- 342 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
LÂMİYETÜ’T-TÜRK ÖZELİNDE ÜÇ LÂMİYE ŞAİRİ VE ÜÇ ŞİİRİ
Böylesi bir başlıkla beni bu makaleyi yazdıran temel sebep, Prof. Dr. Nurettin Ceviz Hocanın tarafıma lütfederek göndermiş olduğu iki kitap. Birincisi, Rüstem Paşazade Hüseyin’in kaleme aldığı, nihayet Prof. Dr. M. Sadi Çögenli ile Prof. Dr. Nurettin Ceviz’in tahkik ederek 2022 yılında yeniden Arapça olarak yayınladığı 114 beyitlik “Lâmiyetü’t-Türk” adlı çalışmadır. İkincisi ise, bahsi geçen bu lâmiyede yer alan beyitlerle birlikte, üç farklı milletten üç ayrı şaire ait lâmiyenin birer bölüm hâlinde yine iki hocamız tarafından tercüme edilip bir araya getirilmesi ve “Arap Edebiyatından Manzum Klasik Me-tinler” başlığı altında diğer şairlerden de altı adet kasideyle beraber Arapçadan Türkçeye kazandırıl-mış olmasıdır.
Biz bu yazımızda, yeniden tahkik edilip yayınlanan 114 beyitlik “Lâmiyetü’t-Türk” adlı Arapça eserden daha ziyade, bu eserle birlikte, diğer iki lâmiye ile altı ayrı kasidenin Türkçeye tercümesinden mey-dana gelen “Arap Edebiyatından Manzum Klasik Metinler” adlı eser üzerinde durmaya çalışacağız. Tam ismi “Arap Edebiyatından Manzum Klasik Metinler ve Tercümeleri” olan bu eser, Ağustos 2021 tarihinde Akdem Yayınları tarafından 170 sayfa hâlinde basılmış; okurların, öğrencilerin ve bu alanda akademik araştırma yapanların hizmetine sunulmuştur.
“Arap Edebiyatından Manzum Klasik Metinler ve Tercümeleri” başlığıyla yayınlanan bu kitap, başta “ön söz”ün yanı sıra Lâmiyetü’l-Arab, Lâmiyetü’l-Acem, Lâmiyetü’r-Rûm/ Lâmiyetü’t-Türk, Unvânu’l-Hikem, El-Kasidetü’r-Rûhiyye, El-Kasidetü’l-Münferice, Kasidetü’l-Emâlî, El-Kasidetü’n-Nûniyye ve Nasihatü’l-İhvân olmak üzere, dokuz ana başlıktan meydana gelmektedir. Yazımızda bu dokuz ana başlıktan sadece ilk üç lâmiye ele alınacak ve bu lâmiyeler edebî içerik, mantıki tutarlılık ve zamansal değer açısından incelenecektir. Sonuç itibariyle farklı zaman ve mekânlarda yaşamış üç farklı şairin üç ayrı lâmiye yazarak kendilerine özgü anlayışlar çerçevesinde, şiir ve edebiyata nasıl bir çeşitlilik katmaya çalıştıkları üzerinde durulacak, böylece yazımızın gelişme ve sonuç bölümleri ta-mamlanmış olacaktır.
Ancak üç ayrı millete mensup şairden, üç ayrı lâmiye konusuna girmeden önce, “Lâmiye ne demek-tir?” bunun üzerinde kısaca duralım. Lâmiye, Arap şiirinde bir tarzdır. Diğer bir deyişle, kafiye oluştu-ran tüm kelimelerinin son harfleri “lam” olan ve baştan sona bu şekilde devam eden kaside ve şiirle-re verilen addır. Dahası, bir kasidenin; kafiye oluşturan son kelimelerinin “emel, ecel, hacel, mecel” kelimelerinde olduğu gibi lam ile başlayıp lam ile sona ermesi hâlidir. Arap edebiyatında, aynen lâmi-yeler gibi, bir de nûniyeler vardır. Bunlar da tıpkı lâmiyelerde olduğu gibi, kafiye oluşturan kelimele-rinin sonu “nun” harfiyle biten kaside veya şiirlerden meydana gelir. Lâmiyeler daha çok, kaside türü şiirlerde kullanılan bir kafiyeleme şeklidir. Rüstem Paşazade Hüseyin tarafından kaleme alınan Lâmi-yetü’t-Türk, lâmiye tarzı şiirin Osmanlı edebiyat tarihindeki en didaktik örneklerinden birini oluştu-rur. Şimdi üç ayrı lâmiye şairini, üç ayrı kasidesiyle birlikte tanıyıp anlamaya çalışalım.
Şanfara el-Ezdî’nin Lâmiyetü’l-Arab’ı
“Arap Edebiyatından Manzum Klasik Metinler ve Tercümeleri” adlı eserde yer alan ilk lâmiyedir. Aynı zamanda bir kaside olan bu uzun şiir, Arap edebiyatında kaleme alınan ilk lâmiye örneklerindendir. Yazarı, İslam öncesi dönemde yaşamış seçkin Arap şairlerinden Şanfara el-Ezdî’dir. Şanfara, şairin “kalın dudaklı” anlamına gelen lakabıdır. Aslen Yemenli olan, Cahiliye döneminde kendilerine özgü bir grup oluşturarak “Kopuk Şairler/ eş-Şuarâu’s-Saâlîk” içerisinde yer alan Şanfara, çocuk yaşlarda Selâmân kabilesine esir düşmüş, bir süre orada kalıp belli bir yaşa geldikten sonra kendi kabilesine dönmüştür. Ancak kabilesine döndükten sonra, esir olarak kaldığı Selâmân kabilesinden bir kızla evlenmek istemiştir. Ne var ki kızın babası Şanfara’yı küçük görmüş, olanca ağır sözler söyleyerek onu aşağılamış, kızını vermeyi reddetmiştir.
Bunun üzerine Şanfara bu kabileden yüz kişiyi öldürmeye yemin etmiş, seri cinayetlere başlamıştır. Fakat gün gelmiş Şanfara’nın kabilesi bu öldürülen kişilerin diyetlerini ödeyemez hâle gelmiş, en nihayet şairi kabileden atmak zorunda kalmıştır. Kabilesinden kovulmayı bir türlü içine sindiremeyen Şanfara da, bu duruma çok içerlemiş, size muhtaç olmaktansa dağlara, vadilere sığınır; kaplanlar ve sırtlanlarla dost olurum diyerek kendini doğanın kucağına atmış; son derece lirik, içtenlikli ve betim-lemeleri zengin bir kaside kaleme almıştır. Bu arada Selâmân kabilesinden 99 kişiyi öldürdüğü söyle-nen Şanfara, Miladi 525 yılı civarında işkenceyle öldürülmüştür. Hatta Arap edebiyatıyla ilgili kaynak-larda; cesedinin uzun süre halka teşhir edildiği, bu teşhir sırasında Selâmân kabilesinden bir kişinin kafatasını tekmelediği ve bu tekmeleme esnasında ayağına batan bir kemik parçasının o kişinin ölü-müne sebep olduğu, böylece öldürmeye yemin ettiği 100 kişinin tamamlandığına ilişkin bazı bilgiler yer alır.
Şanfara, “Lâmiyetü’l-Arab” başlıklı kasidesiyle ünlenmiş, 68 beyitten oluşan bu kasidesiyle Arap edebiyat tarihine geçmiştir. Kabilesine oldukça kızgın olan Şanfara, ailesine de o nispette kızgın ve tepkiseldir. Bunu, hemen her yerde belli eder. Bundan böyle kasidesinin 5 ve 6. Beyitlerine şu ifade-lerle başlar:
“Benim sizden başka ailelerim vardır. Koşmaya dayanıklı kurtlar, derisi kaypak benekli kaplanlar ve yeleli sırtlanlar.”
Aile dediğin işte onlardır. Ne kendilerine emanet edilen sırrı yayarlar, ne de cinayet işleyeni yardımsız koyup perişan bırakırlar.”
Bu beyitlerde, açık ve dolaylı biçimde teşbih ve tecahülle karışık kinaye ve tezatları başarıyla kulla-nan, dahası ailesini ve kavmini öteleyip onca vahşi hayvanı kendisine dost ve akraba edindiğini söy-leyen şair, aşağıdaki teşbih yüklü beyitleriyle, sanki tenezzülsüz şekilde kibirlenmesinin ve ailesin-den kopukluğunun kompleksini tatmin etmenin yollarını arar gibidir.
“Ama bende öyle bir izzetinefis var ki, beni yedirmeye tahammül ettirmez. Ancak o nahoş hareketin çaresine bakacağım kadar dayanabilir.”
“İpçinin iplerinin bükülüp sağlamlaşması gibi, ben de açlığa karşı bağırsaklarımı bükerim.”
“Az bir azık için, ovaların birbirine hediye ettiği zayıf boz kurdun erken kalkması gibi, ben de sabah erken kalkarım.”
…
Şanfara’nın beyitleri, hep böyle devam edip gitmektedir. Dolayısıyla bu kasideye bakıldığında, ge-nelde bir yalınlık, yeknesaklık ve aynilik göze çarpmaktadır. Bununla birlikte olağanüstü bir özlü söze, aforizması yüksek bir deyişe veya çok kayda değer etkili bir ifadeye pek rastlanmamaktadır. Ancak söz konusu kasidenin “dağ, bayır, ova, keçi, sırtlan, kaplan, kurt, çöl” gibi yabanıl figürlerle, bir hayli otantik özellikler barındırdığı bir gerçektir. Ayrıca “mertlik, kahramanlık, kendini gösterme, tenezzül etmeme ve benmerkezcilik” gibi bir dizi Cahiliye telakkisinin bu otantik figürlerle iç içe geçmiş olması, Lâmiyetü’l-Arab’ı bir nebze de olsa farklı kılmakta ve farkındalıklı bir konuma yükseltmektedir. Bu-nun yanında; oldukça lirik, içtenlikli ve kendilikli bir söz akıntısı hâlinde devam edip giden tezat, tel-mih, tecahül, benzetme ve kinayelerle süslü birtakım ibare veya dizelerin kendine özgü bir ritmi ve derinliği vardır. Öte yandan aynı kasidede; kötülükten kaçınmanın kahramanlık sayılması, açgözlülü-ğün dolaylıca yerilmesi, çalıp çırpma veya yağmacılık gibi tasvir ya da teşviklere yer verilmemesi, do-laylı da olsa onurlu bir yaşamla erdemli bir duruşun öncelenmiş olması, esere hem etik hem edebî bir değer katmaktadır. Ayrıca, kasidenin Arapça orijinalinde müthiş bir akıcılığın, güçlü bir söylem musikisinin olduğu, gözden ırak tutulmaması gereken bir gerçektir.
Et-Tuğrâî’nin Lâmiyetü’l-Acem’i
Et-Tuğrâî’nin asıl adı, Hüseyin bin Ali bin Muhammed’dir. Selçuklu sultanlarının maiyetinde sekreter-lik ve mühürdarlık görevlerinde bulunması sebebiyle, et-Tuğrâî lakabıyla şöhret olmuştur. Bilahare Selçuklu sultanları arasında meydana gelen kardeş kavgaları sonrası, yenilen tarafta yer aldığından ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ancak karşısındaki askerler katli için tam oklarını atacakları sırada sevgi-ye dair çok etkileyici beyitler terennüm etmiş, sonuç itibariyle idamdan kurtulmuştur. Ne var ki çok geçmeden küfre girmekle suçlanmış, maalesef ölüm yine kendisini arayıp bulmuştur.
Et-Tuğrâî’yi asıl şöhretli kılan, 11. Yüzyıl başlarında kaleme aldığı ve içeriğinde devrinin olumsuz şart-ları karşısında şikâyet ve yılgınlıklarını dile getirdiği Lâmiyetü’l-Acem adlı 59 beyitlik kasidesidir. Aslın-da bu kasidenin; yazarı olan et-Tuğrâî’nin İran toprakları üzerinde doğmuş ve bu topraklar üzerinde hüküm süren Selçuklu sultanlarının emrinde çalışmış olmasının dışında, İran veya Acemlikle ilgili hiç-bir bağlantısı bulunmamaktadır. Bundan böyle, sanıldığı gibi, bir önceki lâmiye olan Lâmiyetü’l-Arab kasidesine karşı herhangi bir rekabet veya hafife alma amacıyla yazılmış falan değildir. Dahası, söz konusu kaside önceleri orijinal hâliyle “Lamiyye” adını taşırken, daha sonraki devirlerde tema ve şekil itibariyle Lâmiyetü’l-Arab’ı çağrıştırması sebebiyle, Yâkut el-Hamevi ile Ebu’s-Safâ es-Safedi gibi âlim ve tarihçiler tarafından bu adla anılmış ve öylece meşhur olmuştur.
Ancak et-Tuğrâî’nin Lâmiyetü’l-Acem’inin; anlam ve içerik bakımından, bir önceki kaside olan Lâmi-yetü’l-Arab’ı akla getiren bazı otantik benzerlikler taşıması, ilginç olduğu kadar şaşırtıcıdır. Bu kaside, Lâmiyetü’l-Arab’a karşı edebî bir güç göstergesi olarak kaleme alınmamış olabilir. Ama ona öyküne-rek kaleme alındığına, dahası onu taklit etme kaygısıyla yazıldığına ilişkin bazı belirtiler de yok değil-dir. Böylesi bir tespiti, şuna dayanarak yapıyorum. Bir kere her iki lâmiye de; hem teşbihleri, hem temaları hem otantik oluşları itibariyle aynı edebî kaynağın ürünüymüş gibi bir izlenim uyandırmak-tadır. Öte yandan Lâmiyetü’l-Acem’in içerisinde, İslam’ın yayılışından sonra kaleme alındığı hâlde, İslam kültürüyle ilgili kayda değer bir belirtinin bulunmaması, ayet veya hadislerle ilgili hiçbir atfın veya telmihin yer almaması, bu tezimizi güçlendirmektedir. Bununla birlikte, Selçuklu kültür ve uy-garlığının düşünce düzeyini, edebiyat anlayışını ve mantık kurgusunu gösteren bazı farklılıklar, o dev-rin toplumsal ve siyasi sancılarıyla ilgili bazı şikâyet ve imalar da Lâmiyetü’l-Acem’in dikkat çeken özellikleri arasındadır. Bunu, kasidenin ilk beyitlerinde görmek mümkündür.
“Düşüncenin sağlamlığı, beni hatadan korudu. Faziletin süsü de, süs olmadığında beni bezedi.”
“Nitekim sonraki şerefim de, önceki şerefim de birdir. Kuşluk öncesindeki güneş, batışındaki güneş gibidir.”
Ayrıca Et-Tuğrâî, Lâmiyetü’l-Acem’inde, devrinin haksızlık ve adaletsizlikleriyle ilgili bazı eleştirel do-kundurmalarda bulunmaktan da çekinmez. Dolayısıyla kasidesinin 43, 44, 46 ve 47. Beyitlerinde, kendince bu güvensizlik ortamını ve hukuksuzlukları dile getirmeye çalışır:
“Ben ömrümün, akılsız ve bayağı insanların saltanatını görecek kadar uzamasını istemem.”
“Beni öyle insanlar geçti ki, onların koşarak yürümeleri, yavaş yürüsem bile, adımlarımın gerisinde kalırdı.”
…
“Benden aşağı olanlar, bana üstün gelirse buna şaşılmaz. Güneşin Satürn’den aşağıda bulunması benim için örnektir.”
“Öyleyse onlar için hilesiz ve sıkıntısız sabret! Zira zamanın olaylarında hileye ihtiyaç bırakmayacak şeyler de vardır.”
Rüstem Paşazade Hüseyin’in Lâmiyetü’t-Türk’ü
Rüstem Paşazade Hüseyin, Balkan coğrafyasından bir aileye mensuptur. Yakınları Osmanlı devlet bürokrasisinde görev almış saygın kişilerdir. 1553 yılında Belgrat’ta dünyaya gelmiştir. Budin Beyler-beyi, Rüstem Paşa’nın torunudur. Aynı zamanda “Hâsibî” mahlasıyla tanınmaktadır. Önce mülazım olmuş, bilahare müderrislik, kadılık görevlerinde bulunmuştur. En son Medine kadılığından emekli olduğu kayıtlarda yer alsa da, bu biraz tartışmalıdır. Ancak onun, emekliliğinden sonra Kahire’ye yer-leştiği bilinmektedir. Emeklilik yaşamı boyunca evi; âlim, şair ve yazarların toplanıp beraberce fikir alış verişinde bulunduğu bir mekân olmuştur. 1614 yılında 9 Ağustos Cuma günü Kahire’de vefat etmiş ve oraya gömülmüştür.
Yaklaşık yedi civarında eser kaleme alan Rüstem Paşazade Hüseyin, engin bir bilgi birikimine sahip, bilge ve güzel ahlaklı bir kişi olmasının yanında, sanatçıları koruyup kollamasıyla tanınmıştır. En önemli eserlerinden biri, 1606 yılında Lâmiyetü’t-Türk (Şerhu Lâmiyyeti’r-Rûm) adıyla kaleme aldığı nasihatname türündeki 114 beyitlik kasidedir. Lâmiyetü’t-Türk adlı kasidesine, şu beş beyitle başlar Rüstem Paşazade Hüseyin:
“Allah yolunda kardeşim dinle beni! Çok yaşayasın. Bana lütfedilen şeyleri senin o güzel bakışına sunuyorum.”
“Her şeyin yaratıcısı olan Allah’tan kork! O zaman her şeyde emniyette olursun. Nefsine uyma! Böy-lece arzu edilen şeylere kavuşursun.”
“İyilerle beraber ol ki, onların güzelliklerini elde edersin. Kötülerle yatıp kalkan rezil rüsva yaşar.”
“Kötülerle arkadaşlık etme ki, sonra keşke onu dost edinmeseydim deyiverirsin.”
“Şüphe yok ki kişinin hâli, yoldaşının hâli gibidir. Öyleyse sen de kötüleri bırak, iyilerle arkadaş ol!”
İlk beş beyte bakıldığında, Rüstem Paşazade Hüseyin’in bu lâmiyesinin daha önceki iki lâmiye ile sadece şeklî ve morfolojik bir benzerlik taşıdığı görülmektedir. Buradan hareketle, kasidenin Arapça orijinalinin; akıcılık, kafiye, vezin ve belagat gibi bazı edebî özelliklerin yanı sıra; tezat, teşbih, telmih, hüsnüta’lil ve sehlimümteni gibi sanatların yerinde ve zamanında kullanılması yönüyle başarılı bir lâmiye kaleme alındığı söylenebilir. Ancak aynı beyitler, anlam açısından diğer iki lâmiyenin tam aksi-ne, çok daha farklı bir anlayışın ürünüdür. Yani deyim yerinde ise Lâmiyetü’t-Türk’te, 16 ve 17. Yüzyı-lın geleneksel dinî literatürü hap gibi kullanılmış, dinin iki ana referans kaynağı olan ayet ve hadislerle çizilen bir ray üzerinde ilerleyen tren misali, bir yığın klasik öğüt diziniyle hedef veya gayeye ulaşıl-maya çalışılmıştır. Bundan böyle dinî telmihlere fazlasıyla yer verilmiştir. Hatta 12 ve 14. Beyitlerde bu telmih konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki, beyitlere ait dizelerden her biri, neredeyse Kur’an ayetlerine ait birer bölümle tamamlanmıştır.
Bununla birlikte Lâmiyetü’t-Türk kasidesi, son derece samimi bir niyetin, temiz bir duygunun, duru bir arzunun ürünüdür. Dahası, İslam kültür ve uygarlığının imbiğinden süzülmüş, sevgi ve merhamet-le mayalanmış, sadece insana ve insanlığa faydalı olmayı amaç edinmiş seyir kılavuzu veya yol levhası kıymetinde bir edebî başyapıttır. Bunu, kasidenin değişik sayfalarından devşirilmiş şu beyitlerin taşı-dığı yüksek idealizm mahsulü ifade ve söylemlerden de anlamak mümkündür. Mesela 56, 66 ve 69. Beyitlerin içerdiği derin anlam, bu ideal düşüncenin birer örneği sayılabilir.
“Uzun yaşamayı arzu edersen, Allah’ın aynı yerde yaşadığın kullarına faydalı ol!”
“Cahilin biri kötülük yaptığında onu iyilikle savuştur. Mükâfatını sonsuz sabır sahibi olan Allah’tan ümit et!”
“Kendi nefsinde gördüğün ayıptan dolayı, başkasında gördüğün ayıba göz yum ki, olgunluk ve gü-zel ahlak ile nitelenesin.”
Tabii böylesi didaktik ve nasihat çağrışımlı edebî yapıtların, Osmanlı toplumunun o günkü şartlarında fazlasıyla alıcısının bulunabileceği ve bu tür kasidelerin toplumların daha güzele erişmesi bağlamında büyük katkılarının olabileceği düşünülebilir. Ancak günümüz şartlarında eğitimin; nasihat veya öğüt verme, didaktik konuşma, yazıyla dikte veya yönlendirmede bulunmadan daha çok davranışla ilgili bir güdüleme veya örnekleme olduğu hususu gözden ırak tutulmamalıdır. Bundan böyle bugün Müslüman toplulukların “z” kuşağına mensup uyanık gençlerinin kahir ekseriyeti, bu tür didaktik ifadelere fazlasıyla doygundur. Çünkü böylesi yüce değerler hem hâlden dile düşmüş, hem büyük bir değer aşınımına uğramış, hem olur olmaz yerde söylenip durulduğu için boğulmuş ve etkinliğini yitirmiştir. Öte yandan böylesi öğüt türü yazı ve ifadelerin kökeninde; insan doğasıyla çelişen, dola-yısıyla ona itici gelen “ben senden daha iyisini bilirim” markajlı bir müstağnilik gizlidir. Bundan böyle samimiyetle kaleme alındığı izlenimi uyandıran Lâmiyetü’t-Türk kasidesinin, tarihî bir kıymetinin ol-duğu izahtan varestedir. Ancak günümüzde bu tür bir kaside yazılacaksa şayet, öncelikle içi salt bir samimiyetle doldurulmuş ve emir kipinden arındırılmış olmalıdır. Hatta bu bağlamda Lâmiyetü’t-Türk’te de yer alan “Ed-dinu nasihatün” hadisinin, son yıllarda “Din nasihattir” şeklindeki klasik çevi-risinden “Din samimiyettir”e dönüşmüş olması, hem hadisin gerçek anlamına ulaşması hem çağın doğruyu bize dayatması, şeklinde yorumlanabilir.
Sonuç itibariyle hem Türk-İslam hem Arap edebiyatına, üç ayrı şairden üç farklı kaside miras kalmış-tır. Şanfara el-Ezdî’nin Lâmiyetü’l-Arab’ında tamamen Cahiliye devrini yansıtan kendilikli bir özgün-lük söz konusudur. Et-Tuğrâî’nin Lâmiyetü’l-Acem’inde de İran veya Acemlikle ilgili doğrudan bir alaka bulunmamakla birlikte, Lâmiyetü’l-Arab’a olan bir çeşit öykünmenin izleri görülmektedir. Rüs-tem Paşazade Hüseyin’in Lâmiyetü’t-Türk’ünde ise, kendi şartlarına mahsus sadelik ve geleneksel-likle birlikte, diğer iki lâmiyeye son derece kibar ve mütevazı bir biçimde, “sizden daha iyisini yazdım“ mesajı verilmektedir. Bu mesajı, Lâmiyetü’t-Türk’ün 103, 104 ve 105. Beyitlerinde görmek müm-kündür.
“Bu kaside bizim için, hak dine yoldaş olacak öğüt ve hikmetler defteridir.”
“O kasideyi koru ve öğüt olarak sana emanet ettiğim şeylerle amel et! Bunların heba olmasını iste-mem.”
“Bu, Arapların ve Farsların üstünlüklerini bir araya getirmiş ve tamamlamış olan Lâmiyetü’t-Türk’tür.”
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.