkes hakkında diyeceği vardır hemen psikolog oluruz çok biliriz biz başkalarını!..
Bence hiç girmeyelim içeri havasız küflü kalsın zor bu iş zor !
Hep farklı ve insana dair yazıların cesur yazarı kutluyorum sizi.
Sevgiler Tüya...
Tüya
Çok haklısınız, en zor yapabildiğimiz bir seydir kendi iç dünyamıza yönelmek, irdeleyip sorgulamak...
Psikoloji, karmançorman bir alandır. Yardımsız olmaz, hele hele giderek yalnızlaştığımız bu zamanda...
Çok teşekkür ederim yorumunuz için.
Selam ile, sevgi ile.
Ancak ölmemek için, ölümü yenmek zorunda olduğumuzu kanıksarız.
Yine de ölür gideriz.
Ölümden bir şey "ummadan"...
İki araya anlamlar biriktiriz çerden çöpten.
Ama sonsuz oyun yoktur.
Güzel bir Deneme.
Çok teşekkür ederim.
Çok saygımla Şairim.
Tüya
Evet, her şeyin bir başlangıcı , bir sonu vardır. Diyalektiğe aykırı olacağını bile bile, diyorum ki ; keşke, insan yaşamı dönen bir çembere benzeseydi, yani hiç sonlanmasaydı... :)
Baki selamlar, saygılar olsun.
deniz_tayanç1
Eskiler merhale derlerdi. Merhale geçiyoruz. Reenkarne olmadan. Ettiğin yanına kâr kalmadan.
Ve Allah uyarıyor bizzat. Zamana yemin ederek.
Başka söze gerek var mı?
Çok saygımla Şairim.