- 419 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şizofreni
ŞİZOFRENİ
Ön söz
Şizofreni, romanı Anadolu’n bağrında yetişen bir gencin başına gelen olayları anlatan bir romandır.
Yaşadığı aşkları, aşklardan çektiği acıları terk edilmişliğin kendisinde meydana getirdiği hastalıkların olayıdır.
Sevgisizliğin, yalnızlığın horlanmışlığın küçük görülmüşlüğün, sonuçlarının olayıdır.
Önce zekâsı sayesinde köy enstitülerinde okuyan doğu hizmetinde görev yapar iken Yükseğine giden okuyan öğretmen olan öğretmenlik yaparken uğradığı haksızlıklar karşısında karamsarlığa düşmesini akıl hastalığı gibi görüp, polisler kanalı ile akıl hastanesine yatırılan hastanedeki kendisine yapılan insanlık dışı olayların anlatıldığı bir romandır.
Hayatın acımasızlığı karsında çaresizce kıvranan kendi kıvrandığı gibi ailesini de zor durumlara sokan birinin romanıdır.
Hayallerle yaşamanın insana verdiği zorluklarının anlatıldığı, yıkılan hayallerin insan üzerindeki etkilerini anlatan bir dramın romandır.
Yazar.
Ahmet Yüksel Şanlı er
İnsanlar’ da baktığımız düşündüğümüz zaman, tıpkı etrafta gördüğümüz ormanlardaki ağaç topluluğunu oluşturan ağaçlar gibidir. Ağaç ve insan, her ikisi’ de, toplumun içinde çocukluğunu yaşayarak büyür ve gelişir. Geçirir ve daha sonra çocukluk çağını yaşar, insanlar büyüyüp gençliğini sonra yaşlılığını nasıl yaşıyor, sonra zamanı gelince nasıl ölen canlılarsa ağaçlarda aynen öyledir. Her ikisinin’ de, ortak yanları vardır. Biri başlangıçta bir fidelik çağını yaşarken, daha sonra bu fide büyüdükçe, gençlik dönemini ve arkasından yaşlılık dönemini yaşardır. İnsanlar’ da aynıdır, doğar bebek olur yani fide olur, fidan olur gelişir serpilir sonra gençlik olur. Daha geliştikçe aynı insanlar gibi topluma yarayışlı kendine yarayışlı hale gelir çiçek verir meyve verir ve sonra yaşlanır nihayet ölürdür. Nasıl insanlar önce çocukluk çağı arkasından gençlik ve yaşlılık zamanlarını sırayla geçiriyorsa bitkiler ve ağaçlarda aynan öyledir.
Bir ağacı düşünün, ağaç haline gelmeden önce bu ağaç, topraktan önce bir fide olarak çıkar, toprağında beslenir büyür, sonra gençlik çağı olur ve daha sonra bunlar, yavaş, yavaş yaşlanmaya başlar ve bunun gençliğinden sonraki dönemde insanlar yaşlanmadan evvel faydalanılırlar,
Faydalanılmayanlar ise, yerinde iyicene yaşlanınca, ayakta iken bunlar zamanla hastalanır, yine ayakta iken bunlar ölürdür. Rüzgârlara fırtınalara, doğal afetlerle dayanamaz olurlar ve sonra devrilirler düştüğü yerde enkaz olur çürürler, sonunda aynı ölen toprağa gömülen mezarlardaki insanlar gibi, toprağa karışırlar bu ağaçlar toprak olur giderdir.
Ya insanlar, onlar’ da öyle değil midir, topraktan değil amma anasından annesinden önce doğar, bebek olur, çocuk olur annesinden beslenir büyür, sonra genç olur, gençliğinden, aynı ağaçlarda olduğu gibi toplum varlığından faydalanılır bunlar sonra döl verir, tohumdan çıkan fidanlarda olduğu gibi, çoluk çocuk verir, sonra yaşlanır onda çeşit, çeşit hastalıklar başlar ve ona verilen ömür bir gün son bulur ölürler. Toprağa gömülürdür, insanlar’ da, tıpkı bu ölen ağaçlar gibidir, torakta çürür giderler ne et kalır ne kemik kalır, sonunda toprak olurlardır. Şimdi ne oldu, her ikisi de, bitki ağaç ve insan üçlüsü aynı benzerlikle sonunda toprak oldu bu dünyadaki hayatları bitirmiş oldu.
İnsanlar ve bitkiler, sonra hayvanlar yani kısacası bütün canlı varlıklar, can taşıyan insanlarda, (bu cana ruh denir) hayvanlarda ise can, denilir.
Bir canlı varlık olan bitkiler, topraktan aldığı besinler ile belli bir zamana kadar yaşarlar insanlara faydalar verirler sonra onların sınırlı ömrü, olan içindeki kambiyom tabakasındaki besinler bitince can kalmaz ya ölürler, ya da daha gençse uykuya dalarlar. Baharda tekrar canlanırlar amma insanlarda olduğu gibi belli bir yaşın sonunda onlarda artık yeniden yeşermez ölür toprak olurlar.
Mehmet tıpkı bir ağacın gençlik dönemini yaşıyordu yeni yetme ağaç gibi gür sağlam yapılı toplum içinde büyüyen ağaç gibi başı gökte bir delikanlı idi.
Nasıl bir fidan ağaç topluluğu içinde büyürken güneşten faydalanabilmek için, düzgün bir gövde yaparak büyüyüp genç sağlıklı bir birey oluyorsa, Mehmet’ de, tıpkı o ağaç gibi toplum içinde büyüdüğü çağda sağlıklı düzgün yapılı bir delikanlı olmuş zekâsı sayesinde yatılı okulda okumuş nihayet öğretmen olarak hayata atılmıştı..
Gençlik onu, her geçen gün daha gösterişli biri yapıyor, ondan faydalanmak isteyenlere insanda aranan bir kişilik vermişti.
Yakışıklıydı, yaşadığı zamanının o günlerdeki durumuna göre, mesleği toplum içinde fena bir meslek değildi ve tam aksine, toplum içinde saygınlık gören, evlenme çağındaki genç kızların ise, çokca aradığı evlenmek istediği bir mesleği vardı.
Böyle bir genci, her genç kız kaçırmak istemezdi. Ona yaklaşmak onunla tanışmak ona âşık olmak, evlenip bir yuva kurmak her genç kızın, gönlünde yatan bir mesleğe sahiptir Mehmet.
Mehmet’ de evlenmek için erkek arayan kızlardan, farklı biri değildi, Yerinde durmuyor, genç olmanın kendisinde yarattığı heyecan beynindeki aşk yaşama hissini veren bölümlerdeki hücrelerini şehvet arzusu ile devamlı olarak gençliğinin kendine verdiği arzu ile zorlayıp duruyordu.
Akrabalar tanıdıkları eş dostlar arasında, çokca dikkat çeken bu delikanlının, gönlünü alabilecek tek biri vardı. Bu kız, bir evin tek kızıydı ve çok’ da güzel bir kızdı.
Öğretmen Mehmet ile bu güzeller güzeli genç kız, neredeyse yaşıt olan Leyla adında biri idi. Leyla onu, daha okul yıllarında iken gözüne kestirmişti. Onu okulda iken takip ediyor, okulu biter bitmez, onu avucunun içine alabilmek için, sık, sık bu delikanlının karşısına çıkıp, cilveli kadınsı hareketleri ile ve sergilediği saten güzel olan güzelliği ile onu kendi içine alabilmek için, adeta ona karşı bir kazanma savaşında, hücuma geçer gibi, faaliyetlerde bulunuyordu.
Mehmet, okulda okurken ara tatillerde evine geldiğinde, Leyla dört gözle onun yolunu bekler olmuştu. Böyle bir günde evine ara tatiline dönen Mehmet, bir gün bir aile dostlar toplantısında, Leyla yı tesadüfen görmüş, onun güzelliği karşısında etkilenmiş ve tatilinin büyük bir kısmını, ailelerden gizli olarak onunla geçirmeye başlamıştı.
Bağ aralarındaki ıssız yerlerde, ağaçlık yerlerde bazen ıssız bağ evlerinde buluşmaya konuşmaya ve sevişmeye başlamışlardı.
Fırsatı kaçırmak istemeyen, güzeller güzeli Leyla az değildi, süsleniyor, püsleniyor ve bir evin tek kızı olmasının kendine tanıdığı avantajlarını kullanıyor, sonra en güzel giysileri ile devamlı olarak Mehmet’in karşısına çıkıyor alıcı satıcı gözleri ile onu süzerek etkiliyor, onun devamlı olarak bulunduğu yerlerde dolaşıp gezinip onun dikkatini çekmeye çalışıyordu.
Bu durum sonradan öyle bir hale gelmişti ki, Leyla artık onunla sevişmekten bile kaçınmaz olmuştu.
Leyla genç ve görünüşü ile güzel bir kız olarak, kendisi istediği takdirde kimsenin kendisini red edemeyeceğini biliyordu. Son sınıfa gelmiş okulunu bitirmesi yaklaşmış olan sevdiği gencin, diploma almasını bekliyordu.
Mehmet’in bu tatili, çok kısa sürmüştü. Fakat Mehmet en az güzel Leyla kadar, o’ da mutlu görünüyordu. Gençlik çağında bir sevgili kazanmıştı. Okuduğu okulunda, kız öğrenciler olmadığından, kalbinin attığı bu gençlik çağında, kalbini verdiği sevdiği kız olan Leyla, artık bunun okul bitince, onun severek ve isteyerek, evlenebileceği bir kız olarak görünüyordu.
Üstelik bunlar, uzaktan biraz olsun akraba bile sayılırlardı. Aileler birbirleri ile konuşan, anlaşan, bunların evlenmesi halinde, evlenirken birbirlerine engel çikaramayacaklarını, düşündükleri kişilerdendi.
Leyla sevdiği delikanlının buluşmalardaki aşkına konuşmalarına geleceği hakkında hayaller kurmalara doyamadan, tatil bitmiş artık onların buluşmaları sona ermiş ve Mehmet tekrar okulunun yolunu tutmuş okumaya devam etmişti. İkinci dönemde, daha fazla çalışarak okulunu bitirmek için okuluna dönmüş ara tatilinde tanıştığı seviştiği âşık olduğu Leyla’ın kendisinde yarattığı moral ile derslerine daha bir sıkı sarılmıştı..
Aradan geçen zamanda ise Leyla için sanki asırlar yıllar geçmiş gibiydi. Oysa sevdiği okuluna daha gideli, dört ay olmuş ve Mehmet okulunu bitirerek öğretmenlik diplomasını almış, öğretmen olarak atanmış biri olarak, valizi elinde diploması cebinde yine otobüsle memleketine tekrar dönüyordu.
Leyla sevdiği gençten aldığı haberle, mutluluktan yerinde duramıyor, dört ay önce beraber olduğu seviştiği sevdiği kişi ile yaz aylarında evlenebileceğini düşünerek, hayaller kuruyor uykusuz geceleri geçirmeye başlamıştı.
Mehmet elinde valizi, valizinde öğretmen diploması ve atama emri ile birlikte, evine döndüğünde, evinde o gün evlerinde adeta bir bayram havası vardı.
Mevsim ilkbahardı ve evleri bu yeni gelmiş bahar gibi şenlik ve neşe içindeydi. Sevinç doluydu odalar, evdekilerin mutluluktan yüzleri gülüyordu.
Baharda yeşeren çimenler gibi, umut dolmuştu çevresindeki yerlerde neşe vardı gülüşmeler kahkahalar vardı.
Mehmet evine diploması ile atanma emri ile döner dönmez, ilk iş olarak kışın sömestri tatilinde buluştuğu sevdiği ve fırsat buldukça seviştiği güzeller güzeli Leyla’ sını merak ediyordu ve bir an önce onunla yeniden buluşmak için can atıyordu.
, Bu yazı okuluna gidip başlamadan önce, hoşca vakit geçirmek istiyor ve göreve başlamadan önce ailesinden onu istetip onunla evlenerek, atamasının yapıldığı okulun olduğu yere onunla birlikte evli ve mutlu olarak gitmek istiyordu.
Leyla dersen, bunu sevdiğinden çok en fazla o istiyordu, bir aksilik olmasından korkuyordu, ya benimle evlenmekten vaz geçerse ben ne yaparım sonra diyen düşünceleri içinde kıvranıyor, kendi kendini içindeki şüphe ile yeyip bitiriyordu.
Biliyordu ki yakışıklı üstelik kariyer sahibi gençleri tuzağına düşürmek isteyen ilçede çok fazla kız vardı.
Bu yüzden her ihtimali düşünerek, hal ve hareketleri ile Mehmet ile buluşacağı günlerde, onun kendisine olan arzularının daha da çok artıp doruğa çıkması için, elinden gelen her hareketi yapmaya hazırdı ve bunları yapmaya başlamıştı..
Dediği gibi de oldu, hal ve hareketleri ile yeniden Mehmet’in kalbini sonunda kazanmıştı. Artık onunla buluşup gizli, gizli buluşarak konuşmaya gelecekleri hakkında konuşmaya başlamışlardı.
Onların yaşadığı dönemde, bekâr bir erkeğin yabancı bir kızla konuşması aslında kural ve gelenek gereği yasaklardandı, halkın arasında böyle buluşmaları dedikodu malzemesiydi. Onun için bunlar, konuşmak için, yer aradıklarında buluşurken bütün konuşmalarını herkesten ailelerinden yabancı gözlerden uzak, kimselerin onları göremeyeceği yerlerde, buluşup konuşmaya başlamışlardı.
Bazen buna fırsat bulamazlar ise, birbirlerine mektup yazıyorlar bu mektupları, anlaştıkları belli bir yerde birbirlerine veriyorlardı.
Ya, da bir taşın altına koyuyorlar, ya’ da, bir ağacın kovuğuna koyarak, birbirlerine yazdıkları mektupları böyle ulaştırıyorlardı.
Mehmet ile Leyla, artık birbirlerini seven iki sevgili idi, her ikisi ‘ de birbirinden hoşlanmış, birbirlerini sevmiş zaman içinde birbirlerine kışınki sömestri tatilindekinden çok daha sıkı âşık olmuşlar, bunların evlenebilmeleri için, geriye sadece ailelerinin istemesi ve onların kabul etmesi ile izin vermeleri gerekli olmuştu.
Mevsim henüz ilkbahardı ve havalar ısınmış sıcaklar yenice başlamıştı. Dağlar, ormanlar, güneşin ısıttığı baharı bekleyen topraklardaki bahardan nasiplenmiş ısınmış, her yerde çiçekler yeniden açılmış, baharın gelişi ile ağaçlarda taze sürgünler çıkmış dalları tazece yapraklanmış, bitkiler her geçen gün biraz daha boy atmaya uzamaya başlamıştı.
Yeşil kırlar, çiçekli bahçeler, kendilerinde gezinecek çiçeklerini sevecek, onları eğilip dalında iken koklayacak, kendilerinde sevgilileri ile buluşup konuşacak, sevişecek olan, yeni âşıklarını bekliyordu.
Mehmet ile Leyla böyle günlerde buluşuyorlardı ve geleceklerini düşünüyor çeşitli hayaller kuruyor ve elimimizi çabuk tutmalıyız diye düşünüyorlardı.
Son bahar gelmeden, Mehmet yeni görev yerine gitmeden bir önce, bunlar düğün yapmalıydı ve evlenmeliydi. Mehmet in yeni görev yerine giderken, Leyla ile evlenmiş, mutlu çiftler olarak gitmek istemişti.
Bu düşünce ile iki sevgili artık her Fırat bulduklarında sık, sık buluşmaktaydı ve onlar artık, kimseden hiç çekinmiyorlardı. Bunların birbirlerini sevmiş olmaları buluşup konuşmaları halk arasında anne babalar arasında bile artık bilinir olmuştu.
Böyle olmasına rağmen, yine’ de onlar temkinli davranmaktan çekinmiyorlar, iki aile arasında ilerideki günlerde tam evlenirken olumsuz olaylar olabileceğini düşünmeye başlamışlardı.
Çünkü babalar arasında, geçmişten gelen, bazı tatsızlıklar vardı bu yaşanmış tatsızlıklar onların evlenmesine mani olabilirdi.
Ağaçlar yapraklanmış çiçekleri açmış meyvelerinin, yenecek hale geldikleri bir günde Mehmet ile Leyla konuşup bağ evinde buluşmak gelecekleri hakkında konuşmak için bağa gittiler.
Görünüşte bağa vardıklarında her taraf ıssızdı. Dağlardaki karların erimesi ile bağ arasındaki derelerdeki sular çoğalmış, sular taşların üzerinden atlayarak köpükler çıkararak yatağından ırmaklara doğru akıp giderken, çıkardığı seslerden başka etrafta tek bir ses bile yoktu. Ne yollardan geçen hayvanların nal sesleri duyuluyordu ne de bağ arasında evlek çeken fide diken ekin sulayan insanların uzaktan uzağa birbirlerine hu, Zehra teyze hu diye, uzatarak bağıran sesler vardı. Ortalıkta tam bir sessizliği hâkim olduğu ıssızlık vardı.
Sadece kuşların bahar neşesi varsa’ da, bu öten kuşların sesleri de, derelerden akan suların sesi içinde kaybolup gitmekteydi.
Mehmet yanında gelen kardeşi Ali ‘yi yanına çağırdı ve eğildi kulağına birşeyler söyledikten sonra iki kardeş yaya olarak geze, geze ağaçlıklar arasından Leyla’ın bulunacağı bağa sonunda vardılar.
Mehmet, daha önce sevdiği Leyla ile önceden anlaşmış olduğundan, o daha önceden kendi bağlarına erkenden gelmiş ve bağlarındaki evde sevgilisi ile buluşacağı anı bekliyordu.
Heyecanlıydı. Annesi ile birlikte bağlarına gelmiş olsalar’ da, onun bağdaki annesi, bağın içindeki yetiştirmeye çalıştıkları sebzeleri sulamak ve çapasını yapmakla meşguldü.
Mehmet kardeşi Ali’nin başını güzelce okşadı kulağına bir şeyler söylemeye başladı.
Ali, durumu kendi küçük bir çocuk da olsa yine de ortaokula giden biriydi. Aklı başındaydı. Yetişmiş herşeyi anlayabilecek yaşta olan bir çocuktu.
Ali durumu anlamıştı. Sonra anlamamış gibi davranışlar yaptı, biraz nazlandı mızıklandı ve oradan gitmek istedi. Bağ arasında ceviz ağaçlarının dallarında o gün ötüp duran sincaplara doğru gidip onların yavrularından birini yakalamak ister gibi yaptı. Abisi ona mani olurken onun gönlünü alacak sözler söylüyordu.
-Bak Ali benim burada, biraz işim var ben onu yapıncaya kadar sen burada otur ve beni bekle ben işimi yapıp geldikten sonra seninle gelir beraber senin istediğin sincap yavrularını beraber tutarız tamam mı Ali tamam mı canım kardeşim.
Derken neden orada bekleyeceğini bu sözlerin arkasından yine gönlünü alarak tekrar söylemişti.
-Şimdi ben, şu gördüğün erik ağacının dalına çıkıp, dalın üzerinden şu gördüğün evin sufasına gireceğim. Orada ben kız arkadaşımla konuşup biraz konuştuktan sonra dönüp tekrar geri yanına geleceğim.
Biz evde kız arkadaşımla konuşurken şayet bizim bulunduğumuz eve doğru birilerinin geldiğini görürsen, sen hemen ıslık çal ben onu duyarım ve gelenler beni görmeden kaçar burada olurum.
Tamam’ mı kardeşim, tamam’mı seninle anlaştık mı?
-Dedi.
Ali, anlamasa’ da abisinin dediklerini anlamış gibi yapıp kafasını salladı ve sonra etraftaki adam boyu uzamış olan, ekin tarlasının kenarındaki taş duvarın üzerine bulunan üstünde çul olan bir taşın üzerine bağdaş kurdu oturdu ve abisinin kendisine dediği gibi çevreyi gözetlemeye başladı.
Gelen giden falan yoktu, kendi bağ evlerinin sufasında, sevgilisi Leyla, onu bekliyordu.
Mehmet, üzeri meyve çağalası ile dolu olan erik ağacının kalın sağlam dallarını kullanarak, evin sofasında kendini bekleyen sevgilisi ile buluşup sarmaş dolaş olduktan sonra, burada bir saate yakın bir zaman oradaki evde Leyla ile hoşca vakit geçirmişler ve geleceklerini neler yapabileceklerini hayal edip konuşmuşlardı..
Mehmet çok sevdiği Leyla’sı ile buluşmanın, mutluluğunu atamasının yapıldığı Bitlis ilindeki okuluna gitmeden önce bir kez daha yaşamıştı.
Onlar artık engel tanıyorlardı ve evlenebilirlerdi. Fakat içlerindeki kuşkuları nedeni ile tedirginlikleri devam ediyordu ve bunun için onların acele etmeleri gerekmişti.
Baharın arkasından gelen Yaz ayları, işti aştı, bağdı bahçeydi sebzeydi derken, çok çabuk geçmekte ve Mehmet’in tayin olduğu Bitlis iline gitme ve görev yapacağı okulun açılma zamanı günler sonra çoktan yaklaşmıştı.
Mehmet, çok sevdiği öğretmenlik mesleğini bir doğu illerinden birinde okuma yazma bilmeyen çocuklara okuma yazma öğreteceği için sevinçliydi ve okutacağı talebelerini merak ediyordu.
Leyla’ın babası, kızının Mehmet ile ilişkisini öğrendiğinden iki gencin bir an önce evlenmesini istiyordu.
Bir gün öğretmen Mehmet’in babası ile kahvehanede beraber kahve içerlerken konuyu Mehmet’in babasına Mehmet amcaya açtı ve durum hakkında karşılıklı konuştular.
-Mehmet abi, sen de biliyorsun senin oğlan ile benim kızın arasında yakınlaşmalar olmuş, bizim çocuklar birbirlerini sevmişler gel beraber seninle öncülük edelim, şu çocukları vaktiyle evlendirelim Mehmet yeni görev yerine, evlenmiş biri olarak gitsin. Gittiği yerde rezillik çekmesin
-Diyordu.
-Dedi dedi amma, aksi baba Mehmet amcası bunu ne kadar dil dökmüş olsa’da kabul etmedi. Hep itiraz etti durdu.
-hayır, olmaz, onlar daha çok genç, hele benim oğlan görev yerine bir gitsin, görevine bir başlasın hele biraz para falan biriktirsin seneye buraya gelince tekrar bu konuyu seninle düşünürüz.
-Dedi ve kızın babasına olumsuz bir cevap vererek sözünü başka konulara getirdi amma, kız babası durumdan tedirgindi ve mutlaka bunların evlenmesini istiyordu.
-Yapma Mehmet abi, yapma.
- Sorun para ise, sen hiçbir şeye karışma, benim paran var ben onların bütün düğün masraflarını eşya masraflarını rahatça karşılarım sen hiçbir şeylerine karışma, yeter’ki bana evet de.
-Diyordu.
Diyordu amma, gençliği bitmiş yaşlanmaya başlamış Mehmet amca, çok inatçıydı nuh diyor peygamber demiyordu. Başkasının parası ile zar zor okuttuğu çok sevdiği öğretmen olan oğluna başkasının düğün yapmasını düğündeki masrafları kız evinin karşılamasını bir türlü kendisine yakıştıramıyordu.
Çünkü Mehmet amcanın kendisi, öksüz bir çocukken evlatlık olarak verildiği yanında büyüdüğü evin kızıyla evlendirilmişti. Baba parası ile değil, kayın peder parası ile yuva kurmuş olduğundan, şimdiki kız babasının kendine yaptığı teklife bozuluyor, bir türlü içinde yıllar geçmesine rağmen, hala geçmişte olanların içindeki ezikliğini acısını hissediyordu.
-İtiraz etti.
-Mustafa, bu konuda benim ile hiç uğraşma boşuna, bu senin dediğin bu iş, asla olmaz hele bekle aradan bir sene falan geçsin, gelecek yaza nasıl olsa gelir biz gelince senin ile bunu tekrar oturur konuşuruz. Tamam, bu konuyu burada kapatalım Mustafa usta.
-Diyordu.
-Bu arada ikindin ezanı okunmaya başladığından, Mehmet amca yerinden kalktı ve namazı bahane ederek, erkenden kalktı camiye doğru yürümeye başladı uzaklaştı gözden kayboldu gitti.
-Arkasından bakakalan kız babası Mustafa usta, biraz sinirli biraz küskün, biraz üzgün çaresiz kalktı ve evine gitti.
-Mustafa usta, kızının halk arasında dedikoduya karışacağını biliyordu. Herşeyden haberdar olan Mustafa usta, giderken yolda kara, kara düşünüyor, arkadaşı Mehmet efendinin oğlu öğretmen Mehmet’ e kızıyordu. O anda Mehmet’i görmüş olsa belki hemen orada onu öldürmesi hiçtendi.
-Öfkeliydi, kızgındı.
-Suçu, kendi kızından çok ona buluyordu. İçinden, içinden, yolda kendi kendine konuşarak başka bir çare arıyordu.
-Beklediği çare çok geçmeden gelmişti.
-Bir başkası, bunun kızı ile evlenmek istiyordu.
Evlenmek isteyen gencin bir ayağı topal olmasına rağmen hali vaktinin yerinde olması zengin bir ticaret adamı olması onu olumlu yönde, düşündürmüştü.
İlk olarak kızlarını evlerine istemeye gelen bu gencin, ailesine kesin bir cevap vermeyip, onlara bu konuyu kendi aralarında oturup konuşacaklarını düşüneceklerini ve düşüncelerini sonra bilahare sonucu kendilerine bizzat bildireceklerini söyleyerek, bahaneler ile istemeye gelenleri geri gönderdiler.
Mustafa usta, hala Mehmet efendiyi ikna edeceğini düşünüyor kızını birlikte olduğunu bildiği, genç öğretmen Mehmet ile evlendirebilmenin hala başka yollarını arıyordu.
Birkaç kişiyi daha sonra araya koyup tekrar denemiş olsa’ da Mehmet amcadan olumlu sonuç alamamıştı.
Zaman aleyhlerine işliyor, günler rüzgâr gibi gelip geçiyordu. Bir sonuç alamadan son bahar gelmiş, genç öğretmen Mehmet’in yeni görevine başlama zamanı nihayet gelmiş çatmıştı.
Mehmet, sevdiği kızı bu yaz aylarında alamamış olmanın sevdiği Leyla ile evlenemeden, görev yerine gideceği için en az, sevdiği Leyla kadar düşünceli ve en az onun kadar üzgündü.
-Günler gittikçe yaklaşıyordu.
-Leyla durumu bildiğinden, kendi kendini yiyor, gizli, gizli ağlıyor fakat saygı gereği annesine babasına da bir şey diyemiyordu. Son bir defa sevdiği gençle buluşmayı denedi. Mektup yazarak mektubunda her şeyi anlattı, kendisini istemeye geldiklerini gelen gençle evlenmek istemediğini söyleyerek kendisini kaçırmasını istedi.
Mehmet kendisine yapılan bu zorunlu teklifi, gece sabahlara kadar gözünü kırpmadan düşünürken nereye götüreceğini bilmiyor gideceği yerin nasıl bir yer olduğunu bilmiyor, götürmüş kaçırmış olsa gittiği yerde kendilerini nasıl neyle karşılaşacağını bilmediğinden, düşünürken birden aklına ara tatil zamanı gelmişti.
-üzülme sevgilim üzülme, hele ben bir yeni görev yerime gideyim, yerimi yurdumu görev yerimi nasıl bir yer olduğunu bir öğreneyim, her şeyi ben güzelcene ayarladıktan sonra, şubat talinde buraya gelir, kimseye sormadan akıl danışmadan seni buradan kaçırır birlikte yaşayacağımız yere gideriz diyordu.
Başlangıçta Leyla, sevdiği adamın bu teklifine olumsuz bakıp kendisini kaçırmasında tekrardan ısrar etmiş olsa’da, sonunda Mehmet’in dediği aklına yattı ve onun dediği oldu.
Mehmet ona istemeyerek veda ederek yeni görev yeri olan Bitlis Mutki’ şehrinin içinde bina’mı harabe’mi ne olduğu belirsiz bir okulda gitti ilkokul öğretmenliğine başladı.
Okuldaki iki erkek öğretmen arkadaştan biri müdürlük görevi üslenmiş müdürlük yapıyordu Mehmet ise, öğretmen olarak okulda üç dört sınıfı birden okutuyordu.
Öğrencilerin çoğu Türkçeyi tam olarak bilmiyor, kendi aralarında konuşurken ana dilleri olan, Kürtçe dili ile konuşuyorlardı.
Mehmet öğretmen, bundan çok tedirgin olmuş, öğrencilerine bir taraftan öğrencilerin dilini öğrenmeye çalışırken, diğer bir taraftan Türkçe’ yi çat pat bilen konuşabilen okuldaki öğrencilerine Türkçe öğretmeye Türkçe yazıp, Türkçe konuşmayı öğretmeye çalışıyordu.
Bu arada Mehmet’in askerliği yaklaşmış ve seneye askere gitme zamanı’ da uzaktan görünmüştü.
Geceleri okul müdürü ile birlikte kaldıkları iki odalı lojmanları soğuktan ısınacak gibi değildi kar çok yağıyordu havalar çok soğuk oluyordu.
Yeteri kadar, okulda yakacak odun yok, yakacak kömür yok, köylülerin getirdikleri sığır dışkılarından yapma kurutulmuş tezekler ile saç sobanın kendisi zor zar zor ısıtırken, öğretmenler nerede ise sobaya sarılıp yatacak şekilde yakın oturuyorlardı.
Mehmet yeni görev yerinden memnun olmadığı gibi, sevdiği kadını oraya getirme fikrini bile artık çoktan kafasından çıkarmıştı.
Tek bir düşüncesi vardı bu kötü yerden bir an önce kurtulmak, daha iyi bir yerde görev yapmayı aramaktı.
Fakat bu mümkün değildi, çünkü kendisi yatılı okumuştu ve en az üç yıl orada görev yapması gerekiyordu.
Düşündü taşındı kurtuluşu sonunda okuduğu okulun yükseğine gitmekte yeniden öğrenci olmakta buldu ve kazandığı imtihan sonunda, Balıkesir şehrindeki, Necati bey eğitim enstütüsnün yatılı öğrencisi oldu ve gitti yeniden okula başladı.
Evlenme işini bu şekilde başka yıllara erteleyen yeniden üniversite talebesi olan Mehmet, gençlik aşkından, memleketi Yahyalı ilçesindeki sevdiğinin sevdasından okulu uğruna vaz geçmişti.
Geçmişte olan bitenleri sinesine ağır bir yük olarak çekmiş, sevdiği geçmişte birlikte olduğu Leylası ile evlenme hayallerini unutmuş artık aklarını konuştuklarını yaptıkları hayal dolu günlerini, okul kitaplarındaki yazılanlar arasına koymuş hapsetmiş olarak, yeni öğrencilik dünyası içinde kaybolup gitmişti.
Mehmet yeniden okullu biri olmuştu ve onu sevdiği kızla inat edip evlendirmeyen, engel olan, babası Mehmet amca, bu durumdan oldukça memnundu.
Memnun olmayan, tek kişi olarak Mehmet’in sevdiği Leyla kızın annesi idi ve bir’ de, onun babası olan Mustafa usta idi.
Hepsinden çok, kızın babası Mustafa usta üzülüyordu. Mustafa usta bulunduğu şehirde hatırı sayılan konum komşuya evini açan açları doyurmaktan, işsizlere iş verip yardım etmekten başka bir şey düşünmeyen çevresindekilerin sevdiği saydığı bir kişi idi.
Kızının halini, onun düştüğü durumu düşündükçe, kendi kendine Kahr oluyor, çevresindekilerden utanıyor, insanlarla konuşmaktan onlar ile oturup çay içerken dertleşmekten kaçıyordu.
Geceleri uyumayıp, sabahlara kadar düşünürken son çare olarak, kızını başkası ile evlenmek istememiş olsa’da kızını aylar önce istemeye gelen, şehrin zenginlerinden olan topal İsmail efendiye eş olarak vermenin ve bu arada hep beraber mekân değiştirip başka şehirlere yerleşmenin doğru olacağını düşünmeye başlamıştı.
Mustafa usta durumun ne kadar önemli olduğunu bildiğinden bu yer değiştirme olayını eşi ile konuşmaya karar verdi kızın yanlarında olmadığı bir ortamda konuyu eşine açtı.
-Hanım, biliyorsun Leyla’yı istemeye gelenlere hala bir cevap veremedik. Ben oğlanı araştırdım soruşturdum öğrendiğime göre oğlan, evine düşkün işini seven ahlakı yerinde olan biri olduğunu öğrendim.
Ben kendi kanaatime göre derim ‘ki, biz kızımızın bu kısmetini kaçırtmayalım diyorum bu konuda sen ne dersin?
Diyerek eşinin fikrini sordu.
-Zehra teyze, kocasını dinledikten sonra
-Ben olur derim. Madem’ ki oğlan iyi biriymiş, vakit geçirmeden kızı bunlara verelim gelin edelim. Sen yarın, git onlara haber ver, tekrar gelsinler ve kızımız bizden tekrar istesinler görüşelim konuşalım. Ne yapacağımızı bilelim öğrenelim.
-Dedi. Sonra Ahmet usta!
-Tamam, hanım, tamam, Yarın ben, gider babası ile çarşıda buluşur bu konuyu birlikte konuşurum.
- Mustafa usta, eşinin fikrini kabul etmesine sevinmişti. Ertesi gün sabah kalktığında ilk işi, oğlanın babası ile buluşmak ve konuşmak oldu. Konuştular aralarında gün verildi kararlaştırıldı ve birkaç gün sonra oğlan evi, elinde tatlıları çiçekleri ile gelip Leyla’ın evinin kapısını yeniden çaldılar.
Kapıyı Leyla açmıştı, karşısında elleri dolu kendisini istemeye gelenleri kapıda görünce, birden bire şaşırdı. İçinden konuşarak, şimdi bunlar’ da her şey önceden konuşulmuş bitmiş iken nereden çıktı bunlar yine neye geldiler diye düşünürken kendi kendine kızıyordu. Amma onun artık yapacağı bir şey yoktu.
Fakat bu arada, arkasından kapıya gelen annesi Zehra hanım, kızı Leyla’yı, bir kenara iterek, gelenleri kendi içeriye buyur edip, onları götürdü içeriye aldı ve onları salondaki koltuklara oturttu.
Leyla şaşkındı. Hiç beklemiyordu. Amma onun yapacağı bir şey’ de yoktu. Evlerinde sözü geçmeyen biriydi. Anne baba ne derse onu yapmak mecburiyetinde olan biriydi ve Leyla ailesinden bu şekilde terbiye almış biriydi.
Adet gelenekler ve görenekler evlerinde anca bunu gerektiriyordu. Üstelik beklediği sevgilisinden’ de ne gelen bir haber vardı ne mektup vardı hiçbir haber yoktu. Umutlarını kaybetmiş, ne yapacağını şaşırmış biri olarak, gece gündüz kara, kara düşünen çözüm yolu bulamayan, hali ile her gün biraz da Kahr olup giden biri haline gelmişti. O eski güzelliğinden, alımlı halinden neredeyse hiçbir şey kalmamış gibiydi. Birkaç ay daha düşünse, hastanelik olabilirdi.
-Sessizce içeri gidip odasına kapandı yatağının üzerinde gizlice ağlamaya başladı.
-Salona odasından en güzel kıyafetlerini giyerek hazırlanmış çıkmış, gelen misafirleri karşılamaya çalışan Mustafa usta efendi. Onlarla el sıkışıp onlara hoş geldin faslı yapıp bu biterken, aralarında çeşitli mevzuların geçtiği artık koyu bir sohbet başlamıştı. Yüzler gülüyordu.
Bunlar, salonda sohbet ederken, Leyla kızın annesi olan, Zehra hanım, kızının odasına giderek onunla konuşmaya başladı.
-Ne ağlıyorsun kızım?
-Kalk, elini yüzünü bir yıka, kendine güzel bir çeki düzen ver, sonra ağladığın misafirlerin yanında belli olmasın gibi, sözler ederek, ağlayan kızını teskin etmeye çalıştı ve sonunda bunu başardı.
Boynunu eğen Leyla, çaresiz yerinden kalktı ve yeniden giyindi kuşandı süslendi ve gelen misafirlerin karşısına çıktı.
Biraz üzgün biraz şaşkın, fakat hiç gülmeden onlara hoş geldin diyerek gidip kapının yanındaki bir yer minderine diz çöktü oturdu olanları konuşulanları olduğu yerden izlemeye başladı.
Daha sonra, annesinin kendisine uyarısı üzerine, annesi ile beraber mutfağa gidip, gelen misafirleri için kahveleri yaptılar ve yapılan kahveleri götürüp misafirlere sundular.
Misafirler arasında, Leyla ile evlenecek olan damat adayı, İsmail kahvesini ağzını buruşturarak içerken, ağzını buruştura, buruştura kapının yanında oturan Leyla’ya bakıyor, onun gülmediğini görse’ de bunu, onun oradaki şaşkınlığına verdiğini düşünerek, onun neden gülümsemediğini ve devamlı düşünceli durduğunu, aile içindeki almış olduğu kişisel terbiyeye veriyordu.
Oysa Leyla’ın aklında hala sevdiği genç olan öğretmen Mehmet vardı ve onu hayal ediyor, istemeye gelen damat adayının yüzlerinde onun yüzlerini kendisine bakan gözlerini görüyordu.
Yendi içildi ve Allah’ın emri ile istendi, Takılar yüzükler takıldı düğün günü konuşularak, düğün için neler yapacaklarına karar verdikten sonra, bunları en kısa zamanda evlendirmek üzere evden ayrıldılar.
Mustafa usta, düğün yapılmasında hem acele ediyordu, hem ‘de fazla göze batacak bir düğün yapmak istemiyordu.
Bu yüzden, sade bir düğün töreni ile bunları kararlaştırılan günde evlendirdiler ve yeni bir ev açtılar.
Aradan geçen bir aya yakın bir zaman sonra, kız babası Mustafa usta Kayseri’ye giderek oradan kendine yeni yapılmış üç katlı bir ev satın aldı. Bu ev, üç katlı cadde üzerinde altında dükkânları olan yeni yapılmış modern bir evdi.
Sonra geldiği yere evine döndü hanımı ile bunu konuşarak satın aldığı evden konut bir halde, ballandıra, ballandıra onu anlatarak oraya taşınmanın eşyalarını toplamanın planlarını yaptılar Sonunda karar verdiler ve kısa bir zaman sonra yeni evlerine taşındılar.
Daha sonra, ilçede yalnız kalan, evinin tek kızı olan Leyla, anne babasının yanına gitmek ilçede kalmak istemeyince, bu durunu babasına anlatarak bulunduğu yerde yalnız kalmasını istemediğini, eşi ile beraber kendisinin’ de onların taşınacağı yeni yere taşınmak istediğini ailesine anlattı ve yalvardı.
Babası buna çoktan razıydı. Damatla, durum konuşularak hepsi birden, birlikte yeni yerleri olan Kayseri’ deki yeni alınan eve ailece taşındılar. Ailenin biri aynı evin orta katında otururken, biri son katta manzaralı dairede oturmaya başlamıştı.
Mustafa usta’da, damat İsmail ‘de, bu yeni yere çok çabucak alışarak, yapmakta oldukları işlerini sonradan buraya taşıdılar ve aynı şehirde aynı işlerini burada yapmaya başladılar.
Her iki ailenin’ de işleri önceki yıllara göre çok daha iyi gidiyordu. Mustafa usta, yeni geldiği bu şehirde, mütehatlik yapıyor yeni evler yapıyor, daireler satıyor, parasını her gün biraz daha fazla kazanıp durmadan çoğaltıyordu.
İşinden ve yeni yere taşınmaktan oldukça memnun olan Mustafa yeni usta yeni yerlerinde ruhen rahatlamış, geldiği yerdeki dedikodulardan kendini ve ailesini uzak tutmuş biri olarak yaşarken, geldikleri şehri ve oranın dedikoducu insanlarını konuşup görüştükleri dostlarını Mehmet’in inatçı gerçeği görmeyen aşk nedir bilmeyen aksi babasını falan çoktan unutmaya başlamıştı.
Aradan geçen onca zaman, onlara her yakınlaşmada daha çok mutluluk veriyordu. Çünkü kızı Leyla hamile olup doğum yapmak üzereydi ve Mustafa usta ölmeden önce yaşlılığında bir torun sevebilecek, onunla güzel günler ve zaman geçirebilecekti.
Öyle de oldu. Bir sonbahar gecesinde, evlerinin içine sanki nur doğmuştu. Onların, nur topu gibi, bir kızları olmuş doğan kız çocuğu evdeki herkesi, doğumu ile neşeye boğmuştu.
Son bahar onlara bereketi ile gelmiş evlerine şenlik eğlencelik biri gelmişti. Ailede herkes mutluydu. Biraz erken doğan bu kız çocuğunun üzerinde aile fertlerinden herkes tir, tir titriyor bir an evvel büyüsün de sevelim diye bekliyorlardı.
Özellikle, anneannesi Zehra teyze seviniyor, torunun başından hiç ayrılmıyordu.
Bu arada yeniden öğrenciliğe başlayan Mehmet, okuluna alışmaya çalışırken hala bir zamanlar memleketinde sevdiği halde babasının aksiliği yüzünden evlenemediği Leyla’ yı düşünüyordu.
Bir gün babasından bir mektup almıştı. Gelen mektubu açtı baktı ki, mektubun içinde elli liralık bir kâğıt banknot para vardı. Bu elli lirayı görünce duygulandı öğretmen okulundaki günler aklına geldi.
Yatılı bölge öğretmen okulunda okurken babası Mehmet amca ona, her aybaşı geldiğinde, elli lira harçlık gönderirdi ve bunu posta ile değil, başkasına yazdırdığı mektubun içine koyardı.
Sonra mektubu okumaya başladı. Mektubu okudukça üzüldü bir kenara çekilip, kimsenin olmadığı kendisini görmediği bir yerde kimseye görünmeden ağladı gözyaşları akıttı.
On dokuz yaşına yeni girmiş olan öğrenci Mehmet annesinden yeni ayrılmış gurbetteki okuyan çocuklar gibiydi. Oysa o, daha öncede öğrenci olmuş ortaokuldan sonra gittiği okulda, üç koca yıl talebelik yapmış, öğretmen olmuş ve bir yıl’ da, Bitlis Mutki ilçesinde öğretmen olarak çalışmış biri olarak gurbette yaşamaya alışkın biriydi.
Bir taraftan ağlıyor bir taraftan geçmişteki okul sonu olan tatil günlerinde memleketinde yaşadıklarını düşünüyordu.
Olan bitenler gözlerinin önünden film şeridi gidip, gidip tekrar gelirken yanına kendi gibi yeni başlamış olan Bursa’ lı bir arkadaşı yaklaştı omzuna dokundu..
-Hayrı ola Mehmet, bir yerden kötü bir haber mi aldın neden buradasın neden sen ağlıyorsun?
-Dedi.
-yok, yok bir şey yok, evden mektup gelince okurken biraz duygulandım’ da ondan derken, Mehmet, içten, içten acı, acı arkadaşına çaktırmadan gülümsüyordu.
Gerçekleri Mehmet, kimseye söylemek istemiyordu, elinin tersi ile akan gözyaşlarını güzelce sildikten sonra arkadaşı ile beraber diğer okul arkadaşlarının olduğu yere geri döndüler.
Okula başlayalı, daha bir ay bile olmayan eğitim enstitüsü öğrencisi olan Liselerde ders vermeye hazırlanan fen bilgisi öğretmen adayı olan Mehmet, okulda ilk başlangıçta kendini çok yalnız ve zavallı biriymiş gibi hissediyordu.
Derslerine kendini veremiyor, okulda ders veren hocaları, onlara ders anlatırken, Mehmet oturduğu sırasının üzerinde başka şeylerle uğraşıyor ve devamlı olarak dalgın ve düşünceli oluyordu.
Bursalı Sami, arkadaşı yeni okulundaki en iyi arkadaşı idi, geceleri aynı odada yatıyorlar, aynı masada, birlikte yemek yiyorlar birlikte su içiyorlardı.
Yeni tanışmış olmalarına rağmen, okulda onlar birbirleri ile kolayca anlaşabilen, anlaşabilen birileri olmuştu.
Zevkleri aynıydı, ailelerindeki yaşama alışkanlıkları yine aynıydı ve aralarında benzerlikleri vardı. Bunların arasındaki ortak görüşler ve ortak gibi görünen yaşam tarzları, bunların birbirleri ile okudukları okulda, onların kolayca arkadaş olmalarını sağlayan konuşabilecekleri gerekirse dertlerini paylaşabilecekleri özellikleri olmuştu.
İlerdeki günlerde ne olurdu ne olmazdı bilinmezdi amma, şimdilik onlar okudukları bu okulda arkadaş olarak görünüyorlardı.
Akşam olmuştu. Derhanelerinden çıkan talebeler neşe içinde gülüp oynayarak çıkıp yemekhaneye doğru giderken Mehmet somurtkan düşünceli bir halde yavaş adımlarla yalnız olarak yemekhaneye gitti ve kimsenin olmadığı bir yere vardı oturdu.
Henüz yemekler dağıtılmaya başlamıştı dağıtılmasını beklerken yemekhane tamamen dolmuştu. Erkekler sonra kızlar cıvıl, cıvıl neşe dolu bir salondaydılar.
Okulun henüz yeni açıldığı günler olduğundan çıkan yemekler özenle seçilmiş, öğrencilerin iştahla yiyeceği cinsten yemeklerdi.
Mehmet her öğrenci gibi sıraya girerek yiyeceği yemekleri tabaklarına aldı ve götürdü tekrar kalktığı yere oturdu yemeklerini yemeye başladı.
Yemek yerken bir ara kafasını kaldırıp bakınca karşı masada oturmuş yemek yiyen kız talebeleri gördü. Kızlar neşe içinde yemeklerini yerlerken, kendi aralarında fısıldaşarak, konuşuyorlar arada bir de yemeklerini yiyen erkek talebelere bakıyorlardı.
Mehmet öğretmen okulundaki on altı yaşında başladığı günleri düşünüyor daha çocuk yaşta iken gittiği yatılı köy enstitüsü okulunda okula başladığı günlerin buruk acısını içinde tekrardan yaşatırken yanına Bursalı Sami arkadaşı elinde yemekleri geldi oturdu.
Sami ona bakınca bir gün önce onun mektup okurken takındığı tavrı ve ondaki yüz ifadelerini tekrar görmüştü.
-Yahu arkadaş, sen yoksa okumak istemiyor’musun
-Dünden beri düşünüp duruyorsun. Bak herkes ne kadar neşeli sınıf kız kaynıyor bu ortamda okumak sana zor mu geliyor.
-Yok, arkadaş yok, sen okumayacak okulu bırakacak gibi görünüyorsun. Sen ister oku ister okuma git doğudaki görev yerine yeniden öğrencilerine Türkçe okuma yazma öğret ama ben okuyacağım askerliğimi yedek subay olarak yapacak ve ortaokul veya liselerde ders vereceğim. Sen ne yaparsan yap.
Mehmet hiç cevap vermeden yemeğini yedi kalktı doğruca bahçeye çıkıp bahçede tek başına gezinirken aklında devamlı olarak Yahyalı ilçesinde bıraktığı sevdiği kız Leyla vardı ve onunla birlikte yaşadığı zamanlar gözünün önünden film şerdi gibi gelip geçiyordu.
O bunları yaşarken okuldaki diğer öğrenciler guruplar halinde kız erkek karışmış kendi aralarında konuşuyorlar kimi gülüyor kimi kahkaha atıyor kimi de geldikler okulda yeni tanıştığı öğrenci olmuş ilkokul öğretmeni olan arkadaşları ile sohbet ediyorlardı.
Her biri yurdun ayrı, ayrı köşelerinden, köylerinden kentlerinden imtihan kazanarak, koşmuş gelmiş olan bu talebelerin çoğu aslında ilkokul öğretmeniydi. Bunların içinde bir yıl öğretmenlik yapanlar’ da vardı beş on yıl öğretmenlik yapanlar’ da vardı ve hiç öğretmenlik yapmadan lise bitirmiş gelmiş olanlar’ da vardı.
Kız öğrenciler okulda çoğunluktaydı. Erkek öğrencilerin kafasındaki düşüncelerde okurken kendilerine birer kız arkadaşı edinmek fikri, onların kızların etrafında dolaşmaya başladıklarından kolaylıkla belli oluyordu.
Herkes gözüne kestirdiği bir kıza yanaşıyor kimi kız öğrenciler tarafından tanışma konusunda hayır cevabı alırken kimi ise anlaşmış konuşmuş tanımış, çoktan aralarında arkadaşlık başlamıştı bile.
Mehmet ‘in, bunlar umurunda bile değildi. Değildi amma, yakışıklı olması, okuldaki kızların gözlerinden kaçmıyordu. Arada bir kızlardan yanaşıp Mehmet ile tanışmak konuşmak isteyen kızlar olsa bile, Mehmet buna aldırmıyor yüz vermiyor, konuşmuyor dilsiz sağır bir öğrenci gibi onların yanından uzaklaşıyordu.
Şık giyimli kızlar, şık giyimli erkekler sonra arabası ile okula gelmiş şımarık zengin çocukları gösterişte adeta birbirleri ile yarış yapar gibiydiler.
Onların halini tavırlarını gören Mehmet, bir onların olmasını muhtemel gördüğü, ailesin nasıl yaşanlardan olduğunu ve nasıl birileri olduklarını kendince tahmin edip düşünürken, bir’ de kendi ailesi düşünüyor, mukayese ediyordu.
Ailelerdeki farklılık hemen göze çarpıyordu. Daha buraya okumaya gelmiş öğrencilerin okuldaki hal ve davranışlarına bakar bakmaz, kimin ailesinin nasıl bir aile olduğu ilk görünüşte belli oluyordu ve bunu tahmin etmek zor olmuyordu.
Bütün bunlar Mehmet’in umurunda değildi. Mehmet’in okuldaki tek düşüncesi okumaktı ve öğretmen olmak çalışmak ailesine yük olmamamak, çalışmaya başladığında onlara maddi manevi yardımcı olmak fikri ile bir’ de memleketinde yüz üstü bıraktığı Leyla adındaki sevgilisi vardı.
Akşam olmuş Mehmet odasına çekilmişti. Gitti odasının penceresini açtı ve karşıdaki ağaçlık yeri izlemeye başladı.
Aylardan kasım ayıydı. Okulun bahçesindeki, kestane ağaçlarının yaprakları sararmış kimileri kızarmış ve yerlere dökülmüş halde iken, yerlere düşen olgun meyveleri sarı kızılyapraklar arasında karışmış halde siyah inci tanesi gibi parlak bir halde görünüyorlardı. Onlardan kışlık pay almak, götürüp yuvasında kış için depolamak isteyen oradan oraya koşup duran, geniş kuyruklu kızıl sincaplar, yerlerde dolaşıyor, ağaç gövdelerinin üzerinde akranları ile oyun oynayıp duruyorlardı.
Mehmet sincapları küçüklükten beri seven onlarla oynamış beslemiş kendine alıştırmış biri olduğundan, Çocukluğunun geçtiği memleketindeki çocukluk günlerinde, yazın göç edip yaşadıkları bağ bahçe aralarındaki ağaçlardan onlardan, yavru yakalamak için, ağaç, ağaç ceviz ağaçlarını teker, teker ağaçlara çıkarak kovanları yuvaları yokladığı dolaştığı güzel günler vardı aklında.
Pencereden bakıp, uzun, uzun onların hareketlerini kendi aralarındaki oyunlarını uzaktan izlerken, kendi bağ bahçeleri geldi aklına. Sonra kardeşine verdiği, fakat işi bitince sözünden caydığı tutmadığı sözleri aklına geldi.
Sevdiği kızla buluşup konuştuğu anlar aklına geldi.
Unutamıyordu onu dünyanın en güzel kızları etrafında dönüp dolaşsa kendi ile tanışıp konuşmak istese bile gözü kendi sevdiği Leyla’sından başkasını görmüyordu. Düşünmüyordu bile.
Bir saate yakın pencere demirlere yaslanmış, dışarıdaki son baharın, görüntülerini izlerken Bursalı Sami yanına gelmişti.
-Ne haber âşık?
-Bakıyorum yine uzaklara bakıp dalmış gitmişsin, yine kimi kimleri neleri hayal ediyorsun.
Dedi.
Arkadaşının gelişi ile pencereyi kapatıp içeriye döndü ve arkadaşının koluna girerek, onu götürdü ranzadaki yatakların üzerine oturttu ve onunla konuşmaya başladı.
-Sen ne yaptın bu gün çok geç geldin ya!
-Dedi.
-biriyle tanıştım bir kız ile tanıştım bir görsen kız, bir içim su kızda bir gözler görsen sen bayılırsın, Gözleri iri’ mi iri siyah zeytin tanesi gibi, mübarekler sanırsın sanki Ayvalık zeytini. Allah onu özene bezene yaratmış, artık onunla bu okulda okurken kendime söz verdim sevgili olacağım. Çünkü çok tatlı bir kıza benziyor.
Aklında kendi sevgilisin başka kimsenin olmadığı Mehmet arkadaşının sözlerini dinlerken, kendi sevgilisi gözlerinin önündeydi.
-Hayırlı olsun. Senin adına çok sevindim. Desene, bundan sonra hep onunla gezecek, onunla oturacak ve onunla birlikte yemekleri yiyeceksiniz.
-Dur bakalım arkadaş, bana anlattığına göre kendi gibi güzel Milas’ı Ülkü adında bir kız arkadaşı varmış yarın yemekte onu seninle tanıştıracak dördümüz aynı masada yemek yiyeceğiz. Hele bir tanışalım hep beraber olalım bak o zaman sen şenliğe bu okula ne zaman başladık ne zaman diploma aldık şamataydı dertti gülüp eğlenmekti derken okulun bittiğinin bile farkına bile varamayız. Gör bak.
-Dedi.
-Mehmet: Benim kendi memlekette, saten bir sevgilim sevdiğim var, diyecek gibi oldu amma demedi ağzından tek kelimesini bile çıkartmadan yutkundu, sustu, tek bir kelimesini daha söylemedi.
Gecenin uyku saatiydi. Yatmaları gerekiyordu artık onların. Bu yeni tanışmış olan iki okul sınıf arkadaşı, yatakhanede altlı üstlü aynı somyada yatıyorlardı.
Lambalar söndürülmüş, öğrenciler yerlerine yatmış uykuya çekilmişlerdi. Fakat Mehmet uyumuyordu, gündüz okuduğu mektubu elinde açmış, loş gece ışıkları altında, mektubun her kelimesini tekrar, tekrar okumaya başlamıştı.
Okudukça aklına kötü, kötü şeyler geliyordu. Babası, sevdiği kızın başka biri tarafından yeniden istendiğini duyduklarını fakat kızın, isteyen gence verip vermediklerini bilmediklerini yazmıştı.
İçi biraz rahatlamış gibi olsa’da yine de sonuçtan kuşkulu idi. Mehmet iyi biliyordu’ ki bu gibi konularda, aileler kızlarının onayını almazlar, büyükleri ne derse o olurdu.
İçinden konuşarak
Belki’ de vermişlerdir kim bilir derken, arkasından amma, olamaz, olamaz bu asla olamaz olması mümkün değil deyip, kendi kendisini teselli ediyordu.
Leyla’ın her ne olursa olsun, böyle oldubittiye getirilen sevmediği bir kişi ile olacak evliliği asla kabul etmeyeceğini birbirlerine verdikler sözün tutulacağını düşünerek kendisini mutlaka bekleyeceğini umuyor ve uyumaya çalışıyordu.
Yatakhanede çıt yoktu bütün talebeler uyumuş, sadece birkaç kişinin horlama sesleri duyuluyordu. Mehmet mektubu yerine koydu uyumaya çalıştı. Bir sağa bir sola dönerken sonunda uyuyabilmişti.
Gece rüyasında kendini memleketi Yahyalı’ ın şalalerinde suların uçurumdan akışını, yanında Leyla ile bir kenardan seyrederken görüyordu.
Manzara güzeldi. Sedir karaçam ve göknar ağaçları dolu ormanlarının arasından, şelaleler yaparak gelen ırmak bir uçurumun üzerinden metrelerce aşağıdaki bir başka ırmağa şelale yaparak düşüyordu ve düşen suların kayalıklardan akarken yaptıkları soğuk su buharları tanecikler halinde, kenardan şelaleyi izleyen Leyla ve Mehmet’in yüzlerine vuruyordu.
Bir ara duydukları onlara tanıdık gelmeyen birtakım seslerle uyandılar. Gözlerini açtıklarında, ortalıkta görünen ne orman vardı ne’ de görünen bir şelale vardı. Sadece birilerinin onları uykularından uyandıran diş gıcırtıları duyuluyordu.
Bu diş gıcırtısına aynı ranzada yatan Bursalı Sami’ de uyanmış kalkmış yatağının üzerinde oturuyordu.
O gece, yarı uykulu yarı uykusuz sabahı yapmışlardı. Sabahtan yataktan kalkar kalkmaz Mehmet babasından gelen mektuba cevap olarak mektup yazmaya başladı.
Yazdığı mektup’ da, Leyla’yı merak ettiğini açıkça babasının kızacağından korkmadan söylüyor, ondan Leyla ile ilgili kesin haber beklediğini olup bitenleri kendisine yazmalarını istiyordu.
Mektubu cumartesi günü izinli olarak arkadaşı Bursa’ lı Sami ile beraber şehre çıktıklarında postaneye uğrayarak yazdığı mektubu memleketine gönderdi.
Gözleri mektuba gelecek olan cevaptaydı. Onlar iki arkadaş aynı gün bulundukları şehrin sokaklarında, caddelerinde dolaşarak şehri gezdiler, bilmedikler hiç görmedikleri şehirdeki yerleri gördüler öğrendiler sonra bir lokantaya girip karınlarını doyurdular.
Akşamı yapmışlardı ve okula dönme vaktiydi, Bursa’ lı Sami akşam yemeğinde yeni tanıştığı arkadaş olduğu bayan öğrenci Elif tarafından yemekte kendisine tanıtılacak olan, kızın nasıl bir kız olabileceğini tahmin ederek, Mehmet’ yarı şaka yarı doğru anlatmaya başlamıştı.
Oysa onun aklı, hep memleketinde bıraktığı sevgilisi Leyla’da idi ve babasına yazdığı mektubun, karşılığının ne zaman gelebileceğinin tahminlerini yapıyordu.
-Bir şey’ mi dedin sen bana
-Dedi arkadaşına.
Arkadaşı Sami:
-ohoo, sen beni dinlemiyorsun her halde. Ben sana neler anlatıyorum, sense ne anlıyorsun arkadaş, senin kafan yine kim bilir nerelerde diyerek Sami beraber şehri gezip dolaştıkları okul arkadaşı Mehmet’e sitem etmeye başlamıştı.
Mehmet.
Kusura bakma aklım yazdığım mektubun içinde gitti ne dediğini anlayamadım kusura bakma ha, ne demiştin.
-Yahu arkadaş kaç defa söyleyeceğim bu akşam yemekte benim yeni tanıştığım kendisi ile arkadaş olduğum Elif yanında sana tanıştıracağı arkadaşını getirecek yemeği aynı masada hep beraber yiyeceğiz dedemim ya unuttun mu?
Diyerek akşam olayını Mehmet’ bir daha hatırlattı.
Mehmet.
Tamam, tamam tanışalım bakalım. Diyerek sözü uzatmadı ve kısa kesti. Fakat içinden, bu tanışacağı kızla biç tanışmak istemiyordu.
Akşam olmuş yemek zamanı gelmişti. Çarşı izinden dönen öğrenciler, birer ikişer guruplar halinde veya teker, teker gelip yemeğini yemek servisinden alan ellerinde yiyecekleri gelip, masalarına oturmaya başlamışlardı.
Bursalı Sami’ in gözleri kapıdaydı. Kapı açılır açılmaz içeriye yanında arkadaşı ile giren, Elif’ i gördü.
Yerinden bir sıçrama ile kalktı doğruca onların yanına koştu neler söyledi bilinmez, biraz sonra hepsi beraber ellerinde yemekler gelip, Mehmet’in olduğu masaya oturdular.
Elif Mehmet’i henüz tanımıyordu onu Elif’e Sami tanıttı.
-Arkadaşım Mehmet.
Önce Elif Mehmet ile tanıştı sonra onun arkadaşı Mehmet’e elini uzatıp kendini tanıttı.
-Ben’ de, Ülkü.
-Tanıştığımıza memnun oldum dedi Mehmet karşısına oturan Ülkü için.
Tanışma faslı bitmiş, dört arkadaş masada karşılıklı oturmuş yemeklerini yerken, herkes gözgöze bakışarak birbirinden ve kendi geçmişlerinden birşeyler anlatıyordu.
Ülkü, kendisinin Muğla ili Milas ilçesinden olduğunu söylüyor babasının orada tapı müdürlüğü yaptığını, aslen oranın yerlilerinden olduğunu zeytin bahçelerinin çokluğunu bu bahçelerde nasıl zeytin toplandığından falan bahsediyordu.
Elif ise, Manisa’ laydı bir öğretmen kızıydı, babasının öğretmenlik yaptığı yerleri anlatıyor ve yine kendisi gibi öğretmen olan annesi ile olan anılarını anlatıyordu.
Erkekler birer erkek gibi davranıyor sadece kendilerini anlatıyorlar neleri sevdiklerini neleri sevmediklerini söylüyorlardı. Kimi maçlardan konuşuyor kimi oynan darbı maçlarındaki atılan gollardan bahsediyordu.
Tek ortak yanları vardı onlar, birbirlerine Türk sanat müzüğü hayranı olduklarını söylüyorlardı. Türk filmlerini sevdiklerini özellikle Türkan Şor ay’ın filmlerini hiç kaçırmadıklarını anlatıyorlar,
Yeni arkadaşları olan Ülkü konuşma sırası kendine geldiğinde, arada bir memleketinde yaz günlerinde açık havada oynatılan filmler olduğunu anlatıyor, buraya ailecek giderek izledikleri filmlerden bahis açıyordu.
Yaz günlerinde açık havada sinemaya gitmenin, giderken evde hazırlanan kuru yiyecekler ve eğlencelikler götürmenin sinemada çekirdek yemenin güzelliğinden falan anlatıyordu.
Sonra, kendi arkadaşlarından ve gelecek hayatları için neler düşündüklerini anlattılar birbirlerini daha iyi tanıdılar.
Böylece bir arkadaş gurubu oluşturmuşlardı.
Ülkü güzel bir kızdı, esmerdi. Uzun saçlıydı. Tatlı, tatlı gülünce yanaklarından gamzeleri görünen biriydi.
Başlangıçta Mehmet pek oralı değilmiş gibi görünse’ de güzelliği karşısında ona bakmadan duramıyor ve onu, memleketinde bıraktığı sevgilisi ile mukayese ediyordu.
Yemekler yenmiş kızlar kız yurduna erkekler erkek yurduna çekilmişler ders çalışmaya başlamışlardı. Haftaya, vize imtihanlarının başlayacağını bildiklerinden imtihanda iyi bir not alabilmek için onların çok sıkı çalışmaları gerekiyordu.
Kafalarını kitaplardan kaldırmayan Mehmet ve arkadaşlarının sonunda imtihanlara girme vaktinin geldiği bir günün akşamında, memleketinden beklediği mektup gelmişti.
Mehmet, mektubu açtı okudu. Okudukça beyninden vurulmuşa dönmüş ertesi günü yapılacak olan vize sınavlarını falan düşünemez olmuştu.
Gelen mektupta sevdiği kızın evlendiğini evlendikten sonra, bunların ailece, Kayseri merkezde bilinmeyen bir semte taşındıklarını ilçedeki evlerini ve iş yerlerini tamamen dağıttıklarını yazıyordu.
Mehmet şaşkın, mektubu okuduktan sonra, birden beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bu haberi onlardan hiç beklemiyordu.
Dili tutulmuş süt dökmüş kedi gibi boynunu bükmüş düşünmeye başlamıştı.
Ertesi gün imtihana girdiğinde, soruların yüzüne bile bakmadan imtihan kâğıtlarını imzalayıp geri vermişti.
Kendi kendine konuşuyor, olanlara kendince bir anlam vermekte zorlanıyor, şaşkın, şaşkın düşünüyordu.
Bir ara okulunu dondurmak okuldan ayrılmayı düşündü. Her düşündüğünde onu arkadaşı Sami teskin ederken kendisine ne olduğunu neden böyle yaptığını sorunca dayanamadı ve geçmişte olan bitenleri arkadaşına anlattı.
Artık onun gizleyeceği bir sırrı kalmamış, Sami, onun okuldaki sır arkadaşı olmuştu.
Bu sırrı öğrenen Sami onun yanından ayrılmaz olmuştu nereye giderse yanında oluyor onun okuldan ayrılma fikrine karşı çıkıyor kendisini düşünmeyip evlenen bir kızın vefalı olamayacağını onun sevdasından vaz geçmesini okulda okumasının mezun olmasının daha doğru olacağını söylüyordu.
Sonra askerlikten bahis ediyordu, okulu bıraktığı anda iki sene kesiksiz er veya erbaş olarak askerlik yapması gerekeceğini, bunun’ da ne kadar zor bir askerlik olacağını söylüyor, okulu bitirmesi halinde yedek subay olarak askerlik yapacağını maaş alacağını, anlatarak iki askerlik asındaki farklardan konuşuyordu.
Mehmet: Doğru, söylüyorsun doğru
Dedi.
Sami: Elbette ben, doğru söylüyorum kız evlenmiş gitmiş kocaya varmış, başka bir yuva kurmuş seni sevseydi ne yapar, yapar ailesini karşısına alır diretir evlenmezdi.
Sami arkadaşının kendisine anlattıklarının doğruluğuna inanmış olan Mehmet, okulunu terk etme bırakıp gitme işini ertelemişti.
-Doğru dersin, be Sami, doğru dersin. Mademki aşkını ailesinin isteğine değişti, ailesinin kendisi ile olan kararlarına karşı çıkamayıp başkası ile evlendi bundan sonra ona benden Mutluluklar dilemek düşer.
- Neydi, şu senin benimle tanıştırdığın kızın adı.
-Ülkü.
- Güzel bir kızdı, üstelik görmüş geçirmiş memur bir ailenin kızına benziyordu bak onunla arkadaşlık edebilirim.
Dedi. Mehmet.
Gülüştüler.
Sami, arkadaşının ilk defa güldüğünü görüyordu. Onun yüzlerinin gülmesinden Sami, çok memnun kalmıştı günlerdir okula geldiğinden bu yana hiç gülmeyen yüzlerin, artık gülüyor olması okuldaki tanıdık tanımadık kız veya sohbete katılan erkek arkadaşları arasındaki sohbetlerde konuşmalarda neşe saçacak gibi görünüyordu.
Mehmet birileri ile konuşurken, neyi nerede konuşacağını çok iyi bilen bir gençti. Konuşmalarına imge katmayı biliyordu. Şairane bir ruh yapısı vardı. Konuşması ile herkesi başına toplayabilen biriydi. Düşünmeden konuşmaz, bir toplum içinde konuşurken, konuştuğunu karşısındakilere dinleyenlerine, dinletmesini bilen biriydi.
Daha çok, kızların beğeneceği, işte bu dedikleri tiplerdendi.
Ertesi günü girdiği sınavda, bu defa bütün soruları cevaplamış olarak imtihandan çıktığında yüzleri gülüyordu.
Rahatlamış geçmişin üzerine bir çizik atmış geçmişi yok saymış biri olarak yeniden doğmuş gibi derslere dört elle sarılmış derslerini geceli gündüzlü çalışarak girdiği, sınavlardan geçerli çok iyi notlar alarak döneminin final imtihanlarının zamanının gelmesini beklemeye başlamıştı.
Mehmet, artık yeniden okumaya başladığı mesleğinde yükselebileceği okuluna alışmıştı, memleketinde bıraktığı kendisini düşündüren, sevgilisinin kendi, ne göre bir yuva kurmuş olmasından kaynaklanan içindeki burukluğu da atmış, arkadaşları ile olan ilişkilerle kendini ders çalışmasına vererek imtihanlarda aldığı güzel yüksek notlarla, övünmeye başlamıştı.
Çalışkanlığı ile dikkatleri üzerine çeken bir öğrenci olmuştu. Hocalarının anlattığı ders konularını çabuk kavrıyor, sınıfının çalışkan öğrencileri arasında bulunuyordu.
Onun bu çalışkan hali öğretmenlerin dikkatinden kaçmamıştı. İlk finalde boş kâğıt vermekten dolayı aldığı, sıfır notunu sonradan onu tanıyan hocası onun hakkındaki kanaatini değiştirmiş, geçerli not haline getirmeyi ihmal etmemişti. Onun okulun birinci sınıfında dönem kaybetmesini önlemişti.
Mehmet kendisine yapılan bu iyiliklerin altında kalmamak için çok sıkı çalışıyor hal ve hareketleri ile sınıfında kıskanılan bir öğrenci olmaya başlamıştı.
Arkadaşı Bursalı Sami’ in tanıştırdığı Ülkü, onu yalnız bırakmıyor sevdiği beğendiği kendisine henüz söylememiş olsa’da âşık olduğu aynı sınıfları paylaşan bu genci, kimselere kaptırmamak için, devamlı onun olduğu mekânlarda bulunuyor, çalışkanlığı ile Mehmet ile yarışıyor, güzelliği ile’ de onun arkadaşlığını kazanmış biri olarak arkadaşlık yapmaya devam ediyordu.
Mehmet sevgilisinin şefkatli davranışlarını bakışlarını Ülkü’de buluyor, onun davranışlarına kayıtsız kalmıyor, o da en az Ülkü kadar Ülküye ilgi göstermeye başlamıştı.
Aradan geçen zamanlarda birlikte olmaları bunları daha da yakınlaştırmıştı.
Hele ailesinden aldığı en son mektupta, Leyla’ın, gittiği taşındıkları yerde doğum yaptığını, onun bir kızı olduğunun haberini duyunca, Leyla’dan tamamen ümidi kesmiş, sınıf arkadaşı Ülkü’yü ise, kendisine dalgalı kötü havalarda kaçacağı sığınacağı bir liman olarak görmüştü. Aradığı mutluluğu, sevgiyi, onunla olan konuşmalarında birlikte olduğu günlerde bulmuştu.
Dönem sonu günler aylar geçip yaklaştıkça, bunların arasındaki ilişkiler aşka dönüşmeye başlamış, onlar birbirlerini çok seven birileri haline gelmişlerdi.
Beklenen yılsonu vizelerinin yapılacağı ve hemen onun arkasından okulun tatil olacağı, öğrencilerin evlerine döneceği zaman gelmiş çatmıştı.
Her gün bir imtihan oluyorlar, sınavlara giriyorlar çıkıyorlardı. Aldıkları notları ilan tahtasında gördükçe seviniyorlardı.
Ülkü de, arkadaşı Mehmet’ de sınavlardan derslerinden iyi notlar alarak, okullarının birinci dönemini tamamlamış ve ikinci dönemi okumaya hak kazanmışlardı.
Balık esir yeşermeye başlamıştı, pırıl, pırıl bir güneşin olduğu bağlar bahçeler, şehirdeki parklar her yer günlük güneşlik insanlar ise, aylardır ahırından dışarıya çıkmamış tayların baharla birlikte neşe içinde birden boşalıp dışarıya çifte atarak, oynayarak çıkması gibiydi.
Sokaklara çıkmışlar, caddelerde, çiçekleri açmış çimenleri yeşermiş boy atmaya başlamış parklarda, çarşı pazarda gezmeye başlamışlardı.
Okulun tatile girmesi an meselesiydi.
Mehmet ile Ülkü, okulun bahçesinde tenha bir yerinde bir kenara çekilmişler yanyana oturmuşlar okulun kapanması sonucunda girecekleri tatilde ne yapacaklarını konuşuyorlardı.
Ülkü.
-Ben bol, bol denize gireceğim. Denizi özledim, memleketime varır varmaz benim ilk işim, denize girmek sıcak kumlar üzerine sele serpe uzanmak güneşlenmek olacaktır. Okuldaki yorgunluğumu yaşadığım stresleri denizde kumsalda uzanarak mavi sularda kulaç atarak gidermek istiyorum.
-Dedi ve arkasından
-Keşke sen’ de yanımda olabilsen demeyi ihmal etmedi..
-Mehmet söze girdi.
Vallahi çok güzel olurdu amma, ne yazık bu mümkün değil benim memlekete gitmem gerekiyor beni orada bekleyenler var annem babam var doslar var fakat birbirimize adres verelim mektuplaşarak tatil aylarında neler yaptığımızı birbirimize anlatalım bu fikrim nasıl sence’ de uygun mu?
-Neden olmasın biz birbirimiz ile arkadaş değil’ miyiz hatta arkadaşlıktan da öte biz seninle sevgili olmadık’ mı?
- Tabi’ ki sevgiliyiz.
-Seni bilmen ben bilmem amma ben seni seviyorum, seni bu tatilde çok özleyeceğim.
-Diye cevap verdi Mehmet.
Sonunda okuldan ayrılık günü, gelip çatmıştı. Eşyalar toplanmış valizler hazırlanmış sabah kahvaltıdan sonra onların yola çıkma zamanları gelmişti ‘iki yeni sevgili olmuş arkadaş, birbirlerine veda etmeden öne, ev adreslerini verirken bir’ de onlar birbirlerine hatıra olarak, kendi fotoğraflarını vermeyi ihmal etmemişlerdi.
Gitme zamanıydı.
Her ikisi’ de okulun çıkışından bindikleri taksi ile otogara doğru hareket etmişlerdi.
Otobüs terminali vardıklarında ana baba günü gibi, hıncahınç insan ve öğrenci kaynıyordu. Otobüsler sıralanmış, gelenlerin valizlerini yerleştiriyorlar yolcusunu alan otobüs yola çıkıyordu.
Biletleri önceden almış olan, Ülkü Mehmet’ten önce yola çıkacaktı her ikisinin otobüsü’ de, farklı istikametlere gidecekti
Biri güneye ak deniz sahillerine doğru diğeri ise. Orta Anadolu’ un Toros dağlarına uzanan dağlık, ormanlık bölümündeki kısmındaki, yeşilliklerin ve kuşların yatağı cenneti olan, suların bol olduğu sesler çıkararak bahar şarkıları söyleyerek çağlayarak aktığı, şelalelerin şehri, ormanların şehri, yeşil Yahyalı şehri, idi.
İlk olarak otobüse, Ülkü bindi buruk bir veda, sıcak bir el sıkışma onun arkasından, yerlerine oturmalar ve camdan, gözgöze konuşmalar bakışmalar sonra karşılıklı el sallamalar arasında binilen otobüs, terminalden çıkarak kalabalıklar içinde varla yok arasında kaybolup gitmişti.
Tek başına kalan Mehmet arkadan bakıp uzaktan hala el sallarken kendi otobüsüne yolcular binmeye başlamıştı kendine geldiğinde kendi bineceği otobüsün dolmakta olduğunu gördü koştu ve elindeki valizini otobüse verdi bagaja koydurdu sonra çıktı yerine oturdu camdan dışarıdaki kalabalığı izlemeye başladı.
Otobüs yavaş, yavaş yerinden kımıldamaya başlarken kendisine ne el sallayan vardı ne mendil sallayan vardı. İçi burkulmuştu, boğazı düğümlenmişti, nefesi daraldı ve boğulacak gibi olmuştu.
Gözlerinde okuldaki yaşanmışları ve memleketinin görüntüleri ile yola çıktığında içinde buruk his gittikçe çoğalmakta eve vardığında nelerle karşılaşabileceğini düşünüyordu..
Nedenini az veya çok biliyordu. Bazen uyudu bazen yanına oturanla sohbet etti bazen camdan etrafını seyretti Orta Anadolu’ nun yeşil ovasını dumanlar çıkararak düzlüklerde uzanıp giden trenleri seyrede, seyrede nihayet, Mehmet yorucu ve zaman olarak uzun geçen bir zamanın sonunda Erciyes dağlarının yamacına yaslanmış güzel şehir Kayseri’ye varmıştı.
Daha gidecek çok yolu vardı, gideceği yer Toros dağlarının gerilerinde ak denizin havasının yaylasındaydı.
Ormanlıktı suları boldu dağlık taşlıktı. Fakat insanları yürekliydi sonra misafirperverdi. Gidenin orada kamu görevi yapanların, oraları seveceği oradan bir daha ayrılmak istemediği bir yerdi.
Ancak, bir gece orada kalıp yatması ve ertesi günü yola çıkması gerekiyordu. Bu yüzden kendisine terminale yakın, bir otel buldu kaydını yaptırdı sonra çıktı ve odasına yerleşti.
Buraya yerleştiğini duyduğu eski sevgilisi Leyla aklına gelmişti onu aramak bulmak konuşmak istedi yanında ne bir adresi ne bir telefon numarası vardı, onu bulabileceği bir bilgi hiçbir şey yoktu.
Vaz geçti.
Çıkıp şehirde biraz dolaştı yemek falan yedi gezindi yorgun düşünce gitti oteldeki yerine girdi ve yatağına uzandı.
Çok yorulmuştu. Doğru dürüst, yolunu sokaklarını bilmediği bu şehrin sokakları, onu yormuştu her tarafı ağrıyordu.
Uzun bir süre sırt üstü yattı biraz uyudu ve sonra dinlenmiş olarak, otelin salonunda indi oradaki koltuklardan birine oturdu radyo dinlemeye başladı.
Radyo haberleri veriyordu. Yassı ada mahkümlarının yargılama haberlerini veriyordu. Kim ne suç işlemiş, mahkemede kim ne savunma yapmış spiker onları anlatıyordu.
Biraz onları dinledi ve sonra uykusu gelince odasına çekildi yattı uyudu.
Sabah olmuştu, Erciyes dağından esip gelen bahar yeli ile kendine gelmiş ne ağrısı vardı ne yorgunluğu vardı. Dipdiri yatağından kalkmış okullu bir delikanlı idi.
Dışarı çıktı biraz dolaştı ve açık gördüğü bir işkembeciye girerek bol sirkeli bol sarımsaklı acılı bir işkembe çorbası içti.
Meşhur olduğunu duymuştu oralarda yapılan acılı bol sarımsaklı tereyağlı işkembe çorbasının lezzetini.
Sonra döndü otelden valizini aldı, terminale gitti Yahyalı’ ya giden otobüsten bir yer aldı biraz bekledikten sonra kalkma vakti gelen otobüse binerek şehirden ayrıldı.
En az, dört saat sürecek bir yolun yolcusuydu. Ovalar geçecekti göller görecekti, göllerin üzerinde uçuşan leylekler, ördekler ve çeşit, çeşit göçmen kuşlar görecekti.
Sonra dağlara ulaşılacak, kıvrım, kıvrım tozlu yollardan geçilerek sedir kokulu çam kokulu asırlık ağaçlar ile dolu olan sık ormanların içinden gidilecek ve sonunda yemyeşil bağlık bahçelik suların azgın aktığı Toros dağlarının şefkatli kucağında gelecek yolcularını bekleyen Yahyalı ilçesine doğup büyüdüğü çocukluk anılarının olduğu doyasıya gençliğini yaşadığı yere varacaktı.
Güzeldi, Yahyalı suları boldu ve soğuktu bir içenin az sonra tekrar içmek isteyeceği suların, derelerden pınarlardan çağlayarak aktığı mahalle aralarındaki çeşmelerde genç kızların kalaylı testilerine su doldurduğu çeşmelerin şehriydi.
Eskimiş, çalışmaktan usanmış otobüs, yola çıkalı bir saat falan olmuştu. Arada bir duruyor motoru dinlendiriliyor sağına soluna bakıldıktan sonra tekrar yola devam ediyordu. Bir haylı ovanın yüzünde gittikten sonra bataklıklar içinde kuşların dolaştığı göller geçtikten sonra dağlara doğru dolana, dolan, tırmanıyor yaşlı otobüs tırmandıkça yorgun düşüyordu.
Toros dağlarının dumanlı geçit vermeyen zirvelerinde karlar görünüyordu. Erimemiş kar yığınları yolun etrafında yığınlar halinde duruyor otobüs kar tünellerinin içinde kaybolup gidiyordu.
Dağlar önünde yükseldikçe dağlardan gelen sedir ağaçlarının kokuları yamaçlarda karaçam ve ardıç ağaçları karışmış halde orman olarak görünüşleri olağanüstü güzellikteydi.
İkindin vakti artık olmak üzereydi. Uzaktan görünmeye başlayan şehrin üzerindeki bahar güneşi, karlı dağların yamaçlarından yanıp sönüyor ve kızıl elbisesi ile karların beyazı dağların üzerinde taze gelin damat gibi dans ediyorlardı.
Hava kararmadan şehre giren otobüsün etrafını şehrin çocukları sarmış onların koşmaları dikkat çekiyor, Mehmet onları seyrede, seyrede şehrin içindeki bir dükkânın önünde durmuştu.
Burası otobüslerin geliş gidiş yaptıkları, biletlerin satıldığı bir yerdi. Şehirde, terminal olmadığından idareten burası terminal gibi kullanılıyordu.
Otobüsün durması ile etrafını Sarmış olan insan kalabalığının gözleri inen yolcular üzerindeydi.
İnsanlar gelecek yolcularını bekliyor kimi gelmiş otobüsten inmiş bekleyeni ile sarmaş dolaş hasretlik giderirken kimi de, beklediği yolcusunun otobüsten inmediğini görünce evinin yolunu tutmak mecburiyetinde kalıyordu.
Mehmet otobüsten inince gözleri ile kalabalığı taradı birilerini görmek ister gibi gözleri bekleyen bayanlar üzerindeydi amma beklediği yoktu onun yerinde babası gelmiş, onu beklerken gözgöze geldiler. Baba oğul, elde valiz, eve doğru gittiklerinde şehrin ışıkları yanmış sokaklarda hiç değişmeden görünen elektrik direklerin gölgelediği yolların sonunda evlerine varmıştı.
Annesi Hanife Hanım, evde gurbetten gelecek olan ortanca oğlunu bekliyordu. Koca bir yılın hasreti ile sarmaş dolaş olan anne oğul, birbirlerine öylesine sarılmış koklaşmaya başlamışlardı’ ki sanki onlar, ana oğul, çok uzun yıllardır birbirlerini görmemişler gibiydi.
Annesinin gözlerinden akan yaşlar sevincin gözyaşlarıydı.
Mehmet biraz dinlenip yorgunluğu bittikten elini yüzünü şehrin buz gibi sularında yıkadıktan sonra, odanın ortasında kurulan yer sofrasındaki yemeklerin kokusu ile kendine geldi hemen oturup yemeye başladı.
Annesi.
-Ye oğlum, ye hepsini senin için yaptım seni seversin diye sarma sardım, mantı yaptım üzerine bol cevizli baklava bile yaptım.
Baba Mehmet Efendi yüzlerini elini yıkamış içeriye girdi onu beklemeden sofraya oturmuş yemeğini yiyen oğlunun gözlerine baktı.
-oğlum okulda sana hiç yemek vermediler’ mi, bakıyorum kıtlıktan çıkmış gibisin aç kurt gibi yiyorsun. Biraz yavaş ye, ne bu be şimdi doğulup öleceksin.
Diyordu.
Annesi lafa girdi.
Ye, guzum, yemekten bir şey olmaz, can boğazdan gelir herif dokunma çocuğa benim yemeklerimi özlemiştir.
Diyordu.
Yemek faslı bitmişti, soruları arkası arkasına bir babası soruyordu bir annesi Mehmet onlara laf yetiştiremiyordu, yine de okulda geçirdiği bir yılı en ince noktasına, virgülüne varıncaya kadar aklına ne geldiyse hepsini anlatmıştı.
Bir ara evin borda kapısının demir tokmağının sesi duyuldu demir tokmak öyle bir ses çıkarıyordu’ ki titreşiminden deprem olmuş gibi, tavandaki toz toprak yerlere dökülüyordu.
Annesi Hanife teyze kapıyı açmak için merdivenin başına varmış aşağıdan borda kapısını çalana bağırıyordu.
Geldim, geldim evi yıkacaksın geliyorum işte.
Diyerek Hanife teyze merdiven basamaklarını birer ikişer atlayarak, bordo kapısının olduğu yere ulaşmaya çalışıyordu.
Kapıyı açtığında karşısında kızını bulmuştu. Büyük kızı Selma kardeşinin geldiğini duymuş, kan ter içinde koşarak eve gelmişti.
-Selma Hanım bir solukta eve çıkarak evdeki yemek yiyen kardeşine öyle bir sarıldı’ ki, nerede ise, Mehmet ile ikisi birden kendilerini yerde bulacaklardı.
-Hoş geldin a guzum, hoş geldin evine hoş geldin.
-Derken, sanki birbirlerini yıllardır görmeyen yıllardır hasretlik çeken iki kardeş gibiydiler.
-Selma durmadan kardeşine bakıyordu. Kardeşi Mehmet’ de ona bakıyordu tekrar, tekrar iki kardeş sarılıp öpüştükten sonra Selma onu süzmeye başladı.
-A, guzum çok zayıflamışsın neredeyse çöp gibi olmuşsun. Niye böyle zayıfladın.
-Dedi.
Annesi deoğlunun çok zayıflamış olduğunu fark etmişti. Kızı Selma’ya bu konuda hak verdi.
Olsun, kızım olsun zayıflıktan zarar gelmez, ben onu yaptığım yemekler ile börekler ile iki ay içinde kendine getirir yine eskisi gibi yaparım.
Değil’mi oğlum. Değil’mi
Evet, anne, evet, senin yemeklerin elim Allah, beni kısa zamanda yüz kiloya çıkartır, bende göbek yaptırır bundan hiç şüphem yok.
Diyordu.
Koyu süren bir sohbetin sonunda, yorgun olduğunu söyleyen Mehmet, annesinin önceden hazırladığı odasına çekilerek, yatağının üzerine uzanmıştı.
Yatağı mis gibi, taze defne sabunu kokuyordu. Toros dağlarının defnesinden yağından yapılmış sabunlarla, yıkanmış, güzelce ütülenmiş olan yatağa serilmiş olan elde tezgâhta dokunan çarşaflar, içinde yatanlara huzur saçıyordu.
Mehmet bu huzur içinde bile bir yıl öncesini düşünüyor gözleri tavan arasındaki geçmişe ait hayallerle dolup taşıyordu.
Ağladığını kimseye belli etmemek için, ikide bir gözyaşlarını siliyor ve sonra tekrar yatıyordu.
Yemeğin üzerine yorgun olarak yatağında uyuya kalan Mehmet, gözlerini açtığında vakit nedeyse öğlendi.
Gözlerini ovuşturarak uyandı saatine baktı.
Öhö, amma da uyumuşum neredeyse vakit akşam olmuş diyerek kalktı gitti banyosunu yaptı bir güzel tıraşını olduktan sonra kendisine yedireceği kahvaltı ile mutfakta bekleyen, annesinin yanına gitti. Aç kurt gibi kahvaltı sofrasındaki taze tereyağı bal ve yeni yapılmış buharı hala üzerinde tütüp duran, yufka ekmeklerine saldırıyor, soluk bile almadan önünde ne varsa yeyip bitiriyordu.
Kahvaltısını yaptıktan sonra hava almak bahanesi ile şehirde dolaşmaya çıktı. Ayakları onu Leyla’n yaşadığı eve doğru götürüyordu.
Evin önüne geldiğinde yukarı baktı, gözleri evin tavernasında olabileceğini düşündüğü Leyla’yı aradı.
Tavernada birkaç kişiyi dolaşırken gördü dikkatle baktı onları tanımaya çalıştı oysa gördükleri kişiler evin yeni sahipleriydi. Ev satılmış tanıdığı kişiler çoktan Kayseri merkeze taşınmışlardı.
İçi burkuldu nefesi daraldı, geçmişin hayallerini kura, kura dalgın bir halde yeniden evlerine döndü.
Evde onu bekleyen annesi onun halinden şüphelenmiş, oğlunun hava almak bahanesi ile Leyla’ların bir zamanki yaşadığı eve doğru gittiğini anlamıştı.
Oraya gittin değil’mi?
Anlamadım nereye gitmişim anne!
Bırak yalanı ben oğlumu bilmiyor’ muyum senin Leyla’rın evine doğru gittiğini görmedim mi sandın.
Gördüm oğlum gördün sen hala onu unutmamışsın anlaşılan ama yavrum memlekette ondan başka kız’ mı yok hele senin gibi öğretmen olmuş yakışıklı birine kimin kızını istesek verirler.
Diyerek teselliye başlamıştı. Arkasından Leyla’nın başkasına kime kimin oğluna verildiğini nasıl gelin edildiğini her şeyini anlattı ondan ümidini kesmesini başka kızların da olduğunu söyleyerek isterse hemen nişan yapabileceklerini ve okul bitince’de kendisini evlendirebileceklerini anlatıyordu.
Mehmet uzun bir sure annesini dinledikten sonra, Leyla ile ilgili konularda son noktayı koymuştu.
Allah mesut etsin, ben saten vaz geçmiştim, madem evlenmiş onun çocuğu bile olmuş, Allah onları mesut bahtiyar etsin. Benim evlenmekte gözüm falan yok benim tek amacım askerlikten evvel okulumu bitirmek sonra askere gidip gelmektir. Sonrasına zamanı gelince bakarız anne sen bunları şimdilik boş ver’ de söyle bana biz bağa ne zaman fide fidelemeye gideceğiz sen onu söyle.
Bağları özledim, bağlardaki suları özledim, söküp yiyeceğim yer elmalarını özledim.
Bu sözleri ile konuyu kapamışlardı.
Ertesi günü sabah erkenden, ahırdaki katıra biraz ters yükü sardılar katırın üzerinde annesi arkasında kendisi taşlı yokuşlardan inişlerden yürüyerek, nal sesleri içinde bağlarına vardılar.
Mevsimlerden bahar olduğu için, ekinler henüz olgunlaşmamış fakat kış aylarının yağmurlu kar yağışlı geçmesi ile her yer yeşillenmiş ağaçlar dallarından taze yapraklarını göstermiş, cevizler yollara toprağa çiçeklerinin püsküllerini döktüğü bir ilkbahar sabahında zamanda bağlarına varmışlardı.
Her taraftan iğde kokusu geliyordu, bahçenin her tarafı iğde kokusundan gezmekle bitmiyordu.
Çalıkların altından çiçeklerini göstermeye başlamış guruplar halindeki mor menekşeler, kümeler halinde oluşmuş mor zambaklar kokla, sonra topla beni diyordu.
Mehmet su arkının olduğu yere doğru giderek gövdesi kurumuş yer elmasını yerinden bir asılmakla topraktan çıkardı, kökünde salkım, salkım yer elmaları görünüyordu onları çamuru ile yerinden toplayarak pınara götürdü, yarpuz bitkilerinin arasından şırıldayarak akıp giden pınarın suyunda iyice yıkadıktan sonra yemeye başladı.
Sonra eğildi pınarın oluğuna dudaklarını dayadı, doya, doya buz gibi pınar suyundan içti ve biraz taze yarpuz toplayarak, onları soğanlı yumurta salatası yapıp yemek için, bağ elerinin olduğu yere götürdü.
Annesi ile yediği, bu yarpuz soğan ve haşlanmış yumurta salatasından sonra, ana oğul birlikte, boş bırakılmış bir yere domates biber gibi fideleri fidelemek için evlekler çektiler.
Annesi yorulmuştu dinlenmeye çekildi. Dinlenirken uyuya kalmıştı.
Mehmet, annesi evlerinde uyurken, bağın içinde dolaşıyor, dolaşırken onun ayakları, kendini bırakıp her nedense onu komşu bağ evinde bir zamanlar Leyla ile buluştukları onların bağ evlerinin olduğu yere doğru götürüyordu.
Ev hiç değişmemiş, yerinde aynen duruyordu sadece balkonun tahtaları çürümüş ahşap yerleri kötü bir durumda tamiri bekler gibi biraz bakımsızdı. Bir zamanlar kardeşinin kendisine gözcülük ettiği duvarın üzerine oturdu, uzun, uzun kendisine acı veren yüreğini parçalayan geçmişte yaşadıklarının hayalleri içinde, yaşadıkları geçmişi düşünerek, gözlerinin önünde canlandırarak, eski yaşadığı günü tekrar, tekrar derelerden gelen su sesleri içinde yaşadı.
Sevmiştim diyordu içinden kendi kendine konuşarak, onunla evlenecektim çocuklarımız olacaktı boy, boy, öyle düşünüyorduk ne oldu bizlere’ de şimdi o ayrı, ben ayrı dünyaları yaşıyoruz derken bardaktan boşanırcasına gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Tam bunları düşünürken önündeki evin duvarlarında oradan oraya ses çıkararak koşuşan sincapları gördü.
Bir müddet onların duvarın üzerinde, bir çatıya bir duvara arka arkaya koşuşturmalarını izlerken kardeşinin oturduğu duvarın üzerinde bir zamanlar kendisine gözcülük eden Ali’ye söz verdiği fakat sonradan yerine getirmediği vaz geçtiği anlar aklına geldi.
Kardeşi Ali yatılı okula gitmişti. Ortaokulu bitirmiş imtihanına girdiği kazandığı yatılı okulunda okuyordu. Onun da tatile çıkma zamanın geldiğinden onu düşünmeye başladı ve içinden kendi ile konuşması dışarından birileri tarafından duyulmasa’ da Mehmet’in yüreğinin parçalanmasına yetiyordu.
Anıların üzerinden zaman geçeli sade bir yıl olmuştu. Bir yılda çok şeyler değişmiş, çok şeyler kendi kendini yenilemişti.
Aşk yenilemişti, sevmek sevilmek yenilemişti arkadaşlar yenilenmişti yeni dostlar edinilmişti en önemlisi de, Mehmet Bitlis Mutki den kurtulmuş yeniden okullu olmuştu.
Orada ne kadar kaldığını düşünmeyen Mehmet, günün sonuna yaklaştığını ve akşamın olmak üzere olduğunu, batmaya hazırlanan güneşin, ağaçların dalları arasından süzülerek yüzüne geldiğinde yüzlerinde ağaçların gölgesini hissettiğinde anlamıştı.
-Vay be, akşam yaklaşmış, ikindin olmuş, kim bilir evde uyurken bıraktığım annem bana ne kadar kızmıştır.
Diye mırıldandı.
Kalktı ve doğruca, annesini bıraktığı bağ evinin olduğu yere doğru yürümeye başladı.
Sadece insanların ve hayvanların geçebildiği yaya yolundaki taş duvarlardan havaların ısınmasını fırsat bilen yılanlar kış uykusundan uyanmış yola çıkmışlar yolun tam ortasında sarmaş dolaş olmuşlar ayakta dikilmişler birbirleri ile sevişiyorlardı.
Yanlarına biri yaklaşmış veya yoldan birileri geçecekmiş onları rahatsız edecekmiş gibi kaygıları yok, dünyadan çevrelerinde olan bitenlerden habersiz yolun ortasında hiç kımıldamadan yanak yanağa sevişmelerini Mehmet olduğu yerde durdu ve uzun, uzun onları yolun üzerinde üstlerine gitmeden izledi.
Annesi yılanlardan konu açılıp konuşurlarken eski yıllarda Mehmet’e çocukken hep anlatmıştı.
Oğlum.
Bir yerde sevişen yılanları görürsen sakın onlara dokunmaya kalkınma onları öldürmeye çalışma yerlerinden kaçırmaya çalışma şayet sen onlardan birini öldürecek olursan ne yapar, yapar eşi seni bulur sokar ve seni öldürür demişti.
Annesinin kendisine söylediği bu sözler aklına gelince yılanlar oradan ayrılıncaya kadar onlardan uzak durdu hiç bir şey yapmadan onların yoldan çekilmelerini bekledi.
Saten fazla sürmemişti ne zamandan bu yana oradaydılar bu bilinmezdi amma, yolun ortasında sevişen yılanlar, birbirlerinden ayrılarak yolun kenarlarındaki taş duvarların içinde kaybolup gitmesi sonunda Mehmet, yolu açılmış görünce devam etti ve akşamın önünde annesinin bulunduğu eve vardı.
Annesi evde onu bekliyordu o gelinceye kadar bir hafta sonra tekrar gelip sebze fideleri dikeceği evlekleri çekmiş bitirmiş ve şehir evine dönme hazırlıklarını yapmıştı.
Nerede kaldın guzum, nerde kaldın saatlerdir seni beklemekten burada daş oldum
Demişti.
Sorma anne şöyle bağ arasında bir gezineyim ne var ne yok bir göreyim dedim bir baktım kendimi ayrancıda ablamların bağında bulmuşum. Oradır buradır gezeyim derken akşam olmuş.
-İyi, iyi, sen yokken ben’ de boş durmadan evlek çekme işlerini bitirdim. Haftaya beraber yine gelir fidelerimizi beraber dikeriz.
Dedi.
Hava kararmadan şehir evine varmaları gerekiyordu. Mehmet, ahırdan katırı çıkardı ve üzerine biraz bağ odunu yükledi ve annesi ile beraber şehir evine gitmek için yola koyuldu.
Yol kalabalıktı. Bağlarında yaz hazırlığı yapmış, sonra evlerinde besledikleri binek hayvanlarına süt veren keçilerine, ineklerine bağlarından ekinlerin aralarından kesip topladıkları otları, burmaları binek hayvanlarına yüklemişler herkes şehirdeki evlerine doğru gidiyorlardı.
Nal sesleri, insan seslerine karışıyordu.
Herkes birbirlerine yolda giderlerken gittikleri kendi bağlarında neler yaptıklarını anlatıyor, onun bunun dedikodusu yapıyordu.
Çocukların ellerinde mor menekşe desteleri, mor zambak desteleri dikkat çekiyor, çocuklar onları, ertesi gün okula gittiklerinde öğretmenlerine vereceklerinin hayallerini kuruyorlardı.
Hava kararmadan şehir evine varmayı başarmışlardı. Şehrin sokak lambaları yanmış, şehir uzaktan ışıl, ışıl görünüyordu.
Mehmet’ in annesi biraz dinlendikten sonra evdeki ocağı yaktı ve biraz hamur yoğurdu.
Hazırladığı hamurdan, bağdan toplayıp getirdikleri taze kazayağı otlarını, doğranmış soğan ve doğranmış kıkırdakla karıştırıp, ocakta kızarmakta olan sıcak sacın üzerinde, yaptığı otlu kapamaları pişirdi, onları tereyağı ile güzelcene yağladı ve akşam yapacağı ayran ile beraber yenmesi için sahanlara yerleştirdi.
Bu günkü akşam yemekleri bundan olacaktı. Onların yanına biraz’ da geçen yıldan kalma biraz’da sirke koydu’ mu, artık bunları evdeki herkes severek yerdi.
Bu arada, yatılı okulda okuyan kardeşi Ali de okuldan dönmüştü onunla dolaşıp vakit geçirirken bir gün postacı kapıyı çaldı.
On beş gün önceki, evlerindeki can sıkıntısına hatırladığı okul arkadaşı Ülkü’ye, yazdığı mektubunun cevabı gelmişti.
Postacıdan mektubu alır almaz, burnuna götürdü. Mektup kokuyordu. Öyle bir güzel koku yayılmıştı’ ki ortalığa, sanırsın yanlarında çiçekleri açmış, bir manolye ağacı falan var gibiydi.
Açtı okumaya başladı.
Mektupta yazılanlar, sarı ince kokulu kâğıtlara kelimeleri özene bezene seçilmiş güzel el yazıları ilen yazılmış, içinde aşkın koktuğu bir mektuptu.
Mehmet onu okurken kardeşi, hiç birşey bilmiyor gibi, onu uzaktan izliyor, onun yüzündeki mutluluk veren hisleri yüzündeki gülümsemelerden anlayabiliyordu.
Onun gelişmekte olan yeni bir aşkın başlangıcında yazılmış bir mektup olduğunu anlamıştı.
Daha sonraki günlerde neredeyse her hafta bir mektup gelmeye başladı arkası arkasına gelen bu hoş kokulu mektuplar Mehmet kimse bulmasın kimse bulup okumasın diye babasının özel odasındaki bir dolabın içinde gizliyordu.
Oysa kardeşi Ali onun yaptıklarından haberdar onun olmadığı zamanlarda yerinden alıyor abisinin bu yeni sevgilisinin okul arkadaşının kendisine neler yazdığını gizlice okuduktan sonra hiç el değmemiş gibi tekrar yerine koyuyordu.
Bir ay kadar şehirde anne babasına yardım eden Mehmet, okulundan yaz tatiline dönen kardeşi Ali ile gezip dolaştıktan sonra ailesi ile birlikte bunlar bağ evine göçmüşlerdi.
Elektriğin olmadığı bağ evlerinde gaz lambasının ışığında, yaz boyunca kalacaklar, bağ arasında sebze meyve yetiştirecekler kışlık yiyeceklerini hazırlayacaklar ve daha sonra sonbaharın sonlarına doğru, tekrar şehirdeki evlerine geri göçeceklerdi.
Mehmet ve kardeşi Ali beraber üç ay boyu bağ aralarında sincap kovalayarak, onların yavrularını tutarak onları kendilerine alıştırarak bağ işlerinde annelerine babalarına yardım ederken vaktin ne çabuk geçtiğini anlamadan okullarına dönme vakti gelmiş çatmıştı.
Mehmet yaz boyunca okul arkadaşı yeni sevgilisi Ülkü’ den gelen mektupları biriktirmiş destelemiş güzelce onları birbirlerine bağladıktan sonra, gizlediği yere kimsenin bunları bulamayacağı alamayacağı bir şekilde yerleştirmişti.
Artık okula yeniden dönme zamanlarıydı. Birkaç gün sonra açılacak olan okullarına dönmek için biletler alındı valizler hazırlandı nihayet yolculuk zamanı geldi çattı.
İki kardeş ikisi’de aynı yöne gideceklerdi her ikisi’de aynı otobüste Kayseri’ye kadar gidecek orada birbirlerinden ayrılıp kendi okudukları okulun olduğu yere giden otoslere bineceklerdi.
Ali Bolu’ ya, Mehmet ise, Balıkesir’e giden otobüse binecekti.
Bir sabah, Yahyalı otobüsüne binen Mehmet ve kardeşi Ali, anne babası ile yaptıkları buruk bir veda sonunda, beraberce hareket etmeye hazırlanmış otobüslerine binmişlerdi.
Otobüsün içi yolcu doluydu, yolcuların pek çoğu kendileri gibi çeşitli okullarda okumakta olan talebelerden oluşuyordu.
Yolcularını uğurlamaya gelen kalabalığın içinden yola çıkmaya başlayan otobüstekiler ile aşağıda kalanlar arasındaki el sallamalar görmeye değerdi.
Hasret kokuyordu, insanlarda vedalaşma kokuyordu ve her taraf orada gurbet kokuyordu.
Dağ yolları, orman yolları yamandı Toros dağlarında taş toprak yollar zorluydu yamandı.
Arkasında toz duman çıkartarak yoluna Kayseri ye doğru giden otobüs, dumanlar içinde kayboluyor, kendisi uğurlayanları geride bıraktığı insanları tozun dumanın içinde görünmez hale getiriyordu.
İki kardeş konuşa, konuşa Kayseri’ye akşama doğru varmışlardı.
Bir gece iki kardeş oradaki genellikle kendi hemşerilerinin kaldığı Kervansaray adındaki bir otelde kalarak sabahladılar.
Sabah kalkınca, lobiye inerek simit çay ile yaptıkları kahvaltıdan sonra, şehrin otobüs terminaline giderek biletlerini aldılar ve her ikisi de birbirlerine ayrılmadan öce sarmaş dolaş sarılıp veda ederek, okullarının olduğu memleketlere doğru giden otobüslere binerek önlerindeki gelecek yılın tatilinde tekrar buluşmak üzere vedalaşıp okullarına gittiler.
Mehmet’in mektuplaştığı Milas’ lı sevgisi Ülkü geldiği şehir yakın olduğundan erkenden gelmiş otobüs terminalinde sevgilisi Mehmet’i bekliyordu. Hangi gün geleceğini son mektubunda belirtmiş olduğundan ondan evvel gelmiş yurduna yerleştikten sonra, terminal binasında Mehmet’in geleceği otobüsü beklerdi.
Daha Mehmet Kayseri’den gelen terminale giren otobüsünden aşağıya inmeden Ülkü gelen otobüsün yanında durarak camdan Mehmet aradı yolcular arasından inmeye çalışan sevgilisini görünce yerinde hoplamaya, içerde kalabalıkta inmeye çalışan Mehmet’e el edip bağırmaya başladı.
-Mehmet, Mehmet bak ben buradayım.
-diyerek durmadan el sallıyordu.
Biraz sonra Mehmet kalabalığın inmesinden sonra iniş merdivenlerinde görününce koştu daha basamaklarda iken Mehmet’e sarıldı onu öpmeye başladı.
Hoş geldin sevgilim, gözlerim yolda kaldı çünkü seni çok özledim öyle bir özledim’ ki seni, burada karşılayabilmek için kendi ailemden ayrılarak evimizden bir gün önce buraya geldim.
Diyerek, sarıldığı boynunu bırakmıyor, sanki yıllardır bir bilerine hasret yaşarlarmış gibi, tekrar, tekrar yanaklarından öpüyordu.
Mehmet, şaşkınlık içinde bu kadar fazla ilgiyi hak etmemiş gibi yapıyor, kendinden önce gelen sevgilisinin kendisine gösterdiği aşırı sevgi karşısında çevresindekilerden utanıyordu.
Sevgilisinin elinden tuttu, diğer eline valizini aldı bir taksiye binerek beraberce okulun olduğu yere gittiler. Mehmet elindeki getirdiği içi çamaşır dolu olan valizini yurduna yatacağı yere yerleştirdikten sonra, dışarı çıktı ve iki sevgili birlikte olup, beraberce bir pastaneye gidip oturdular.
Pastanede beraberce birşeyler içip dinlenirken birbirlerine tatilde ne yaptıklarını anlatıyorlardı.
Mehmet.
E, ne yaptın tatilde bakalım bol, bol denize girebildin mi bari
Gidim, girdim amma sensiz ne denizin tadını alabildim ne de yaptığım tatilden, bir şey anladım. Daha çok, ailemle beraber oldum ailece haftada bir mangal yakıp eğlendik. Zeytin topladık, toplattık işle güçle koca bir yazda vaktimizi geçirdik.
-Diyerek bu defa anlatma sırası Mehmet’e gelmişti.
Mehmet
Ben de senden farklı bir şey yapmadım kardeşim Ali ile beraber bahçelerde dolaştık durduk, bazen ağaçlarda sincap kovaladık, bazen sincap ağaçlardaki kovuklardan, yavruları tuttuk onlar ile oynadık bazen’ de tıpkı senin yaptığın gibi, bahçemizde sebze meyve yetiştiren annemize babamıza bağ bahçe işlerinde yardım ettik.
-Bahçeniz büyük’ mü?
-Kendi yiyeceklerimizi çıkaracak kadar bir yer, öyle ürünlerini satacak kadar büyük değil.
Derken Ülkü, memleketlerindeki kendi zeytin bahçelerinin büyüklüğünü hasat zamanında ürün toplama zamanında, zeytin bahçelerindeki çalıştırdıkları insanların sayısı onlara ödedikleri paranın çokluğunu sonra kendi kazandıkları paranın çokluğunu ballandıra, ballandıra anlatmakla bitiremiyordu.
Sonra at besledikleri söylüyordu. Ata bindiğini ata binmekten çok hoşlandığını onunla çiftliklerinde nasıl gezindiğini anlatıyor arkadaşlarına verdikleri partilerden bahsediyordu.
Bir ara attan düştüğünü bir hafta yataktan kalkmadan incinen belinin iyi olmasını beklediğinden bahir etti.
Mehmet sevgilisinin attan düştüğünü duyunca gayrı ihtiyari eli sevgilisin beline gitti.
-Çok mu canın yandı?
-Çok, hem’ de pek çok. Yanımda sen olsaydın orada düştüğümde canımın acısı çok çabuk geçerdi amma, yanımda sen yoktun. Mektupta sana yazmıştım bundan bahsetmiştim okumadın mı?
Okudum, okudum hem de nasıl üzüldüm bilsen amma telefonun yoktu sana telefon etmek istediğimde. Bir ara şeytan dedi al şuradan bir bilen git doğrucana sevdiğinin yanına Milas’a diye bile düşündüm. Amma aileni henüz tanımadığım için ailenden çekindim korktum sonra bu fikirden vaz geçtim.
Dedi. Mehmet.
Bir saate yakın pastanede oturup birbirlerinin tatilinin nasıl geçtiğini anlattıklarında sonra şehre çıktılar yine akşam oluncaya kadar kestane ağaçları dolu, kasımpatıların açtığı şehirdeki parklar da el ele tutuşarak gezdiler dolaştılar.
Ertesi günü, ikinci dönem okulu yeniden açılmış bunlar derslere girmeye başlamışlardı. Fakat ders olmayan saatlerde her zaman beraber oluyorlar, onlar birbirlerine günlük ne yaptıklarından konuşurken, okul bitince hafta sonu buluşmalarında ise, ne yapacaklarını bile konuşmaya başlamışlardı.
Aralarındaki samimiyetleri konuştukça buluştukça gittikçe perçinleşiyor, birbirlerini daha çok sevmeye başlamışlardı. Sonunda okuldaki birbirlerinden kopmayan iki sevgili, oldular.
Aşkları okulda dillere destandı. Buluşmadıkları gün beraber olmadıkları tatil yoktu. Hafta sonları, ders araları yemekhanedeki zamanları hep birlikteydi.
Bunlara bazen, Bursa’ lı, Sami ve onun kız arkadaşı olan Fatoş’ da eşlik ediyor, hep beraber eğleniyorlardı. Beraber ders çalışıyorlar beraber oturup kalkıyorlardı.
Okuldaki dönemler ne çabuk geçtiği belli olmayan bir hızla çabucak gelip geçiyor iki sevgilinin arasından su sızmıyordu.
Yaz tatillerinde birbirlerine olan hasretlerini birbirlerine yazdıkları mektuplar ile gidermeye çalışırken yazılan mektuplar gün geçtikçe durmadan çoğalıyor dağ gibi oluyordu.
Kardeşi Ali abisinin mektuplarını gizlice okuyor abisin nasıl bir aşk yaşadığını okuduğu mektuplardan öğrenmeye devam ediyordu.
Koca üç yıl göz açıp kapancaya kadar geçmiş sıra diploma almaya gelmişti.
Okulda diploma merasimi vardı. Çocuklarının diploma alma sevincine ortak olmak isteyen aileler, yaşadıkları memleketlerinden birer ikişer çeşitli okulun bulunduğu Balıkesir şehrine çıkmış gelmişler diploma verilecek alanda yerlerini almışlardı.
Ülkü’ ün annesi, sonra onun tapu müdürü olan babası en güzel giysileri içinde, arabalarına binmişler gelmişler tören yerindeydiler.
Mehmet’in boynu eğriydi onun kimsesi yoktu. Sevgilisin anne babasını tören alanında görünce bir burukluk hisseti yıkıldı ve diploma merasimini beklemeden okuldan uzaklaştı.
Kaçar gibiydi Mehmet, kaderinden kaçıyordu, olan bitenden kaçıyordu, utancından kaçıyor kendinden bile kaçıyordu.
Anne babası ile birlikte olan Ülkü sevgilisi ile ailesini tanıştırmak istiyor, kalabalığın içinden ailesi ile tanıştırmak istediği sevgilisini arıyordu.
Akşam ailesinin kaldığı otelde birlikte konuşurlarken, ondan bahsetmiş sevgilisinin nasıl bir insan olduğunu ailesine, ballandıra, ballandıra anlatmıştı.
Onunla evleneceklerini, onu çok sevdiğini bile korkmadan çekinmeden açıkça söylemişti. Kendine ve okulunun en çalışkan en yakışıklı öğretmen olmuş genci olan Mehmet hakkında ailesine bildiği bütün bilgileri söylemişti.
Tören zamanı gelince isimler okunmaya başlamış ismi okunan yeni öğretmenler, gidip hocalarının elinden diplomalarını alıyor sonra kepler havaya atılıyor ortalığı birden bir neşedir hoş bir görüntüdür sarıyordu.
Diploma alma sırası Mehmet’e gelmişti ismi okundu Mehmet ortada yoktu. Okuldaki bütün gözler onu arıyordu.
Ülkü telaşlanmış, annesini babasını bırakmış kalabalığın arasında oradan oraya koşturuyor dolaşıyor fakat sevgilisini bulamıyordu.
Bursa’ lı Sami, bir taraftan, Ülkü bir taraftan, ne kadar aramış olsalarda Mehmet yoktu. Sanki yer yarılmış, yerin içine girmişti.
Ülkü ailesine mahcup olmuştu, sevgilisini söz verdiği annesine babasına tanıştıramadan diploması elinde, ailesi ile beraber memleketi Milas’a hareket etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Bu bir vedalaşmanın araya kara kedinin girmesi ile değen nazardan dolayı üzüntülü ve acıklı bir ayrılışın başlangıcıydı. İki sevgilinin birbirinden kopuşuydu.
Akşam olmuş genç öğretmenlerin yemekhanede yemek saatiydi. Mezuniyet sevincini kutlayan öğretmenler, okuldaki son yemeklerini yiyeceklerdi.
Bursa’ lı Sami, döne, döne arkadaşı Mehmet’i ararken onu okulunun yatakhanesinde valizini toplarken buldu. Diploma dağıtımın bitmesinden sonra öğrenci işlerine gitmiş sessizce okul çıkış diplomasını almış elbiseleri ile birlikte onları valizine yerleştirmeye çalışıyordu.
-Yahu, Mehmet, arkadaş sen nerelerdesin, seni aramadık yer bırakmadık, ülkü bir taraftan, ben bir taraftan Fatoş bir taraftan aramaktan ayaklarımıza neredeyse kara su indi. Sanki yer yarıldı yerin içine girdin. Vallah ben hayatımda böyle bir şey görmedim.
Diyerek sitem etmişti.
Biraz beraberce yatakhanede arkadaşının valiz hazırlamasına yardım eden Sami, sonunda arkadaşının koluna girerek onu sürükleye, sürükleye yemekhaneye kadar götürmeyi başardı.
Ülkü oradaydı yemekhaneye sevgilisinin geldiğini görünce koştu onu kapıda karşıladı sonra onun koluna girerek yemek sırasına girdiler ve yemeklerini alıp aynı masaya oturdular.
Sami, onları masalarında yalnız bırakmış, elleri yemek dolu olarak gitmiş, biraz ilerde oturan kendi sevgilisinin olduğu yere oturmuştu. Fakat sevgilisi ile yemeklerini yerken, gözleri onlardaydı ne yapacaklarını nasıl ne şekilde konuşacaklarını aralarında kavga’ mı edeceklerini merak ediyor, birbirlerinin yüzlerine nasıl bakacaklarını düşünüyordu.
Düşündüğü gibi olmamıştı.
Mehmet sevgilisinden özür dilemiş, sudan sebepler sıralayarak sevgilisine kendisi af ettirmişti.
Yeniden birlikte olmaktan, Ülkü mutluydu.
Sevgilisini davranışlarını haklı bulmuş onu bu davranışlarından dolayı af etmişti. Çünkü çok seviyor görünüyordu.
Yemekten sonra bahçeye çıktılar bir kenara çekilip oturup konuşmaya başladıklarında, Ülkü’nün gözleri sevgilisinin gözlerinin içine bakıyordu.
Bir ara öyle onlar öyle bir yanaştılar’ ki, gözler birbirine kilitlendi, dudaklar birleşti, aralarında ateş çıkaran şimşekler oluştu. Yürekler yerinden oynadı ve vücutlar titredi dudaklar titredi sonra bunlardaki aşk ateşi tutuştu alev aldı vücutları sardı.
İki sevgili yeniden birleştiklerinden, diploma gününde aralarında oluşan buz dağının erimesinden memnundular.
İki gün sonra, beraberce Ankara’ya atama kuralarının yapılacağı yere gittiler.
Bakanlık bunların çalışacağı okulların kuralarını noter huzurunda çekerken Mehmet, Kırşehir ilinde bir ortaokula, sevgilisi ise tesadüf bu ya kendi memleketinin bağlı olduğu Muğla merkezde bir ortaokula öğretmen olarak atanmışlardı.
Her ikisi de Atatürk’ ü bir cumhuriyet öğretmeni olarak, gidecekleri yerdeki atandıkları okulda çalışmaya başlayacaklarında, öğrencilerine, önce Cumhuriyetin önemini sonra Atatürk ve onun ilkelerinin anlatılarak öğrencilerine Atatürk’ün bu vatanı gençliğe öğretmenlere vatan sevgisini içinde, niçin nasıl emanet anlatacaklar ve onları öğreteceklerdi.
Çünkü okulda onlar bunu bir görev olduğunu öğrenmişlerdi.
Ertesi gün atama emirleri ellerinde, gidip yerlerinde göreve başlamak üzere dağılmışlardı.
Ankara’ ın sokaklarında caddelerinde, Kızılay meydanında iki sevgili huzur içinde dolaşıp gezerken bumdan sonraki gelen günlerde evlenme hazırlıklarının hayallerini kuruyorlardı.
Mehmet askere gitmeden önce sevgilisi ile nişanlanmak istiyordu yedek subay olarak yapacağı askerden döner dönmez evleneceklerinin kararını vermişlerdi.
Önlerindeki iki aylık yaz döneminde nişan yapılsın, Ülkü Mehmet’in ailesi tarafından gelsin istensin diye düşünerek konuşmuşlar anlaşmışlardı.
Arada hiçbir sorun yoktu, kendi aralarında söz kesip birbirlerine taktıkları yüzük parmaklarındaydı. Tek eksik Mehmet’in ailesinin gelip kendisini anne babasından istemesiydi.
Eşya imiş, evmiş bunları kendilerine sorun olarak görmüyorlar alacakları maaştan her istediklerini almayı düşünüyorlardı.
Bu düşünceler içinde her ikisi de atama emirleri ceplerinde evlerine döndüler.
Mehmet çok düşünüyordu anne babasını ta, Muğla’lara götürüp sevgilisinin kendisine istetmeye kalkışması ona göre değildi.
Bir ara, ablası ve annesi ile eniştesini de yanına alarak kız istemeye götürmek istedi bunun için tatilde ablası ile konuşup onun onayını aldıktan sonra yolculuk için hazırlanmaya başladıkları bir günde kara haber bunların üzerine bulut gibi birden çöküverdi.
Postacı elinde bir mektup kapıyı çalmış koşarak onu bordo kapısının önünde karşılayan Mehmet’in eline tutuşturulan içinde ne olduğunu bilmediği bir paket ile yer yerinden oynamıştı.
Açıp açmamakta tereddüt ediyordu. Hiç bir yerden, gelecek böyle bir paketi beklemiyordu.
Önce bakanlıktan falan gelmiş olabileceğini düşündü sonra içinden.
Bu olamaz, atama emridir desem olmaz. Kitaptır desem yine olmaz olsa, olsa Ülkü okumam için bana kitap göndermiş olabilir, olabilir amme neden göndersin üç gün sonra benim kendinin yanında olacağımı biliyor, diyor merak ediyordu.
Paketi açmaya korkuyordu. Paketi açmadan bir tarafa bıraktı kaldığı yerden yeniden hazırlıklara başladı.
İlk maaşından ücretini ödemek üzere komşuları olan ilçenin en iyi terzisi, Süleyman ustaya sivri yakalı üç düğmesi bulunan, bir takım elbise yaptırmış onu üzerinde görmek için giyinmişti. İki’ de bir, aynanın karşısına geçiyor bir kendine bakıyor, bir de kendini izleyen ablasına dönüp ben nasıl olmuşum diye, yanına gidip gelip ablasına yakışıp yakışmadığını soruyordu.
Ablası, giydiği elbisenin yakasını şöyle bir düzeltti.
-Güle, güle giyin, gadaşım sana ne yakışmaz ‘ki bu yakışmasın, Allah seni nazarlardan saklasın iyi günlerde giyin. Allah bize senin mutlu olacağın çoluk çocuğa kavuşacağın günleri de göstersin.
Demişti.
Olacak abla, olacak o ‘da olacak hele bir gidelim Ülkü’yü annesinden babasından bir isteyelim, bak o zaman nasıl güzel olacak. Senin elini öptüreceğim diyerek cebinde taşıdığı Ülkü’ ün resmini ablasına gösterdi.
-Bak bakalım abla, evleneceğim istemeye gideceğimiz kızı beğenecek’ misin? Nasıl güzel değil’mi?
Dediğinde, Mehmet mutluluktan uçar gibiydi.
“Ablası resmi eline aldı, dikkatle bakarken gözleri kardeşinin gözlerine kaydı”
-Çok güzel bir kızmış gadaşım, Allah devamına erdirsin. Sen beğenmişsin ya önemli olan budur.
Demişti.
“Mehmet denemek için giydiği takım elbisesini çıkardı yerine astı düğünde giymek istiyor buruşsun istemiyordu”
Az sonra, evin içinde dolaşırken bir köşede koyduktan sonra elbisenin sevincine unuttuğu paketi gördü, hatırladı ve onu eline tekrardan aldı evirdi çevirdi baktı ve açmaya karar verdi.
Koliyi açtığında bir de ne görsün kolinin içinde kendisinin Ülkü’ye gönderdiği mektuplar vardı. Ne kadar kendine ait mektubu varsa, hepsi toplanmış paketlenmiş, kendisine geri gönderilmişti.
Mehmet neye uğradığını şaşırmış, eli ayağı titremeye başlamıştı.
Olamaz, olamaz bu nasıl iştir diye bağırmaya başladığında ve yere düşüp bayılmaya başladığında ablası onun imdadına yetişti ve kardeşini kucağına alarak, olduğu yere oturttu koşup bir bardak su getirerek onun yüzünü yıkamaya başlamıştı.
Allah, Allah durup dururken ne oldu bu oğlana diye mırıldandı. Mehmet’in paketi açtıktan sonra, elinden yere düşen paketi paketteki darmadağın olmuş mektupları görmüştü.
Birkaç dakika sonra kendine gelen Mehmet paketteki mektupların üzerindeki kendisine tanıdık gelmeyen yazıyı okumaya başladı. Bu yazı Ülkü’ ün babasının yazısıydı mektubunda ülkü ile ilişkisini kesmesini bir daha konuşmamalarını kendisindeki mektup resim ne varsa, hepsini geri göndermesini istiyor Ülkü’ ün evlendiğini anlatıyordu.
Şaşkına dönen Mehmet, buna inanmıyor inanamıyordu. Acele ile arkadaşı Bursalı’ ya bir mektup yazıp gerçek durumu ondan öğrenmek istedi.
-Onun haberi vardır o bilirdir. O bilirdir bunu.
Cümlesini içinden durmadan tekrar ediyor yazdığı mektubu bir an evvel postaneye ulaştırmak istiyordu.
Mektubu aldı postaneye gitti ve tam mektubu göndereceği sırada fikrini değiştirdi.
Yok, yok mektubun cevabı çok geç gelebilir, en iyisi bir telgraf çekere durumu sormak
Diyerek mırıldanırken telgraf çekilen büfenin önüne yaklaştı uzunca bir telgraf yazıp cevaplaması için arkadaşına gönderdi.
Her ihtimale karşı durumu öğrenmek için acele ile yazdığı mektubu’ da, postaya vermekten imtina etmedi, onu’ da gönderdi.
Eve döndüğünde olan bitenleri en az kendisi gibi evdeki kendisi bekleyen ablası’ da merak etmeye başlamıştı.
Eve döndüğünde ne olup bittiğini kardeşine sorunca aldığı cevap onu’ da şaşkına çevirmişti.
Beklemek gerçeği öğrenmekten başka çareleri yoktu uzun geçen düşünceli geçen zorlu bir gecenin sabahında gelecek cevabı beklerlerken, ikindin olmuş postacı Hüseyin efendi, elinde bir telgraf evlerine yine gelmişti.
Mehmet aceleyle postacının elinden gelen telgrafı aldı ve gelen telgrafı, daha doğru dürüst okumadan yere düştü bayıldı.
Postacı Hüseyin Efendi hala oradaydı olaya şaşırmış ne olduğunu anlamadan Mehmet’e bakıyordu. Bağırdı.
Kimse yok’mu, yardım edin doktor çağırın.
Seslerine evin üst katından postacının seslenişini duyan ablası, merdivenlerden nasıl bir iniş indi ise, anında kardeşinin yanındaydı.
-Su getirin su.
Evdeki anneleri sesleri duymuş elinde ibrik koşarak yanlarına geldi ve buz gibi pınar suyunu, olanca hızıyla hepsini kafasından aşağıya döktüklerinde Mehmet ayıkmış kafasını titreterek uyanmıştı.
Kalktı olduğu yere oturdu.
-İyi’ misin oğlum?
-Ne oldu sana?
Sorular cevapsız, Mehmet dilini yutmuş gibi, cevap vermiyor olanları anlatacak gücü kendinde bulamıyordu.
Annesi, postacının getirdiği telgrafı postacıya verdi.
-Oku bakıyım ne yazıyor burada.
Postacının gelen telgrafı, onların isteği üzerine okuması sonunda gerçekler ortaya çıkmış, hepsi şaşkın ve suskun eve döndüler.
Evde hiç kimse konuşmuyor olanlardan şaşkın ne yapacaklarını bilmeyen aile oğullarını nasıl teskin edeceklerinin düşüncesi ile kendi aralarında tartışıyorlardı.
Bir bakıma söylemese’ de annesi bu durumdan hoşnuttu hiç tanımadığı kim olduklarını bilmediği yaşantısını huylarını bilmedikleri bir ailenin kızı ile evlenmesine aslında gönlü yoktu.
İçinden konuşuyor.
Sanki Yahyalı’ da kız kıtlığı var gran geldi sanki gitmiş ta nerelere, neresidir nasıl bir yerdir bilmediğimiz bir yaban yerden kız bulmuş neymiş, âşık olmuş, aşk dediğin üç gün var, beş gün var sonra yok olup giden bir şey diyordu.
Artık kız istemeye gitme hayalleri suya düşmüştü annesine göre ona helal süt emmiş huyu huyunda güzelliği yerinde olan ilçedeki konum komşudaki genç kızları, gözlerinin önüne getirirken içlerinden oğlunun beğenebileceğini düşündüğünü seçmeye çalışıyordu.
Bütün düşünceler alt üst olmuş durumda iken, ayılıp kendine gelen Mehmet, sakladığı biriktirdiği sevgilisine ait olan bütün mektupları yerinden çıkardı, elinde cebinde taşıdığı resim fotoğraf falan neler varsa hepsini paket yaparak ipe güzelce sardı ve hepsini sevdiği kıza geri yolladı.
Bir aşk daha burada kaderin karşısında dayanamamıştı ve son bulmuştu. İkinci darbeyi yiyen umutsuzluğa kapılan yıkılan Mehmet öğretmen, yeni başlayacağı görev yerine gidip başlamadan önce, gitti askerlik şubesine kendinin askere gitmek istediğini söyledi. Askerlik kararı aldırdı.
Aradan bir on gün kadar zaman geçmişti Sami öğretmen, arkadaşı Mehmet’in kendisine kuşkularını yazıp gönderdiği mektubunun cevabını göndermişti.
Mehmet, cevap eline geçer geçmez, hala içindeki bir umut ile gelen mektubu aceleyle açıp okudu.
Telgrafla daha önce, kendisine bildirdiği haber doğuydu.
Düğününe kendisinin de davet edildiğini okul arkadaşı olduğu için evlendiği okuldaki sevgilisi olan eşi ile birlikte düğünlerine gittiklerini anlatıyor, ülkü’n babasının isteğine karşı gelemeyip, onun bir subayla evlendiğini söylüyor bunu haber vermekten çok üzgün olduğunu söylüyordu.
Mehmet, artık sevgilisinden aldığı son haberi de almış biri olarak son defa yıkılmıştı.
Bozuk bir moral ile okulunun açılmasına yakın atamasının yapıldığı milli eğitim müdürlüğüne gitmiş orada göreve başlayarak, ilk maaşını ve yolluklarını aldıktan sonra, çağrı üzerine giderek askerlik şubesine teslim olmuş ve oradan İstanbul tuzla yedek subay eğitim merkezine giderek askerlik yapmaya başlamıştı.
O şimdi bir askerdi.
Yakışıklı bir yedek subay adayı olarak gördüğü eğitim yerinde aldığı eğitimler sonunda, Ankara desdek kıtalarında, Yedek subay olarak göreve başlamış ve yurt dışından gelen üst düzey siyasetcileri karşılayan, bölüğün komutanıydı.
Hemen, hemen her gün cumhurbaşkanının olduğu konuklarını karşıladığı merasim yerine çıkıyor, seçme askerleri ile gelen yabancı konukları ve cumhurbaşkanını selamlayıp tekmil veriyordu.
Günlerden bir cumartesi günüydü. Bolu’da yatılı okulda okuyan Kardeşi Ali, Ankara’dan geçerken yanına uğramıştı. Abisi ile görevli olduğu yerde görüşerek konuştular yemek yediler birbirlerine geçen günlerini anlattıktan sonra bir gece kalıp, yanyana abisin askeri birlikte kaldığı bekâr odasında gecelemişlerdi.
Ertesi gün tatildi ve günleri boş olduğundan abisinin yanında sabah kahvaltısını yaptıktan sonra abisinin isteği üzerine beraberce şehre çıkıp Kızılay caddesinde birlikte dolaşmaya başladılar.
Bazen bir yerde oturup çay içtiler bazen yemek yediler veya cadde kenarlarındaki mağazalara bakıp vakit geçirirlerken abisi bir kız arkadaşını görmüştü.
Yedek subaylık yaptığı bu yerde tanıştığı kız arkadaşı ile konuşurlarken, kardeşi Ali onları bir kenardan oturup dinlendiği yerden izliyordu.
Saatler geçiyordu buna rağmen abisi görünmez olmuş kız arkadaşı ile kalabalığın arasında kaybolup gideli neredeyse bir saatten fazla olmuştu.
Ali bu duruma bozulmuş abisinin kaybolup gitmesine saatler geçmesine rağmen bir türlü dönmemesine kızıyor canı sıkılıyordu. Çünkü gitmesi gerekiyordu ve binip gideceği otobüsün kalkış saatine çok az bir zaman kalmıştı.
Nihayet kayıp adam uzaktan göründüğünde yanında giderken bulunan sosyete güzeli kızın dönmediğini abisinin yanında olmadığını gördü. İçi rahatlamıştı Ali abisi ile konuşmak istedikleri konuları doğru dürüst konuşamamıştı.
Konuşmaktan vaz geçti ve konuşmadan hızla çabuk yürüyüşlerle askeri birliğin orada abisi ile beraber gece yattığı yerde bıraktığı el çantasının olduğu yere gitti ve çantasını çabucak alarak, tekrar çıktı ve hızlı adımlarla yürüyerek şehir merkezindeki şehirlerarası otobüslerin kalktığı otogara vardı.
Otobüsü kalkmak üzereyken varabildi. Ali en son gelen yolcu olarak hızla otobüse bindi ve biletini bir gün önceden aldığı yerine gitti oturdu.
Saatler geçmesine rağmen bitmek bilmeyen yolun bitiminde Kayseri görünmüştü. Bu defa yatmak yoktu hala Yahyalı’ ya yolcu götürecek bir otobüs vardı. Bir’de gece geç saatlerde Yahyalı’ ya inmişti..
Bu defa onu karşılayan yoktu, şehre habersiz gelmiş ve bir de çok geç saatlerde şehre indiğinden kimseyi rahatsız etmeden karanlığın içinden süzülerek sokak lambalarının yarı ışıkla aydınlattığı yerlerden giderek evlerine vardı.
Onu annesi olan Hanife teyze karşılamıştı. Oğlunun gece geç saatlerinde memleketine geleceğini bilmediğinden ansızın geleceğini tahmin etmediğinden gözlerini ovuşturarak, uykulu haliyle kapıyı açtığında karşısında oğlunu görünce şaşıran annesi hayretler içindeydi.
-Oğlum sen mi geldin..
-Ben geldim ya, size nasıl da süpriz yaptım amma.
- diyerek annesini şaşırttı.
Sarmaş dolaş hoş geldin fasıllarından sonra karnı aç olan Ali karnını doyurdu hiç birşey söylemeden, neden geldiğini anlatmadan yatağına yattı uyudu.
Sabah erkenden kalkan Ali’ annesine babasına müjdeyi vermişti. Annesini karşısına aldı ve ona müjdesini verdi.
Okul bitti anne mezun oldum on gün sonra kuraları çekmek için yine Ankara’ya döneceğim.
Dayanamadım, oralarda on gün orada burada boş vakit geçirip kalmaktansa dedim, otobüse atladım buraya geldim.
İyi etmişsin oğlum hoş geldin, gelirken abine de bir uğrasaydın da o ne yapıyor nasıldır bir öğrenseydin,.
Uğradım anne uğradım hepsini bir size anlatacağım hele şu kahvaltımı bitireyim hepsini size anlatacağım.
Ali böyle konuştuktan sonra babası da yanına gelmiş neden geldiğini yolda gelirken abisi ile görüştüğünü aralarında konuştuklarını bildiği tanık olduğu her şeyi bir; bir anlatmıştı.
-Kız meselesini duyunca annesi bozuldu biraz canı sıkıldı ve askerdeki oğluna kızmaya kendi kendine konuşmaya başladı.
-Yok, yok bizim bu deli oğlan, ne yapsak bir türlü uslanmayacak başına konuştuğu kızlar yüzünden gelmedik olay kalmadı kendisini terk eden başkası ile evlenen seviyorum dediği, kızlardan kaçtı askere gitti, şimdi’ de orada durmuyor, yine kız peşinde koşuyor bu ha!
Annesi kızmakta haklıydı.
Ali abisinden sonra kendini neden geldiğini etraflıca bir daha anlatarak dört yıl süren yatılı teknikerlik okulunu nasıl bitirdiğini anlatırken haftaya atamalarının yapılacağını da söylemişti.
Ali bir hafta sonra, Konya iline bağlı Ermenek ilçesindeki orman işletmesine teknik eleman olarak atanmıştı.
Mesleğinin pratiği hakkında bilgisi olmadığından işletmedeki merkez şefinin yanında çalışıyor bölge şefi olduktan sonra bir bölge şefi hangi görevleri yapar yaparsa ne şekilde yapar evraklar nasıl düzenlenir raporlar projeler nasıl yapılır, daha birçok konuyu merkez şefinin yanında refik olarak çalışıp öğrenirken bir gün bölge müdürleri işletmeye gelmişti.
Ali’yi yanına çağırtmış Ali çabucak bölge müdürünün karşısına çıkmıştı.
-Buyurun efendim beni çağırtmışsınız.
-Gel otur, Ali bey şöyle yanıma seninle konuşacaklarım var,
Bölge müdürünün emri üzerine Ali oturmuş bölge müdürünün kendisine ne diyeceğinin merakı içinde onun konuşması beklerken hiç beklemediği bir teklifle karşılaştı.
-Al bey oğlum sana bir görev vereceğim, merkez şefinden öğrendiğim kadarı ile burada onun yanında bayağı birşeyler öğrenmişsin boş bir bölge şefliği var orada şefe ihtiyacımız var seni oraya tayin ettireceğim ve sen de oraya gidip orada şeflik yapacaksın bu sene yapılması gereken işler yatırımlar var onları halledeceksin bu konuda sana güveniyorum.
Ali bunu hiç beklemiyordu önünde yapması gereken bir askerliği vardı düşündü biraz orada çalışırsam askerde harcayacağım harçlığımı çıkarır babama yük olmam diye düşündüğünden teklife hayır diyemedi ve kabul etti.
Çok geçmeden gelen yazılı emir üzerine yeni görev yerine giderek göreve başladı.
Görev yaptığı yer bir nahiye merkezi idi, emrine verilmiş üç beş orman bakım memuru ve bir de kâtibi ile seyisi birkaç da sivil memuru vardı.
Hepsi bir bahçenin içinde lojmanlarda oturuyor yine aynı bahçenin içindeki idare binasında çalışıyorlardı. Arabası yoktu, araba yerine bir at ve bir de ona bakan seyisi vardı.
Ali bey gecelere geç saate kadar yatmadan uyumadan geçmişte yapılan evrakların nasıl yapıldığını inceliyor, öğreniyor ve yapması gereken yatırımlar hakkında bilgiler edinip yapılması emredilen işlere ait düzenlemeleri geceleri öğrenirken gündüzleri de sıradan işleri, ni yapıyor yaptırıyordu.
Askere gitmeden önce verilen emirler gereğince iki lojman bir yangın kule binası ve bir de 30 km.lik telefon ishale hattını yanında çalışanlarının yardımı ile bitirmiş çalışanlarının iştikaklarını ödemiş olarak seneyi kapatırken, yüklü miktarda bir de ormandan üretim yaptırmıştı.
Her işi kendi takip ediyor her işinin mühendisi, mimarı proje yapımcısı müteahhidi tamamının sorumlusu kendisiydi.
Hiçbir işten geri kalmayan Ali Bey her işi başarı ile bitirmiş, at sırtında ormanlara köylere iş yerlerine ve hatta orman yangınlarına bile gitmişti.
Fakat onun yapması gereken vatan hizmet askerliği vardı ve askere gitmesi gerekiyordu. Yılsonunda yaptırdığı işerini toparladı tavsiye ederek bitmiş olarak ödemeleri yapmış olarak eserlerini sahiplerine teslim etti ve işi bıraktı sonra oradan askere gitti.
Tam verimli her şeyi öğrenmiş daha da çalışacağı bir anda kendini askerde bulan Ali Bey, askerliğini biridir bitirmez çekmiş olduğu atama kurasında bu defa Antalya Gazipaşa ilçesinde şeflik yapmaya başlamıştı.
Balta girmemiş bakir ormanlarda üretim reçine ve yeni orman depoları kurulmasıdır derken, yeni kurulmuş olan bu orman işletmesin bakir ormanlarının, kazma kürekle işçi gücü ile yapılması gereken orman yolları dâhil, işletme müdürlüğünün en ağır nerede ise, bütün yükü bunun omuzlarında idi.
Böyle olduğu bir yılın sonuna yakın bir günde, siyasi olarak ve dürüst çalışmasının mükâfatı, Müdürleri ile ters düştüğünden ufak bir tartışma sonucunda kendini Sivas Yıldızeli ilçesinde bulmuştu.
Olsun diyordu Türk bayrağının dalgalandığı her yer vatanım neresi olursa olsun görev yaparım yeter ki kimse benden usulsüz kanuna aykırı işler yapmamamı istemesin diyordu.
Geldiği yer, dediklerine göre, soğuğun Erzincan’ da doğduğu, fakat Sivas, ilinde kışladığı bir yerdi.
Köylerde orman kaçakçılığı çoktu, kış aylarında soğuktan korunabilmek için tezek yanında tutuşturucu olarak, odun yakabilmek için, köylüler Tokat ve Akdağ madeni şehri ormanlarından ve biraz’da kendi hudutları içindeki ormanlarından, gidip kaçak ağaç kesiyorlar ve bunları kağnılar ile öküzler ile köylerine taşıyorlardı.
Bunların nakli sırasında yollarda yakalanmaları sonucunda, mahkemeye davası açılmış iki bin beş yüz civarında derdest olan davası devam eden bir dava dosyası vardı.
Bölge şefliğinde davalara girip çıkacak onları gerek mahkemelerde gerek icra işlerinde takip edecek avukat olmadığı için bölge şefine genel müdürlüğün yazılı olarak verdiği yetki ile davalara avukat olarak bölge şefi bakıyor ve dosyaların icra işlerini alacak verecek tahsilât işlerini takip etmekle bölge şefi görevliydi.
Üç yıl kadar bu işler ile ilgilenip davalara avukat gibi girip çıkan savunması yapan Ali bey’i bir bölge şefi olarak değil bütün köylüler avukat olarak bilmeye başlamışlardı.
Kendi mahkemelik konularında ona akıl danışıyorlar ondan bilgi alıyorlar ve dava konuları için, hâkimler ve adliye personeli arasında arabuluculuk bilgi edinme arzusu doğmaya başlamıştı.
Ali bey mahkeme keşiflerinde fen ehli olarak da çalışır olmuş kendi işinde arta kalan zamanlarda, tapu tescil, meni müdahale davaları gibi davalarda keşiflere gidip gelmeye başlamıştı.
Arada bir köylere gidiyor, köy evlerinde yatıp kalkıyor yörenin ozanları ile görüşüp tanışıyordu.
Âşık Veysel Şatır oğlu ve daha bunlardan nicelerinin evlerinde konuğu olmuş, yemeğini yemiş suyunu içmiş dostluğunu kazanmış biri olarak günleri gelip geçerken bir gün kaderi orada görev yaparken değişivermişti.
Birini sevmişti.
Hiç ummadığı bir zamanda kendi memleketi dururken oradan evlenmek varken, bu hiç düşünmediği yerden birini sevmişti. Kadere boyun eğdi onunla evlenmeye kalkıştı.
Askerliğini bitirmiş görev yerine dönerek öğretmenliğe başlayan abisi Mehmet kardeşinin evlenmesini istemiyor yazdığı mektuplar ile vaz geçmesini istiyordu.
Ali bir gün aldığı hiç aklına gelmeyen bir haber ile yıkıldı.
Abisi, Mehmet öğretmen’i polisler, götürmüş Bakırköy akıl hastanesi yatırmışlardı.
Büyük aşklar yaşadığını bildiği, yaşadığı aşkların sonuçlarında hep hüsrana uğradığını bildiği abisi, sevdiği aşk yaşadığı kızların sonradan kendisini terk edip, başka, başka eşler bulması sonucunda içine düştüğü buhranın artığını söylüyorlardı.
Kendisinde tamiri iyileşmesi birileri tarafından iyi görünmüyor denilen, ruhsal yaralar dediklerine göre, kapanmamış onu çalıştığı okulunda görev yapamaz bir öğretmen yapmıştı.
Bu haberi alan kardeşi orman bölge şefi, üzgün her işi bırakarak bir arkadaşı ile beraber soluğu İstanbul’ da almıştı.
Arkadaşı ile beraber Bakırköy akıl hastanesine giderek doktoru ile görüşmek istediler ve gittiler hastanedeki abisinin doktorunun bulunduğu görev yaptığı kata çıktılar.
Üst katta bir yerdi hemen alt katta, hastaların kaldığı demirden bir kafes vardı. Hastalar oradaki demir kafesin içinde. Kafesine kapatılmış huysuzlanan aslanlar gibi, bir ileri bir geri durmadan gidip, gidip geliyorlardı. Ayağında bir demir zincirleri eksikti.
Bunların içinde Ali beyin, öğretmen abisi, Mehmet öğretmen’ de vardı. Aşağıdaki kafesin içinden bakınca, yukarıdaki doktorun kapısında bekleyen kendi kardeşini görmüştü. Bağırarak el sallayıp aşağıdaki kafesten kardeşine yalvarmaya başlamıştı.
-Ben buradayım bak, Ali, Ali, kardeşim ben buradayım. Ne olusun, doktor ile git görüş çıkart beni buradan, çıkart Ali, yoksa ben delireceğim burada delireceğim diyordu, tekrarlayarak bağırıyordu
Bu hüzünlü tablo karşısında, bir insanın onlara orada görüp baktığında, üzülmemek ve oradaki o kafesin içindekilere bakıp’ da onların yalvarışlarından, insan olan birinin etkilenmemesi bir insan için asla mümkün değildi.
Ali çok üzülmüştü.
Nihayet doktor onlar ile görüşmeyi kabul etti ve içeriye girdiler Mehmet öğretmenin neden orada olduğunu neden demir kafesin içine konduğunu sordular.
Doktor, oraya onu polislerin getirdiğini hasta dedikleri için kaçabileceği düşünülerek, kafese konduğunu kaçmasından korktukları için orada tutulduğunu anlatıyordu.
Doktorun sözlerine göre, Mehmet öğretmen polisler eşliğinde hastaneye getireli, geleli bir hafta falan olmuştu.
Doktor onlara, bu zaman içinde, hastanın gözlenmesinin bir hastane doktoru bir uzmanı olarak yapılması gerekenlerini bizzat kendisinin yaptığını ve sonuçta onun, oradaki akıl hastanesinde kalacak yatacak kadar ağır, bir ruh bir hastası olmadığını anlatmıştı.
-Kardeşi sordu.
-Sizce ne yapmamız gerekir o zaman?
-Alıp götürebilirsiniz burada kalmasına gerek yok
-Dedi doktor.
Ali bey abisini doktorun izni ile hastaneden çıkarttı yanında gelen arkadaşı ile birlikte, bir gün bir gece İstanbul’da kalarak yemek yediler eğlence yerlerine gittiler, beraberce eğlendiler sanki ortada bir hasta yokmuş gibi üç kişi kardeş kardeşe vakit geçirdiklerinde her şey normal gibi görünüyordu.
Ertesi gün sabah olduğunda, birbirlerinden ayrıldılar, hepsi daha önce görev yaptığı yerlere dönmüştü.
Hastaneden çıkarılan, Mehmet öğretmen neşeliydi, mutluydu, oradaki hastanede bulunan demir kafesten, kurtulduğuna şükrediyor bir daha oraya dönmemeye yemin ediyordu.
Öğretmenliğimi yapacağım, okulumda sınıflara ders yapmaya gireceğim, öğrencilerime dersler vereceğim, onlara adam olmanın erdem kişi olmanın yollarını öğreteceğim, sonra onlara Atatürk’ün gençliğe neyi emanet ettiğini anlatacağım dersler vereceğim diyordu.
Hayal kurmak çoğu zaman güzeldir. İnsanlar, zaman, zaman hayal kurar kurduğu hayalin konularını araştırır, kitaplar okur hayalleri hakkında edinebildiği kadar bilgiler edinir. Fırsatlar ve imkânları dâhilinde kurduğu, hayalindeki düşündüklerini yapmaya uygulamaya başlarlardır. Böyle yapmak onları çünkü mutlu edecektir.
Eğitim de bunun için vardır. İnsan niçin eğitim alır, çünkü her gencin her insanın gönlünde bir aslan yatardır. O aslana layık olmak için okuması gerekmektedir.
Nasıl’ ki Mehmet öğretmen, İlkokul öğretmenliği yaparken, yükselmek istedi bunun için de yeni okulları okumayı tercih etti her insanın gönlünde yatan olmak istediği bir şeyler vardır.
Hayatta yaşadıkları ortamlarda insanlar, gördüklerini tanık olup tanık olduklarından hoşuna gidenlere sahip olabilmek, arzusu insanlar içindir.
Kimi siyaset adamı olmak ister, kimi bilim adamı olmak ister kimi subay kimi işçi olmak ister. Nelerden etkilendi ise onu olmak ister.
Bazen’ de insanlar, bunların tam tersini yapmak ister, hayat yolunda uğradığı başına gelen felaketlerin ezikliğinin hayatta küsmüşlüğünün onun kendisinde bir fırsat bulduğunda intikamını almanın duygularını yapamasa bile ömür boyu içinde taşırdır. Böylelerinin elinden çoğu zaman bir şey gelmemiştir. Neye sarıldı ise, neyi yapmak neyi yaparak kendini hayat yolunda mutlu etmek istemiş ise, kol kırılmış hep yen içinde kalmıştır. Bunlar yılgınlığın kaderlerinin acısı ile kıvranan insanlardır.
Başarmak isteyip de başaramamak, düşündü kişi olamamak veya kendini istediği yerde, istediği ailede istediği bir memlekette istediği bir ortamda bulamamak insanları istemediği yollara iten gerçeklerdir.
Bazen insan çalışmak ister, kendini çevresindekileri yenilemek değiştirmek ister bunun için çalışır didinir dişiyle tırnağıyla birşeyler yapmak ister, ister amma ne yapsa bir türlü bunu çoğu insan başaramaz. Başaranların sayısı azdır. Onlar’ da, başkalarından desdek yardım alarak başaranlardır.
Her insan varlıklı ailede doğmak, varlıklı bir ailenin çocuğu olmak ister. Her insan Dünya’n veya kendi ülkesinin en gözde yerlerindeki yaşayan kökleri orada, geçmişi ile yaşayan malı ile mülkü ile yaşayan ailelerin bir asıl ferdi olmak ister.
Kim ister fakir verimsiz topraklar üzerinde yaşayan zar zor geçinen bir ailen oğlu kızı olmayı amma bu bir ilahi kaderdir, takdirdir değiştirilemeyen ancak doğduktan büyüdükten sonra azimle binçle ve Allah’ın kendisine yardım etmesi ile yürü kulum ben senin ve gelecek neslinin kaderini değiştireceğim demesi ile bazı şeyler değişebilir.
Mehmet öğretmenin gençliğinde yaşadıkları olaylar, kendini akıl hastanesinde bulmasına asıl sebep olan olayların, temelinde yatanlar asıl bunlar değil’ midir?
Mehmet öğretmenin ailesi zengin olsaydı, okumuş tahsilli mürekkep yalamış kimseler olsaydı acaba Mehmet öğretmen çektiği acıları yaşar’ mıydı?
İnsanların dediği gibi, atalarımızın dediği gibi “Davul bile, dengi dengine” sözünde olduğu gibi. Ülkü öğretmenin ailesi ile Mehmet öğretmenin ailesi, aynı miktarda zenginliğe, aynı seviyedeki kariyerlere eşit olsalardı, Mehmet bu hale düşer’ miydi?
Ama onlar, insanlığın bu dünyada hiçbir zaman pirim etmediği düşündükleri menfaat dünyasında yaşayan insanlardandı.
Paraya önem veren, zenginliğe önem veren, kariyer sahibi olmuşluğa önem veren insanlığı hiçe sayan insanlardı.
Oysa insanlık ne parayla ölçülen ne zenginle ölçülebilen bir şey değildir. İnsanlık bir meziyettir, insanlık erdemliktir.
İnsanlık insanların mihenk taşıdır. Onun değerini ancak, mihenk taşında ölçebilenler anlardır. Altından gümüşten her şeyden daha kıymetlidir.
Zenginliği varlığı mihenk taşında tartanların ölçenlerin insanlığı yoktur onlar paraya mala tapanlardır. Onlar şunu bilmezler’ ki malda mülk’de Allah’ dır istediğine verir, istemediğinin elinden geri alır hiç kimse onu ölümsüzlüğün yaşandığı yere mezarına ebedi dünyasına götüremez, buna muktedir değildir.
Giden kişinin insanlığıdır, yardım severliğidir kişinin Dünya’ da bıraktığı eserlerinin sevabıdır.
Kim’ ki, bu imtihan dünyasında iken, bir iyilik yapmış ise, kim’ ki insanlığa faydalı olabilmiş ise, kim’ ki hem imtihan dünyası için, hem’ de öldükten sonraki sonsuza kadar yaşayacağı, kıyametten sonraki ameline göre ameli için çalışmış, kendini Yaratan’a hesap vereceği dünyası için hazırlamış ise, işte o, insanlıktır. İnsan olmanın gereğini yapmıştır.
Hiç birimiz bu dünya’nın kalıcılarından değiliz, er veya geç geçmişte bu dünyadan gidip de dönmeyen insanlar gibi zamanımız geldiğinde hepimiz dönüşü olmayan yerin yolcusu olacağız. Ne cebimiz olacak, ne yiyeceğimiz olacak, ne paramız ne de malımız mülkümüz olacaktır.
Yanımızda bu fani dünyada iken, insanlığımızla kazandıklarımız, adına amel dediklerimiz olacaktır. Bize dost olan, bize yardım eden onlar olacaktır.
Bu dünyada herşeyden çok insanlık önemlidir.
İnsanlar insanlığı ile ölçülür insanlar malı ile mülkü ile parası ile değerlendirilmezdir. Değerlendiren gaflet içinde yaşayanlardır.
Birine zarar vermek, birilerinin mutlu olmasına engel koymak, kişisel düşünce ve menfaatlerini bahane ederek birilerinin mutsuz olmasına, birilerinin, ruhen hasta olmasına neden olmak kadar, insanlık dışı bir şey yoktur.
İnsanlık bunu gerektirmez. İnsanlık, yardım etmektir. Takdire engel çıkarmamak ve başına geleni beğenmesen bile, başkaları beğenmiş ise, bunu rahatlık içinde kabullenebilmektir. Zararına veya kar’ına, ortak olabilmektir.
Hele’ ki yardım edeceğin kişi kendi canından kendi kanından olan birileri ise bundan kaçınmak doğru değildir, çünkü onların mutluluğu önemlidir.
Evet, insanlar bir cahillik etmiş önlerini geleceklerini görememiş olabilirler. Bunlar için esas olan, onlara engel çıkarmak değil, onlara yol göstermek doğruların eğrilerin ne olduğunu yaşanmış örnekleri ile karşındakilere anlatabilmektir.
İnsanlar, hayat yolunda giderlerken çoğu zamanlarda okumadan bilgi sahibi olmadan, yanıla, yanıla, doğruyu öğrenirler. Yanıldıklarını anladıklarında yaptıkları yanlışı düzelmek yine onların kendilerine düşer.
Hiçbir kimse, anasından doğduğunda bilgi sahibi olarak doğmaz, Dünya bir imtihan yerdir. Bu imtihan yerinde her bir şey, yaşanarak düşe, kalka, kimi alaylı kimi mektepli olarak eğriyi doğruyu öğrenir.
İnsanlık, bunu gerektirirdir.
Yaşanan koşullar insanları idare ederdir, insanlar koşulları asla idare edemez ve etmezlerdir.
İnsanoğlu dünyasında, edepten nasip almamış ise, o kişi insan olarak sayılan kişi değildir.
İnsanlık farklıdır, insanlık insan ile hayvanları birbirlerinden ayıran sadece insanlara mahsus bir özelliktir.
İnsanlar çok yeri ile ağaca’ da benzerlerdir, ağaç ne kadar yükseğe ışığa çıkmak isterlerse, bulundukları yere, bir o kadar derin kök salarlardır ve yere aşağılara karanlığa derinlerdeki kötülüklere insanlığı ile aydınlık olurlardır.
Kötülüğe aydınlık olmak insanlığı gerektirir.
İnsanlık merhamet üzerine kuruludur, merhamet olmayan insan şeytani ruhlu insandır. Mevlana C.Rumi ne demiş BİR HATIRLAYALIM “Her şeyim kaybettim amma kendimi buldum.”
İnsan her şeyini kaybedebilir fakat önemli olan kendisinin insan olarak piştiğini görmesi insanlara yararlı biri olması bir insan için en büyük kazançtır. Sonra ne demiş. Bir insan “gönül almayı bilmez ise, ona, ömür emanet edilmez”
İnsan gönül almasını bilmeli, gönül almak, insan olmanın erdemlerindendir. Gönül alacaksın’ ki gönlünü aldığın kişinin mutlu günlerinde sana dua okusun, senin adını ansın, sana ne vefalı insandı diyebilsin ve gıybetinde değil, insanlığına konuşsun.
Belki Ülkü kızın babası insan olabilmiş olsaydı, kızın sevdiği kişinin, annesi ve babasının durumlarına değil, onların fakirliğini cahil okumamış fakat tecrübeleri ile insan olabilmiş erginliğe ulaşmış sözü dinlenen biri olduğunu düşünecek biri olabilir diyerek ön yargılı düşünmeseydi, bu dünyada her insanın bir olamayacağını düşünerek muhatap olacağı kişilerin kişiliğine saygı gösterebilseydi, şimdi Mehmet öğretmen ve kızı böyle olmaya bilirdi.
Nam, şöhret, mevki para uğruna, birilerinin geleceği karartılmış, kararttığı insanda, takıntıların oluşmasına sebep olmuştu.
Mehmet öğretmen intikam duygusu ile yanıyordu. Nasıl imtikam alacaktı, sevdiği kızın evlendiği erkekten daha üstün biri olarak intikam alabilirdi.
Neydi sevdiği kızın namı şöhreti bir subaydı değil’mi subaydan daha büyük kim vardı, Siyaset adamları başbakanlar cumhurbaşkanları, peki bunlardan biri olabilir’ miydi Mehmet öğretmene göre evet, olabilirdi.
Çünkü Mehmet öğretmen yedek subay iken tören kıtası komutanlığı yapmış pek çok cumhurbaşkanları devlet adamları görmüş onların yaşantısına, onların her şeye sözlerinin geçtiğine görüp hayran kalmıştı.
Onlar gibi olmak istiyordu.
İnsan Kalbi, öyle bir kalptir’ ki, alışkın olduğu gördüğü görerek özendiği imrendiği beğendiği dostlarının huyunu alırdır.
Gide gele, merasim bölüklerindeki ihtişamlı törenleri, saygı duyanları göre, göre onlardan biri olmak her insanın arzu ettiği erişemese’ de buna, Muaffak olamasa’ da o düşünce her zaman içindedir, arzudur, istektir zaman, zaman dışa vurandır.
Mehmet öğretmendeki durumda tam işte buydu. Öyle bir hale gelmişti ‘ kendini beğenmeyenlerin beğendiği insandan daha yüksek bir olmak, bak sen beni beğenmedim amma ben işte sonunda bu oldum olmasını bilebildim diyerek intikam almaktı.
Düşünceler sinesinde ok gibi saplıydı, bu saplanmış oku, sinesinden yüreğinden bir çıkarıp atamıyordu.
Madem kendi atamıyor, kendi kendine zarar veriyor, o zaman o ok, girdiği yeri kangrene çevirmeden, başkaları tarafından ehiller tarafından yerinden sökülsün atılsın diyerek, Bakır köy, akıl hastanesine gönderilmişti amma, ne yazık’ ki yüreği yufka insanlara acıyan, kardeşi buna izin vermemişti, yanlış yapmıştı.
Bilinmez amma belki de en iyisini yapmıştı.
Mehmet öğretmen ömür boyu yalnız kalacak, insanlar ondan bahsederken şizofreni hastası diye bahsedecekler, amma hiç kimse onun geçmişinde, neler olduğunu bilmeyecekti.
Gönül istemez ise, kulak duymuş neylesin. Kimse kimsenin gönlündekini öğrenmek istemez. “Her koyun kendi bacağından asılır.”hastaymış, çaresizmiş sahipsizmiş yardıma muhtaçmış bunu hiç kimse düşünmez. Varsa bir yakını, varsa ana gibi bir yüreği acıyanı gördükçe yüreği parçalananı, işte sadece onlar düşünür onlar sahip çıkardır.
Atalarımız;
“El elin eşeğini, türkü çağırarak arar “
Diye boşuna dememişler.
İnsan kendi sorunlarını ancak kendisi çözebilir, başkaları o sorunlarla ilgilenirdir amma, ilgilenir gibi görünür ve yeterince ilgilenmez. İgilendim diyende yalan vardır.
Yüreği yufka, Anadır ilgilenen, babadır ilgilenen, varsa gerçek seven yar, bir ‘de o vardır. Gayrısı yalandır.
Ana ölse, baba ölse, arayıp soranı gün geçtikçe azalır, hele bir de devlet, devlet olarak sahip çıkmaz ise, vay onun haline. Bu gün ülkemizdeki durum bundan ibarettir.
Sosyal devlet olmak önemlidir, sosyal devlet insanına, düşenine garibine yaşlısına, hastasına sahip çıkar, onları sokakta bırakmaz aç açıkta sefil doktorsuz bırakmaz.
Kendinden bir parça gibi görür, takip eder sahiplenir her derdine koşar çare olurdur.
Sosyal devlet anlayışı budur. Devlet böylelerine anadan babadan kardeşten hısım akrabadan daha yakın olabilmektir.
Eline üç kuruş maaş verip, bak işte, ben sana maaş veriyorum ya demek değildir.
İnsanların, yaşlıların ve hele hastaların, şefkate ilgiye ihtiyaçları vardır. İlgidir onları mutlu eden, sormaktır aramaktır hal hatır almak yanında oturup bir acı kahveyi sohbet ederek paylaşmaktır beraber içmektir konuşmaktır.
Hastayı hasta görmek onun varlığından utanmak, ondan uzak durmak yolda yürürken ayrı yürüme eş dost içinde Allah’ın bildiğini kulundan saklamak asla doğru değildir.
Belki Allah seni deniyordur, bunu bilemezsin, bakalım kulum dert verdiğim oğluna kızına yakınının derdine ortak oluyor’ mu çare arıyor’ mu yoksa sadece kendini düşünüp hastası için boş mu veriyor diye denemiş olabilirdir.
Dünya bir imtihan yeri derler, bu da bir imtihan sorusu olamaz’ım belki en ağır sorudur. Belki cevabını bilenleri Cennetine girmeye layık göreceği sorulardan biridir kim bilir.
Ana baba hakkı yenmezdir ödenmesi zor olanlardandır kim ki oğuldur kızıdır bunu biliyordur elinden geldiği kadar düşen ana babasına sahip çıkmak yapacağı en kutsallardandır.
Ana baba zamanında istemeyerek bilmeyerek veya durumları gereği bir hata yapmış olabilir, örneği çok olan bunlardan biri dahi olsa evlat, ana bildiği baba bildiği kişiye sahip çıkması lazımdır.
Bu gibi kişilerin cezasını ancak C.Allah vermeye yetkilidir kimse kimsenin yetkisini kullanamaz hele, Rab’imin yetkisini bu dünyada bile olsa, hiç kullanamaz.
Allah tektir, görendir, işitendir bilendir yokları var edendir.
Bir hayat başlamıştı sonsuza kadar sürecek, rezilikler içinde hor görülen gerçekleri göremeyen kör gözler önünde, insanların arkasından konuştuğu yakıştırmalar yaptığı konuşmaktan dostluk kurmaktan kaçındığı kuru bir merhaba ile geçiştirdiği, bir hayat başlamıştı.
Çocukların arkasından bir teneke çalmadıkları kalmıştı.
Yardıma muhtaçtı sevgiye ilgiye muhtaçtı. Dosta muhtaçtı konuşmaya muhtaçtı ve kendisini dinlemesini bilen birilerine muhtaçtı. Onun kendisine göre doğruları vardı.
Yalnızlık insanın düşmanıydı uykusuz gecelerin düşmanıydı.
Tek teselliydi kendine göre uğraşlar bulmak, hayân beslemek kuş beslemek çiçek yetiştirmek ağaç yetiştirmek toprakla haşır haşır neşir olmak tek tesellisiydi.
Toprağı ana bilmişti her çapa yaptığında her bitkilerin taşını otunu temizleyişinde anası ile yaşadığı günler aklına gelirdi.
Toprağı okşarken, anasını kucaklar gibi kucaklardı her yemek yeyişlerine anasının yemeklerini tadını tadar gibi olurdu.
Ona ana yar olmuştu, ona ana sevgisini vermişti yüreğini vermişti kalbini yerinden sökmüş al bunu, bu senin olsun senin yanında bulunsun gerektiğinde okşa sev istersen konuş onunla, ben, bu yaştan sonra bunu ne yapacağım bana gerek değil demişti.
Ana yüreği bölük bölüktü, kan doluydu sevgiden çok acı doluydu. Her bakışında insanın boğazına düğümlenen cinstendi.
Çok çekmişti anası, içini parçalayan oğlu ile yaşamış ona dost olmuş destek olmuş, acılarına ortak olarak yaşamıştı.
Böyle yaşayan bir ana ne kadar uzun yaşayabilir, ne kadar sağlıklı kalabilir kalamazı hasta olur verem olur ya’da kanser olur felç olur yatalak olurdu.
Rab’im, ona en uygunu vermişti. Yavaş, yavaş ölmek, ne kadar sabredecek ne zaman isyan edecek bunu bilmek isterdi.
Ama o, sabretmeyi şükür etmeyi seçti. Dualarını hiç eksik etmedi fakat daha doğmadan verilmişti ona bir ömür kaç yıldı ne zaman bitecekti bunu kimse bilemediği ana’da bilemezdi.
Hiç ölmeyecekmiş gibi oğlu ile ilgilendi derdine ortak oldu çare oldu ilaç oldu Melhem oldu.
Başka hiç kimse umurunda değildi, ne nikâhta söz verdiği eşi ne de Dünya’ ya getirdiği sütünü verdiği emzirdiği besleyip büyüttüğü çocukları değildi. Acıyı görmüştü, mutsuzluğu yıkılmışlığı görmüş tanımıştı.
Acıyla yaşamak acının yanında bulunmak ona zor geliyordu. Sonunda olan oldu kanser oldu.
Mehmet öğretmenin onunla ilgilenecek durumu yoktu haberi alan kardeşi yetişti imdadına en iyi doktorlara götürdü torunu doktordu onu ondan başka hiç kimse iyi tanımamıştı.
Doktor ellerine teslim edildikten sonra, ümitsüzlük içinde kıvrana, kıvrana dostlar arandı helallikler alındı ve ruhunu yine yıllardır acısını paylaştığı derdine ortak olduğu oğlunun, acıları içinde gözleri açık emanet sahibine teslim etti.
Şu yaşadığız deneme sınav dünyasında, önce hayaller ölür sonra insanlar.
Her insan hayal kurardır hayal kurmayan sadece hayvanlardır. Hayalsiz yaşamak boş bir teneke gibidir.
İnsan elindeki boş tenekeyi hayalleri ile doldurmayı sever, günü geldiğinde içinden istediğini çıkarır kullanır ve işe yaramaz olunca kaldırır çöpe atar.
Hayaldir insanı yaşatan hayaller insana umut verir, yaşama isteği yaşama arzusu verirdir.
Hayal olmasa yaşanmaz, hayal kurulmaz ise, ömür bitmez yüzler aydınlık görmez gülmez olurdur.
İnsanı çıldırdır, boş umutlarla yaşamak, derbeder ederdir hayalsiz bir hayat çekilmezdir. Ne demişler, “Umut fakirin ekmeği, dir”
Yoksul kişi, yakında bolluğa rahata kavuşmak ümidi le yaşardır.
Umut bittiği an, insan yaşlanır umudun tükenişi ile tükenir yaşamak onun için işkenceye dönüşür. Ya, intihar eder canından olur günaha girer, ya kahrından derdi ağırlaşır, kendine tanınan ömür çabucak biter ölürdür.
Bir insan öleceğine yakın, ruhunu emanet sahibine teslim ederken hastanın başında Yasin okurlar kuran okurlar bu okunanlar onun ninnsidir son bebeklik çağında duymuş olduğu ninnilerdir.
İnsan nasıl ninnilerle uyutuluyorsa ölürken de aynısını yaparlar tek fark bebekken ninni çekerler sana anlayabileceğin hikâyeler anlatırlar ya işte ölürken insanın ruhu rahat etsin diye emanet yerine verilirken dualarla verilir’ ki son nefesinde rahat uyusun ruhunu acılar içinde değil, nurlu âlemler içinde teslim etsin.
Burada önemli olan hastanın ölüm anında başında okunan onun ölüm anında, rahatlamasını sağlayan Kuran’dır.
Belki kulakları duymaz belki okunanları anlamazdır amma okunanın kendi huzuru için okunduğunu hala idrak eder durumdadır.
Kimse ölmek istemez, kimse rahat hayat varken hala nefes almak varken çektiği nefesten haz ediyorken kimse ölmek istemez ölüm zor iştir ölüm öbür gerçek dünyada bu Dünya’da yaşadıklarının hesabını verebilmektir günahlarının af olacağını bilmeden ölmek insana ağır gelir zor gelir.
İşlediğin suçların yaptığın yanlışların yediğin haramların cezasını çekmek ağır gelir önce bunun için kendini temize çıkartman yüzüne kendi elinle sürdüğün lekeyi temizlemen gelecek bir ölüm zor ölümdür. Bunun için af dilemen bedeller ödemen gerekir bedel, ödemedin gidenin ameli olmaz onun öbür dünyada affı olmaz, istediğin kadar yalvar gittikten ruhunu verdikten sonra hepsi boştur. Önemli olan ölmeden önce af edilmektir.
C.Allah, bizleri günahından dolayı bu dünyada iken af ettiklerinden eylesin
Her insan yanılır her insan az veya çok günah işler, yalan söyleyebilir insanları aldatabilir insanlara zarar verebilir, insanız yanılanlardanız amma af dilemesini bilmeli erdem olabilmelidir insan dediğin.
Af dileyip aynı hatalara devam etmek yanlıştır, yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışmak daha’ da yanlıştır.
İ
İnsan, insan olmanın gereği olarak, gücünü tartabilmeli ne yapıp neyi yapamayacağını önceden bilip, yapamayacağını anladığı anda bir bilene görevini teslim etmeyi bilmeli bu bir yanlışlık değil erdemliktir.
Bunu yapmaz isen yapamam diyorsan inatla hala denemeyi düşünüyorsan gerek bu dünyada gerek öbür dünyada inat etmenin inatla dünya millete zarar vermenin günahını çekmeyi kabullenmelisin.
Hiçbir günah, cezasız kalmaz hiçbir sevap karşılıksız kalmaz, insanda ot çam tohumu kadar, günah’ da olsa, sevap’ da olsa, bunların karşılığını görecektir. Diyen Kuran cennet cehennemi tadacaktır diyen kitap insanlığa indirilmiş kâinatın düzelmesi için yol gösteren bir Allah emri kitaptır.
Bu Dünya, bir imtihan yeri olduğuna göre, hiçbir kimse benim derdim yok diyemez az veya çok her insanın ister zengin ister fakir olsun kendisine ağır gelen altından kalkması zor olan denendiği bir derdi mutlaka vardır.
Babalar da dert taşır babalar dendiği gibi bir dağ değildir yükün altında ezilen belki de en çok onlardır.
Ana yüreği ne kadar yufka ise baba yüreği de yufkadır bir baba evlatlarından birinin başına bir şey gelse, ilk üzülenlerden biri o olur.
Mehmet amca’da bunlardan biriydi. Kimse onun, içindeki fırtınaları fark edemezdi oysa o değil fırtına kasırgalara dayanabilmek için çırpınan sığınacak liman arayan yürek sahibi kimselerden biriydi.
Hep düşünürdü.
Nasırlaşmış sigaradan parmak araları kızarmış kalın parmaklarının arasında, tütünden sarma sigarası, pencerenin önüne oturur uzun, uzun ve dalgın camdan karşılara bakar, mezarlıklardaki mezarları son yolculuğuna uğurlananları gözleri yaş dolu izlerdi.
Hayat ona küskündü. Daha çocukken öksüz kalmıştı, ülkede yıllardır devam eden savaşlar, onu babadan ayırmıştı.
Genç anne, bir başkası ile evlenince oğlunu evlatlık olarak başkasına vermek mecburiyetinde kalmıştı. Mehmet amcanın kaderi önce Allahın sonra başkasının ellerindeydi.
Kader onu, evlatlık olarak gittiği evin biricik kızına eş yapmıştı.
Ev geçindirmek, çalışmadan kendine miras bırakılan hazır mal ve paraları yiyerek, hayatı iyi yanlarından beleşçe yaşamaya hiçbir dağ dayanamazdı.
Aylar yıllar geçtikçe kötüye giden durum, onları zor duruma sokmuş bir anda parasız kalmıştı.
Tembelliğe hazır yemeye alışmış biri için, en kolay yol, var olan malları mülkleri satıp savarak yemenin en kolay yoluydu.
Düşünmeden bunları yaparken başına bir de çocuklarının durumu gelmişti Doğumunda adını koyduğu Mehmet’i yanlış evlilik yapan kızlarının mutsuzluğu karşısında bir orada bir burada çare aramış olsa’da sonuç alamıyor kahroluyor için içini yeyip bitiriyordu.
Sinir hastası olmuştu, her önüne gelene olur olmaz bahaneler ile çatıyor, olmadık lafları söylüyor kötü baba rolünü oynuyordu.
Bu alışkanlığından var olan, pek çok dostları ondan uzaklaşmayı tercih ederken, Mehmet amca huzuru namazda oruçta arar olmuştu.
Ne derler Her musubetten, bir iyilik doğar, Onun aradığı bunu Allah bilir amma, başına gelenler için tanrı sına yalvarak, çok sevdiği kişilerin iyileşmesi sağlamak istemeseydi.
Ne kadar doktor hoca varsa, elindekileri onlara harcamış fakat bir netice alamayınca Allah’a yönelmişti. Huzuru kıldığı namazlarda buluyor, kendine ancak böyle yaparak iyilik yapmış oluyordu.
Düşünmek her gün kara, kara düşünmek çaresizliğin acısını tatmak hiç bir şey yapamamak kadar kötü bir şey olamaz. Yıkar insanı, yataklara düşürür yavaş, yavaş acı çekerek öldürür.
Direniyordu, Mehmet amca, düşmemek, yalnız yaşamındaki hayat yolunda giderken, sürünmemek için hayata sıkı tutunmaya çalışıyordu.
Eş yok, onca besleyip büyüttüğü çocuklar, çil yavrusu gibi hiç tanımadığı hiç gitmediği memleketlere yanından dağılmış gitmişti.
Bütün bunlara rağmen üstüne üstlük bir de dostlarını arkadaş bildiklerini düne kadar oturup beraber sohbet edip çay içtiklerini kaybetmişti.
Bu Dünya menfaat dünyası insanlar kendisi düşünmeyi kendi menfaatleri için eşini dostunu terk etmeyi sever, dost canlısı insanların yavaş, yavaş kaybolmaya başladığı bir Dünya oluşmaya başlamıştı.
Dostluklar bile yalan olmaya başlamıştı, bu gün var olan dostlar, yarınlar olunca bir bakmışsın yanından uzaklaşmış oluyorlar kendi dünyalarında yeni bir hayat kuruyorlardı.
Selam verirken soğuk bakışlar gözlerden kaçmıyordu.
Selam Allah’n kelamıdır, vermekten çok almak önemlidir. Selam almayan insan insanlıktan çıkmış insandır.
Bu Dünya bu hayat, ölümlüdür sen bu varsan, yarın yoksundur kim ne zaman ölecektir, kim daha ne kadar yaşayabilecektir, bunu sadece yüce Allah’n bildiği bir Dünya’ da yaşadığını unutmayacaksın.
Dost kırmayacaksın, hatır sormaktan utanmayacak vaz geçmeyeceksin yakınlarını arayacaksın dertlerine onların var olan sıkıntılarına olabildiğin kadar ortak olacaksın.
İnsanlar güneş olmayı bilmelidir. İnsanlar, insan olmanın bir erdemlik olduğunu bilmelidir
Dost kazanmak zor iştir, amma karşılığında dost kaybetmek ise en kolayıdır dost kazanmayı, bilmeli, onu kaybetmemenin yollarını öğrenmeli
Dost, insanın cebindeki para gibidir, hemen harcamayacaksın har vurup harman savurmayacak biriktirmesini bileceksin, bir gün bunlar bana bunlar lazım olabilir diyeceksin. “ ak akçe kara gün içindir” diyeceksin.
Elde avcunda bir şeyleri kalmayan Mehmet öğretmenin babası, elinde kalan Yahyalı ilçesindeki iki parça bağın geliri ile idare ederken bir ilkbaharı daha yaşıyordu.
Bademler çiçek açmış, güller güllerini göstermiş dağ bayır her yer yenilendiği bir dünyanın nimetlerinden insanların faydalandığı bir zamanda, yörükler yaylalarına göçmeye başlamışlardı.
Yollar katar, katar develer ile doluydu. Avşarlısı sarı keçilisi her ne kadar Toros dalarında yaz aylarını geçiren yazlayan yörük varsa hepsi yollara dökülmüş yollarda idi.
Aylardır hatta neredeyse yıllardır yüzleri hiç gülmeyen Mehmet amcanın yüzleri yörüklerin yaylalara geçmeye başlaması ile gülmeye başlamıştı. Onların sayesinde üç beş kuruş para kazanabilecek sigarasını tütününü alabilecek Kahveci Hasan’a olan birikmiş borçlarını ödeyebilecekti.
Onların hafta sonlarında, yaylalardan Cuma günlerinde, şehre indiklerinde kendisine boyanması için getirdikleri, yünleri çeşit, çeşit renklerde boyayacak karşılığında bazen para bazen tereyağı veya peynir gibi, vs. şeyler alıp gündelik harçlığını çıkarabilecekti.
Yalnız yaşaması ona zor geliyordu hiç değilse tanıdık birkaç yörük gelir de onunla yaylalardan dağlardan ormanlardan konuşur getirdikleri kengerden yapılma kahvemi içerken onlar ile sohbet ederim içimi kemiren dertlerden bir nebze olsun kurtulmuş olurum diye düşünüyordu.
Dağların yeşillenmesi bazılarında umutların yeşermesiydi. Ne evlatlardan fayda vardı ne’ de, evlatlarının yanından ayrılamayan, hastalıktan çaresizlikten kıvranan kendi dünyasına küsmüş, yalnız yaşayan oğlunun yanından ayrılamayan hanımından.
Oysa hanımını çocuklarından çok severdi belli etmezdi amma çocukluğu eşinin yanında geçmişti beraber oynamışlar beraber mahalle çeşmelerinden su doldurmalar onları birbirlerine daha çocukken bağlamıştı.
Son yıllardaki başına gelen olaylardan biraz değişmiş gibi huysuz bir insan olmuş gibi görünse’ de yüreğinin yufkalığı içini dışına vuramaması içindeki iyiliği başkasına göstermeye gücü yetmemiş olması doğaldı.
Onun yerinde her kim olsa yaşadıkları karşısında onun gibi olurdu belki daha fazlası olurdu. Kolay değildi, dert babası olmak kolay değildi, deli dedikleri birinin babası olmak.
Ne derlerdi eskiden bilge olan atalarımız “ ölüsü olan bir gün ağlar, delisi olan her gün ağlar” Aynen öyleydi.
Şizofreni hastalığı toplum içinde deli olarak bilinen bir hastalıktı.
Oysa Şizofrenilik farklı, farklı davranışlar ile ortaya çıkan bazı kişilerde olumsuz ve saldırgan halleri ile bazı kişilerde ise korkak ve çekingen zararsız halleri ile kendini gösteren bir hastalıktı.
Hiç kimse bu ayrımı yapmaz bu gibi hastalardan bahsederken aman canım o işte bir deli ona yaklaşmamak lazım uzak durmak lazım gibi düşünceler ile insanların çoğu onlardan kaçardı.
Hâlbuki Mehmet öğretmen değil birine saldırmak, karıncayı bile ezmekten korkan zararsız kimsenin canına yakmaya muktedir olmayan bir yapıdaydı.
Yıllarca yanında annesi ile yaşamış annesine tek bir zarar bile vermemiş vermeyi düşünmemiş biriydi.
Hala okuduğu okullarda aldığı terbiyenin etkisinde olan, izin verseler çalıştırsalar memurlukta görev alabilecek durumdaydı amma adı deliye çıkmış, geri okuluna dönebilmesi için ondan daha önceki yatırıldığı Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden bu adam iyileşmiştir çalışmasında mahsur yoktur demeleri gereken bir rapor isteniyordu.
Bu da mümkün değildi. Orada iken içinde günlerce yaşadığı demir kafes onu ürkütmüş bir daha oranın yüzünü görmek istemiyor kendi hayalleri ile baş başa yaşamayı tercih ediyordu.
Hastaneler hastaları iyileştirmek için vardır. Hastayı, daha’ da hasta eden, hastanelerdeki bilinçsiz uygulamalardır.
Hasta, demir kafes içine konursa o iyileşebilir’ mi hiç, bu neden düşünülmez, böyle uygulamalar iyi olacak deliyi daha’ da deli eder, iyileşeceği yerde, yapılanlar karşısında onda, moral bozukluğu hırçınlaşmalar saldırganlıklar oluşur. Sağlam insan deli olur.
Hastaneye aslında Mehmet öğretmenin kardeşi tam zamanında yetişmişti. Demir bir kafes içine konan hastalar iyileşmek bir tarafta dursun daha da saldırgan olmaya başlardı.
Mehmet öğretmeni hastaneden çıkartmak fikri iyi bir fikirdi.
Moral vermek bir hasta için en iyi ilaç olması lazım, ne bir ilaç ne de zincire vurulmak demir kafesler içine insan kapatmak çözüm olamaz.
İnsana, insan gibi davranacaksın. Asla kötü muamelerde bulunmayacak, denemeyecek ve insan üzerinde uygulamayacaksın.
Hayvanlar bile eziyet edilmeyi hak etmez, düşünen insan, değil bir insanı, karıncayı bile, incitmekten çekinirdir.
İnsanı yaradan dolayı seveceksin’ ki yaradan’ da seni sevsin. Sevmek ve sevilmek, bunlar ne güzel kelimelerdir.
Ne demişler geçmişte atalarımız, “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” tatlı diliyle konuşan insanın, anlattıkları dinlenir Tatlı dilli insanlar sohbet insanıdır onlar toplumda aranan insanlardır.
Hele anlattıkları bilimsel olarak doğru ise, abartılı palavra atan dili ile konuşmayıp konuştuğu her konu insana öğüt verme bilgi verme niteliğini taşıyorsa o insan dinlenir fikirlerinden faydalanılır.
Tecrübe sahibi insanların görüşlerinden faydalanmak, onlara akıl danışmak dürüst ve iyi işler yapmak isteyenlerin başvuracağı bir yöntemdir. Bundan çekinmek akıl danışmamak, büyüklerin fikirlerinden yararlanmamak ancak gaflet içinde bulunan insanların işidir. Ne derler “bir bilene sor”Akıl akıldan üstündür. Gibi atasözleri, boşuna söylenmiş sözler değildir. Bu gibi sözler tecrübelerin ürünü olan sözlerdir
Hiçbir canlı, kendisine eziyet edilmeyi hak etmez. Yaptığı bir yanlışlık var ise, bunu bilerek yapmadığı sürece onu cezalandırmak doğru değildir.
Canlılara, insanca davranacaksın, bir hayvanıa bile sevgiyle yaklaşmış olsan onu sevsen beslesen seni hiçbir zaman unutmaz hayvan gibi davranmaz sana davranırken sahibi seveni besleyeni olarak davranır sana asla zarar vermeye kalkışmaz.
Bir köpek bir kedi veya bir atı düşünün bunlar sevildikçe uysallaşır sevildikçe zararsız hale gelir ne zaman’ sevmekten vaz geçtin sokağa saldın dağlara bıraktın işte o zaman yabanileşir, seni, tanımaz olur hırçınlaşır sana zarar verecek hale gelir. İşte, insanlar’ da aynen böyledir.
Seveni severler, gerektiğinde, el üstünde tutarlar sevmek, bir meziyettir ne güzel bir kelimedir.
Dünya sevgi üzerine kurulmuştur. Doğa, insanlara faydalar versin onun nimetlerinden insanlar faydalansın diye yaratılmıştır.
Doğayı bozmak doğayı hor kullanmak doğayı incitir, senden intikam alacak hale getirir ve bir gün mutlaka senden kendisine zarar verenlerden intikamı öyle bir alır’ ki doğa, neye uğradığını şaşırırsın.
Sevmek yalnız insanlar için değil bütün canlılar içindir. Bir saksı bitkisini düşünün, saksıdaki bitki ile çekinmeyin ve her gün beş on dakika konuşun, onu sevin okşayın bakın sulayın. Göreceksiniz bu bitki bu okşadığınız konuştuğunuz çiçek bitkisi nasıl güzel çiçekler verecektir.
Seveceksin, sevdiğin ister insan olsun, ister hayvan, ya’da bir bitki olsun seveceksin. Sevmenin karşılığı mutlaka zamanı geldiğinde sana kazanç olarak dönecektir. Korkunu yenecek, sana insan olmayı öğretecektir.
Aşk’ da, böyle başlamaz’ mı?
Sevdikçe, senin karşındaki sana âşık olmaz’mı?
Başlangıçta seni sevmeyen kişi, sen sevdikçe seni sevecek zamanla bu sevgi aşka dönüşecek sana, mutluluğu tattıracaktır. Sevdiğin, ister insan olsun ister hayvan ya’ da bitki hiç fark etmez.
Sevgilerin aşkların en büyüğü Allah sevgisidir ona âşık olmak onun her dediğini yapmak ona layık olabilmek seni yüceltir senin öbür dünyanı, gerçek dünyanı hazırlardır.
Sevgi bir ilaçtır. Birine sevgi ile yaklaşmak, sevgi ile birşeyler öğretmeye çalışmaktan daha güzel bir şey yoktur.
Mehmet öğretmen hiçbir zaman hor görülmeyi hak etmemişti ona yapılan yanlışlıklardı onu son haline getiren.
Kimse sevemedi onu, en yakın arkadaşları bile dışladılar yaptıklarını yanlış gördüler dövdüler sövdüler onu çileden çıkarmışlardı.
Ağzı yüzü kan içindeydi, hastaneye vardığında yaraları sarılırken sana bunu kim yaptı diyorlardı polisler söylese bir türlü söylemese bir türlüydü sinesine çekti olayları bunu kendisine yapanlar için tek bir kelime etmeden duvardan düştüm demişti.
İyileşir iyileşmez soluğu Ankara’da aldı iyi biliyordu orayı yedek subaylığını orada yapmıştı bakanlığa gitti durumu anlattı çalıştığı görev yaptığı yerin değiştirilmesini istedi ve olumlu karşılandığında, görev yeri değiştirilmiş olarak küçük bir ilçedeki ortaokulda fen bilgisi öğretmeni olarak göreve başlamıştı.
Nereden bilebilirdi’ ki buradaki görev yerinde eskisinden daha çok horlanacağını nereden bilebilirdi’ ki, burada başına tamiri mümkün olmayan olayların kendi başına gelebileceğini kader onu çamura sapladı, bataklığa itti bataklıkta çırpındıkça daha derinlere gömülen, onun haykırışlarını imdat seslerini hiç kimselerin duyamayacağı bir insan haline getirdi. Yıllarca, hak etmediği azapları çekti. Horlandı, deli dendi bu zararlı dendi.
İnsan, insanlığını yapmadığında değersizleşir. Ona burada yapılanlar, insanlıktan sayılan işlerden değildi. Bir gün, elbet ona bunu reva görenler cezalarını görecekti. Allah’a havale etti ettiklerini Allah’tan bulsunlar dedi.
Aylar günler yıllar geçtikçe, zaman içinde yaşlansa bile, içindeki yanan intikam ateşi hiçbir zaman sönmedi. Hep, birilerinden intikamını alabilecek için, bir makama gelebileceği günü bekledi.
Yaşı gittikçe ilerliyor, yavaş bekledikleri besledikleri ümitler boşa çıkıyor, boşa çıktıkça, moral, daha’ da bozuluyor, her gün biraz daha fazla yaşlanıyordu.
Hayatı çekilir hale getiren, insanların hayalleridir.
Hayalleri biten insan, nefes alsa yese içse karşındakiler ile konuşmuş olsa bile, o insan ölü insandır.
Son.
.
.
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.