- 726 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
NORAYA
NORAYA
Seri: Arayış 4
Hikaye: Yolculuk
Ana Karakterler: Bilge, Deli ve Noraya.
Bütün yolculuklar tatlı bir heyecan ve hafif buruk bir hüzünle başlardı. Noraya bunu kendisinde keşfetmişti, lakin tuhaf bir durum vardı! Noraya, Bilge ve Deli ile birlikte yola çıkıyor, niçin çıktıklarını biliyordu. Hem, kendisi bir sır arayışı için çıkmıştı bu yola, bu yüzden acı tatlı bütün maceralara açıktı; peki bu tuhaf durum neydi? Noraya’yı bu denli heyecanlandırıp korkutan neydi?
Noraya’nın midesinden kalkıp gelen bu heyecan ve korku neydi? Bunu sadece kendisi mi yaşıyordu, yoksa Bilge ile Deli de aynı durumda mıydı? Noraya, Bilge ve Deli’ye göz ucuyla sezdirmeden baktı ve gördü ki onlarda da aynı duygular mevcuttu. Demek ki insan nereye ve niçin gideceğini biliyor olsa da olmasa da aynı duyguları yaşamaktaydı, bunu keşfetmek kolaydı, ama aynı anda neden mideden beri kalkan heyecanlı bir sevinç ve yine mideden beri kalkan acı bir hüzün belirmekteydi? Madem yolculuk için bir duygu durumu yaşanıyordu, peki neden korku ve sevinç aynı anda oluyordu? Bunun sadece birisi yaşansa olmaz mıydı? Bu duygular sadece insana has mıydı? Bu duygu durumları yolculuğun hangi anında geçecekti: yolun başında mı, ortasında mı, yoksa sonunda mı? İşte Noraya bunları keşfedememişti. Bu sorularla çıkıyordu Bilge’nin evinden, ama şunu biliyordu ki: her yolculuk kendisi için amansız bir keşifti...
Deli heyecan ve korkusunu bastırmak istese de başaramıyor, vücudundaki titremeye engel olamıyordu, ama yine de kendisini Noraya ve Bilge ile güvende hissediyordu.
Bilge ikiliyi nerelere götüreceğini ve onların isteklerini biliyordu, ama buna rağmen kendisi de heyecan ve korku doluydu. Bilge heyecan ve korkusunun nedenini de biliyordu, çünkü o bu duygu durumlarının sırrına çok önceden erişmişti ve aranan diğer duyguya da... Şimdi Bilge’ye düşen görev; Noraya ve Deli’de gördüğü bu duyguların sebebini onlara öğretmekti. Bunun için bu yolculukta onlara uygun fırsatlar sunacak ortak kader yaşayanları, yani kaderdaşları bulacaktı. Bilge öne geçti, yola koyuldular.
Bilge ve akabindekiler uzun bir yolun ardından bir kasabaya girdiler. Burunlarına ocak üzerinde pişen taze ekmek kokuları geliyordu, haliyle uzun yolun açlığı da bastırmıştı ki bu koku onları çılgına çeviriyor, midelerinden gelen ses kulaklarını tırmalıyordu. Noraya ile Deli Bilge’den onay bekliyordu; haliyle Bilge yaşça büyük, fikirce üstün ve onun ayak izinden yürünüyordu. Bilge bunları bildiğinden ikiliyi daha fazla telaşlandırmadan: “Hadi, şu eve varalım da ‘Tanrı misafiri isterler mi?’ soralım bakalım.” dedi. Deli bir anda gözlerini açarak uçundu: “Hadi hadi” diye açlık ve heyecanını dile getirdi. Noraya içten sevindi ve eve vardılar. Biri yaşça büyük üç kadın tandır ekmeği yapıyordu. Tanrı misafirini elbet geri çevirecek değillerdi; buyur ettiler, çay getirdiler, tandır üzerinden aldıkları sıcak ekmeğe tereyağı sürüp ikramda bulundular. Laf lafı açtıkça konuşmalar artıyor, ev sahipleri ile konuklar aşina oluyordu. Ev sahibesi olan genç kadın Şahnur’un kocası geldi ve sohbete dahil oldu. Uzun yol şoförüydü, başladı anılarını anlatmaya. Vakit nasıl geçti anlamadılar, çünkü şoför lafı bir aldı bir daha koyurmadı ve akşamı ettiler. Artık gece yola koyulamazlardı, çünkü o açlıkla tıka basa yemişler, şiş karınları ile üzerlerine ağırlık çökmüş, tatlı uyku arayışına girmişlerdi. Ve sonunda beklenen davet de yapılmıştı; şoför misafirlere geceyi evlerinde geçirmeleri gerektiğini, havanın ayaza çektiğini, dağların kurt ve domuzlarla dolu olduğunu söylemişti. Tanrı misafirleri bu daveti geri çevirmedi; günlerdir dursuz duraksız yürümekten ayaklarına kara sular inmiş, iyice şişmişti. Bilge bu evde ev ahalisine vereceği derslerin, aynı zamanda beraberinde getirdiği Noraya ile Deli’nin de bu evden alacağı derslerinin olduğunu hissettiği için edilen davet hoşuna gitmişti. Ekmek yapma işlemi de o ara bitmişti. Geçmişten süregelen adet gereği ekmek yapmaya gelen kadınlar, birer içli çörek, birer yufka ekmek ve anlaştıkları ücreti alıp “iyi akşamlar...” dileğinde bulunup evlerine gitmişti. Evde ekmeği pişiren evin büyüğü yaşlı kadın Nazende, şoför oğlu Yahya, karısı Şahnur ve okuldan gelen kızları İlnesli, İlça ve oğulları Burak ile kundaktaki Boranbay bebek vardı. Yaşlı kadın üzerini çırpıp banyoya gitti; yol yorgunları Bilge ile Şoför Yahya misafir odasına çekilirken, Noraya ile Deli evin gelini Şahnur’a yardım etti. İşler bittikten sonra Şahnur yorgunluk kahvesi eşliğinde meyve ve çerez ikramı yapıp misafirlerini mutlu etmeye çalıştı. Derken Bilge ile yaşlı kadın Nazende Hatun geçmişten yaşanmış hikayeler anlatmaya başladı. Tabii ki bu duruma en çok derse ara vermek isteyen çocuklar sevindi. “Hadi anlatın...” naralarıyla hikaye dinlemeye geçildi.
Yaşlı kadın Nazende Hatun yıllar önce köylerinde bir grup gencin hazine aramak için köyün mezarlığına gidip mezarda yatanları rahatsız etmek suretiyle mezar kazarken yaşadıkları korku dolu anların hikayesini anlattı. Korku ve heyecanla hikayeyi dinleyen çocuklar sonucu çok merak ediyordu. Nazende Hatun o gün akşam üzeri köyde bariz bir fırtınanın çıktığını, herkesin eve çekildiğini, akşam yemeği, sohbet derken tam yataklarına girecekleri anda sokaktan fırtınanın uğultusuna karışan çığlık çığlığa insan sesleriyle kendilerini dışarı attıklarını söyledi. Heyecandan gözleri fal taşı gibi açılan Burak, “ya sonra, ya sonra” diyerek hikayenin merakını uyandırdı. Nazende Hatun devam etti: “Sonrası şöyle, bir yandan fırtınadan oradan oraya uçuşup bir yandan ‘Kurtarın biziii, mezar çöktüüüü, ölü hortladıııı..”’ diyerek ağlayan, dövünen, rüzgarda uçmamak için yol kenarındaki traktörlere arabalara dayanan bir grup genç gördük. Tabii ki bunlar tanıdıktı, çünkü köyümüzün gençleriydi. Eskilerin anlattığı hikayelerden etkilenerek mezar kazıp hazine bulacaklarını ümit etmişlerdi. Ama göründükleri halleri çok acı idi. Tüm ahali sokakta idik, fırtına iyice artmıştı, gençlerin kimisi ağlıyor, kimisinin dili tutulmuş konuşamayıp annesine sarılıyor, kimisi de ellerini ovuşturarak suçlu suçlu yaşadıkları macerayı anlatmaya çalışıyordu. Gençler akşam üzeri mezara gitmiş, birkaç mezarı açmış onlarda bir şey bulamayınca üzerlerini örtmeden öteki mezarlara bakmaya koyulmuş. İşte fırtına da tam onlar bu ölüleri rahatsız ettikten sonra başlamış. Ama hazine meraklıları fırtınanın Allah’ın gazabı olduğunu anlamamış ya da anlamak istememiş heveslerinin peşine düşüp rüzgara, yağmura aldırmadan diğer mezarları kazmaya başlamış.”
Bu sırada İlnesli: “Babaanne ölüler zengin midir?” diye sordu. Bilge ve diğerleri gülümsedi. Nazende Hatun: “Hayır yavrucuğum, hiç ölen kişi zengin olur mu? Kefene sarılırken neleri var neleri yok alınır üzerlerinden, sadece bedenleri girer toprağa. Bunlar bizim köyün eskilerinin lafına aldanıp gitmişler.” diye cevap verdi.
Bilge o sırada lafa girdi: “Bak İlnesli kızım, ölüler aslında zengin ve fakirdir, ama bu gözle görülemez, bunu ancak Allah görür. Sen yaşarken ne kadar iyilik yaparsan ölünce o kadar zengin olursun ve ne kadar kötülük yaparsan öldüğünde o kadar da fakir olursun. Babaannenin anlattığı hikayede gençler mezarı altın diş için açıyor ve diğer bir husus eskiden Türkler ölülerini eşyaları ile gömermiş, altını, elbisesi ve yiyeceği ile. Çünkü o zamanlar biz Türkler Şamanizm denen Gök Tanrı dinine inanırmışız ve ölülerimizin mezarda yiyip içeceğini, giyineceğini düşündüğümüzden böyle yaparmışız. Tabii köyün gençleri de bunları duyunca hazineye çıkmışlar. Ama şu unutulmalıdır: bir başkasının alın teriyle kazandığı ve yiyemeden mezara girdiği için o kişinin yiyemediği altını ya da daha büyük hazineyi onun mezarından çekip almak doğru bir davranış değildir.”
Bilge, İlnesli ve diğer çocukların daha iyi anlaması için onların dilinden anlatmaya çalıştı. Dedi ki: İlnesli, sen en çok hangi oyuncağını seviyorsun?
İlnesli: “Sarı saçlı bebeğimi seviyorum.”
Bilge: “Sarı saçlı bebeğini bir başkasının senden izin almadan ve senden izin alsa bile sen vermek istemediğin halde senden almasından hoşnut olur musun?”
İlnesli: “Hayır” dedi. Burak ve İlça da: “Biz de vermeyiz sevdiğimiz eşyalarımızı.” diyerek tepki gösterdi. Bilge: “İşte her ne kadar artık yaşamıyor olsa da ölü de vermek istemez” dedi.
İlça: “Ölüler mezarda eşyalarını kullanır mı?” diye sordu.
Bilge: “Hayır kullanamaz,sen nasıl uyurken eşyalarını kullanamıyorsan, ölüler de yattıkları yerde eşyalarını kullanamaz. Ama mezarından rahatsız edilmek de istemez, bunun için mezarının açılmasını istemez. O, Rabbi’yle ve yaşarken yaptığı iyilik ve kötülükten kazanıp mezarına götürdüğü zenginlik ya da fakirliğiyle baş başa kalmak ister. Ayrıca konuşamadıklarından izin verme ve karşı çıkma gibi tepki gösteremezler. Bu yüzden mezarda rahatsız edilmelerine ve mezarlarına yapılan hırsızlığa karşı çıkamazlar. Onların bu haklarını Allah savunur. O geceki rüzgarın da Allah’ın o ölülerin hakkını savunmak adına hırsızlığa gelenleri korkutup kaçırmak için çıkardığını düşünüyoruz. Şimdi siz bunları bilin ve babaannenizi öyle dinleyin.” dedi.
Nazende Hatun hikayenin kalanını anlatmaya başladı: “Eveeet nerede kalmıştık, yağmura fırtınaya aldırmadan mezar kazmaya başlamış, demiştik. Bizimkiler iki üç mezar kazdıktan ve fırtına çıktıktan sonra durmamış, diğer mezarları açmış. Ölünün birinde altın diş bulmuşlar, ama bir türlü çıkaramamışlar. Diğer bir ölünün bileğinde parlaklığı gitmiş, paslanmış bir bilezik bulmuşlar, “Bu işe yaramaz; altın, gümüş değil.” diye bırakmışlar. Sonra başka bir mezarı kazmaya koyulmuşlar, tam mezarı kazarlarken mezar çöküvermiş ve üstündeki genci içine almış.
İlça korku ve heyecanla “Babaanne mezar çok mu derin, yutmuş mu genci?” diye sorar. Nazende Hatun: “Hayır, mezar çok derin olmaz; benim karın hizama gelecek kadar derindir, ama gençler gece gece mezarlıkta olunca fırtınanın uğultusu, uzaktaki köpeklerin sesleri bir de mezarın aniden çökmesi derken iyice korkmuşlar.”
İlnesli: “Ya sonra ne olmuş?”
Nazende Hatun devam eder: “Diğer gençler arkadaşlarının bedeninin yarısını mezarın içinde görünce onu çekmeye çalışmışlar, ama bir türlü çıkaramamışlar. O sıra yağmur ve rüzgar da şiddetini artırınca bunlar demiş, “Haaa, demek bu fırtına biz buradayız diye çıkmış. Demek ki biz mübarek insanları rahatsız etmişiz.” Hemen arkadaşlarını alıp kaçmak istemişler, ama onu oradan çıkarmak uzun sürmüş, yağmurun mezarın içine kadar girmesinden dolayı mezarın içi iyice yumuşadığından genç, arkadaşları ellerini bıraktıkça mezara saplanıyormuş ve beyaz giysili bir insan diğer mezardan çıkıp bunların üstüne üstüne geliyormuş. Bizimkiler bir yandan yağmur nedeniyle elleri kaydığından bir yandan da gördükleri görüntünün etkisinden arkadaşlarını bir türlü çıkaramıyorlarmış düştüğü mezardan. Büyük uğraşlar sonunda onu çıkarmışlar ve arkalarına bile bakmadan hemen oradan kaçıp köye gelmişler. Onlar ağlaya dövüne olayı anlatırken dili tutulanları aileleri sakinleştirdi, diğerleri ailelerinden dayak yedi. Öylece herkes evine dağıldı. Ertesi gün de babaları gidip açılan mezarları kapattı ve köyde bu olay uzun süre konuşuldu, hala da konuşulmakta, hikayelere konu olmakta. Tabii sohbet esnalarında gençlerle hala alay edilmekte, şaka yapılmakta.”
İlça: “Sonra ne oldu? O gençler öldüler mi?”
Nazende Hatun: “Hayır büyük büyük adamlar oldular. Birisini tanıyorsunuz; o hala burada yaşıyor, annenizin arkadaşı Gülendam’ın babası Hayrullah.” Burak: “Haa şu amca” diyerek gülümsedi.
İlnesli: “Ya beyaz giyimli adama ne olmuş?”
Nazende Hatun hafiften gülümseyerek: “Bizim gençler çok yorulmuş olsalar gerek, korkudan kan şekerleri ve tansiyonları düşünce hayal gördüler sanırım.” deyince herkes gülüştü.
Bilge, çocuklara: “Siz yatmadan önce ben de size bir hikaye anlatayım.” dedi. Çocuklar yine aynı heyecanla “Olur” dedi. Bilge, çocuklara önce herkesin çok iyi bildiği ‘Yalancı Çoban’ hikayesini anlattı. Sonra asıl kendi hikayesine geçerek başladı anlatmaya: “Bir gün evimde otururken iki misafir kapımı çalıp beni rahatsız etti.” O ara Noraya ile Deli birbirlerine baktı, bunu fark eden Bilge dönerek, “Siz değilsiniz.” dedi ve devam etti hikayesine: “ Gidip kapıyı açtım, beklediğim insanken karşımda ağzında yavrusu ile yağan yağmurda sırılsıklam olmuş bir köpek. Onları öyle görünce dayanamadım, aldım içeriye.” Çocuklar araya girerek “Yazıık hayvana.”
Bilge devam etti: “İyice kuruladım, sobanın başında ısıttım ve yemeklerini yedirdim, geceyi dinde geçirdiler. Sabah takır tukur seslerle uyandım. Baktım yavru derin uykuda, anne köpek inildeyerek kapıyı açmaya çalışıyordu. Ve belli ki zavallı hayvan bunu geceden sabaha kadar yapmış, ama beni uyandıramamıştı. Kapıyı açıp gitmesi için komut verdim; köpek dışarı çıktı ve dönüp bana baktı, yere eğilip tekrar doğruldu, inledi. Anladım ki köpek kendisini takip etmemi istiyordu. Ben de onunla birlikte yola koyuldum. Köpek önde ben arkasında gidiyorduk, hayvan birkaç adım atıyor sonra gelip gelmediğimi kontrol etmek için arkasına bakınıyordu. Biraz ilerledikten sonra evimin yaklaşık yüz elli, iki yüz metre ötesinde bir barakaya vardık. Köpek birden hızlandı, barakanın kırık kapısından içeri girdi. İçeride çığlık çığlığa yavru köpek sesleri yükseldi. İçeri girdim, dört tane daha yavru köpek vardı, belli ki bizimki onların da annesiydi. Yavrular henüz gözleri açılmadığından annelerini kokusundan tanımıştı. Anneleri de onları teker teker koklayıp yalıyordu. Yavrular annenin memesine yapışmaya çalışıyordu, acıkmışlardı. Anne köpek onları soğuk barakada daha fazla durdurmamak için emzirmek istemedi, hemen birini ağzına alıp gözümün içine baktı. Sanki, “Diğerlerini taşımam zor, onları da sen al.” der gibiydi. Bu bakışın ardından diğerlerini ben kucakladım, eve vardık. Sobanın yanı başında yatan diğer yavrunun yanına ben kucağımdaki yavruları koydum, anne köpek de ağzındaki yavruyu usulca bıraktı. Akşamki gelen yavru ile diğerleri birbirlerinin kokusunu alınca tekrar çenelemeye, birbirlerine sokulmaya başladı. Anladım ki kardeşler birbirlerini özlemişti. Anne ile gelen yavru akşamdan kalan anısını, diğerleri de yalnız ve soğuk geceden kalan anılarını anlatıyordu birbirlerine. O sene kışı birlikte geçirdik; her koşulda ve şartta birbirimizi terk etmedik. Yaz mevsiminde yavrular da büyüyünce etrafa dağıldılar. Evimin yakınlarında oldukları için hala beraberiz, onlar beni ziyarete gelir, ben onlara ikramda bulunurum. Ayrıca birbirimizden ilgi ve sevgimizi eksik etmeyiz. Ben hayvandan dostlar edinirken onlar da insandan dost edindi. Bilge idim, herkes bana ‘Bilge’ derdi, ama benim de öğreneceğim çok şey varmış, anne köpek ve yavruları öğretti.
İlnesli merakla sordu: “Köpek sana neyi öğretti Bilge dede?”
Bilge cevapladı: “Köpek bana neyi mi öğretti? Adımın da kendimin de Bilge olmasına rağmen, çoğu zaman belli bir müddet sonra ne olursa olsun terk ederdim, uğraşmazdım; vazgeçip unuturdum. Anne ve yavruları bana terk etmemeyi öğretti. Hem de ne olursa olsun terk etmemeyi, sahiplenmeyi, unutmamayı, her daim sevdiklerine arka çıkmayı öğretti. Şimdi insanlara bakıyorum da kardeşler dahi birbirini unutuyor, en önemlisi kinci olduk bizler. Bakın, anne köpek evime tek yavrusu ile geldi, ama ertesi gün unutmayıp diğer yavrularına gitti, böylece ben ‘Unutmamayı’ öğrendim. Sonra sabaha kadar tırnakları aşınsa da var gücüyle kapıyı açmak için eşiği tırmaladı, beni uyandırmaya çalıştı. Kapı açılmadı, ben uyanamadım, ama o vazgeçmedi ve ben uyanıp kapıyı açıncaya kadar kapı eşiğini tırmalamaya devam etti. Bana ‘Vazgeçmemeyi’ öğretti. Ve barakada bıraktığı yavruları da anneye kin gütmedi. Annelerini görür görmez, “Bizi atıp gittin” diye nazlanıp kinlenmeden annelerine sarıldı. Eve geldiğimizde sizin birbirinize yaptığınız gibi kendilerinden önce getirilen kardeşlerini kıskanmadı. “Sen bizden önce geldin, annemiz seni daha çok seviyor” diyerek onu hırpalamadı. Onlar birbirlerini bulur bulmaz sevincini paylaştı, sarıldı, koklaştı. Böylece ben, ‘Kıskanmamayı, Kin Gütmemeyi, Kavuşmanın Tadını Çıkarmayı’ öğrendim.”
İlnesli cevabı alınca “Hımmm” dedi. Bilge konuşmasının devamında çocuklara beklenen soruyu sordu: “Peki siz de öyle yapıyor musunuz çocuklar? Birbirinizi kıskanmadan, incitmeden, birbirinize kin gütmeden bir arada kalmayı, birbirinize kenetlenmeyi, her koşul ve şartta birbirinizi terk etmemeyi ve sevebilmeyi başarabiliyor musunuz?”
Bilge’nin sorusu üzerine küçük kız İlça şikayete başladı: “Abim benim oyuncaklarımı alıp beni dövüyor. Annem para verse elimden zorla alıyor. ‘Evdeki bütün ilgi senin üstünde, herkes seni seviyor.’ diye beni sevmediğini söylüyor.”
Bilge çocukların eve geldiği andan itibaren birbirlerine olan davranışlarından İlça’nın anlattıklarını gördüğü için bu hikayeyi anlatmıştı, çünkü Burak’ın kardeşini kıskandığını anlamıştı. Kardeşinin şikayetine karşı çıkan Burak anlatılanları yalanlarken annesi de olayın doğruluğunu söyledi. O sıra Bilge sakin ve kısık bir ses tonuyla: “Az önce Yalancı Çobanın hikayesini anlatmıştım. Çobanın yalan söylediğinde başına nelerin geldiğini duymuştun ve şimdi sen de yalan söylüyorsun! Ama bak, etrafında yalanını açığa çıkaracak, haksız olduğunu dile getirecek bir sürü insan var. Onların varlığını da mı hiçe sayıyorsun?”
Burak suçlu bir şekilde: “Hayır, hayır öyle değil.”
Bilge: “O halde neden hala yalana başvuruyorsun?
Burak yere eğilip içini çekti ve anlatılanların doğruluğunu kabul etti. Bilge, Burak’ın pişman olduğunu anlayınca O’nun biraz daha kendine gelmesi, hatalarının iyice farkına varıp kardeşini sahiplenmesi için şöyle dedi: “Köpeğin sahiplenme ve sevme olayını da anlatmıştım, hayvanlardaki sevgi ve sahiplenme duygusunun sana bir ders vereceğini umuyorum.”
Bilge’nin bu uyarısı üzerine Burak yeniden içini çekerek suçunu iyice kabullendi, kardeşine sarılıp onu ve diğer kardeşlerini üzmeyeceğini söyledi. Sonra herkesin şaşkınlığı eşliğinde ayağa kalkıp diğer odaya gitti ve kucak dolusu eşya ile geldi. Getirdikleri İlça’dan zorla aldıklarıydı. Onu böyle görünce herkesi gülmek tuttu, zira Burak’ın kardeşinden aldıkları neredeyse hazineydi; oyuncaklar, paralar, okulda verilen hikaye kitapları, şekerler, hatta ve hatta kız elbisesi olmasına rağmen elbiseler... Neyse ki asıl sahibini bulmuştu bunlar. İlça hem kıskançlık eseri elinden zorla alınanlara hem de kardeşine kavuşmuştu, Burak da öyle. İki kardeş uzakta değildi, aynı evin içindeydi, ama kıskançlık Burak’ın gözlerini öyle kör etmişti ki kardeşini adeta düşman görüyordu. Bilge, Burak ve İlça’ya bakıp gülümsedi, çünkü iki kardeşin artık birbirini bulduğunu ve bir daha hiç ayrılmayacağını anladı. Burak da kardeşini bulduğunun farkındaydı, ama içinde üzüntü vardı, çünkü uzakta olmamalarına rağmen ayrı düşmelerinin nedeni kendisiydi, kıskançlığıydı. Neyse ki Bilge’nin vesilesiyle bu duygularından kurtulmuştu. Yepyeni bir hayata adım atar gibi mutluydu, sevinç içinde geceliğini giyindi. Ahali yatmaya koyuldu. Şahnur Noraya’ya ayrı bir oda, Bilge ile Deliye ayrı bir oda açtı. Bilge, Noraya’nın bu gece bir sırra vakıf olacağını hissetti. Şahnur’un açtığı odaya giderken göz ucuyla Noraya’ya baktı, Noraya bunu fark etmedi.
Bilge, Noraya’da yorgunluk gördü ve kendi kendine dedi: “İnşallah bu yorgunluk seni vakıf olacağın sırdan alıkoymaz.” Sonra odasına gitti.
Noraya, Şahnur’a teşekkür ederek kendisine açılan odaya girdi, lambayı kapattı ve pencerenin önüne gelerek gökyüzüne baktı. Noraya çok yorgundu, öyle yorgundu ki hem bir an önce yatmak istiyor hem de yatmaya eriniyordu. Ve bunlara rağmen hala içini kemiren bir ‘arayış’ duygusu vardı. İçini kemiren ‘arayış’ duygusu ve yorgunluk nedeniyle yatmaya erinen Noraya, önce yıldızları izlemenin keyfine daldı. Yıldızları izledikçe Allah ile buluştu ve Allah ile buluştukça yavaş yavaş sırra vakıf olmaya başladı. Şaşkındı, çünkü çok yorgun ve uykusuz olmasına rağmen, hatta içeride kendi kendine, “Bir an önce kalkılsa da uyusam” demesine rağmen, şimdi yatağa girmek istemiyordu. Beynini kemiren bütün soruları sorup cevabını almak istiyordu ve göğe bakıp sorular sordukça sanki o soruları Allah’ın cevapladığını hissediyordu. Çünkü her sorduğu soruda beyninde bir ışık yanıyor, adeta biri kulaklarına cevabı fısıldıyordu. Noraya sanki Allah ile konuşuyor ve Allah Noraya’ya aradığını sunuyordu. Lakin Noraya önceki gün yola çıktıkları sırada içinden geçen soruya hala cevap arıyordu. Zira neden yolda olduğunu biliyordu, ama buna rağmen sevinirken, aynı zamanda neden endişe ediyordu? Ve üstelik başka bir şey daha vardı, “Özlem.” İşte Noraya bir sırra daha Allah ile buluşmasında vakıf olmuştu; yola çıkarken korku ve sevinç duygularını bedeninde ve ruhunda hissetmişti, ama özlemi hissedememişti. Hatta o sırada kendi kendisine, “Acaba her yola çıkan canlı sadece bu iki duyguyu mu hisseder, yoksa daha başka duygulara da bürünür mü?” diye sormuştu. Ama o zaman ‘özlem’ duygusu aklına gelmemişti. Özlem duygusu günler sonra, şimdi yıldızları izlerken aklına gelmişti. Noraya yıldızları izlerken kalbinden bütün vücuduna yayılan özlemle birlikte yatağa yöneldi, lakin özleminin arasında ‘kimler ve neler vardı?’, işte bunu keşfedemedi. Çünkü herkes her şey gözünün önündeydi, ama bu yeterli değildi, zira bir başka şeye daha özlem vardı. Ama özlenen o başka şey neydi? Günler öncesinden Noraya’nın içine kurtları düşüren, korku, sevinç ve özlem hissettiren o başka şey ne olabilirdi? Dalgın düşünceler içinde yatağa girdi, uzandı, belini ve bütün vücudunu gerneştirdi. Sonra belini yatağa bastırarak bel boşluğunu doldurup yürümekten ağrıyan belini dinlendirmeye başladı. Noraya’nın yorgun vücuduna bir rahatlama çöktü, dinlenen vücudu ile birlikte dalgın beyni de biraz daha çalıştı ve bu rahatlık Noraya’ya bir şeyi hatırlattı, “Yatağını”.
Evet, Noraya sıcak yatağını, yatağının kokusunu ve yastığını özlemişti. O sırada Noraya evden çıkarken hissettiği sevinç ve korkuyu yaşadı. İçinde özlemle birlikte sevinç ve korku da canlanmıştı. Ve Noraya yatağın içinde günler önce beynine takılan sorunun sırrına erişmişti. İnsan ve hayvan evinden uzaklaştığında hep bir sevinç, korku ve özleme bürünür. Korkar, çünkü geride evini, ailesini, arkadaşlarını, en önemlisi alışkanlıklarını bırakıyor. Bir daha dönebilecek mi? Ailesine, arkadaşlarına, alışkanlıklarına...Hepsine kavuşabilecek mi? Sonra sevinilir her yolculukta, çünkü yeni yeni yerler görülecek, yeni arkadaşlıklar edinilecek, yeni eşyalar alınıp yeni hayatlara şahit olunacak. Ve insan özleme bürünür, çünkü geride bıraktığı her şeyi özler. Hani, “Bir daha kavuşabilecek miyim?” korkusuna kapıldığı yatağını, ailesini, evini, beslediği hayvanını, kısacası her şeyi özler. İşte bu düşüncelerle Noraya gecenin dinginliğine kendini kaptırdı. Günler kendisine çok şey kazandırmıştı: gittiği yerlerde gördüğü insanlar ve onların hayatları, Bilge’nin her yaş grubuna ayrı tutumları, Deli’nin adım adım gözünü kırpmadan etrafındaki her şeyi izlemesi ve insanın kendi içine çekildiğinde, yani kişinin kendisiyle baş başa kaldığında aradığı bütün soruların cevabına erişebilmesi... İşte Noraya hepsini keşfetmişti. Belki de ihtiyacı olan ‘Yolculuk’ değildi, ihtiyacı olan evinin odasında kendisiyle baş başa kalıp kendini dinlemeye çekilmesi ve yıldızları izleyerek Rabbi ile istişare ederken, kendi kendisini anlamaya çalışmasıydı. Aslında kendi evinde çok basit bir şekilde yapabileceği bu işi, Noraya yolunu uzatarak, önce Bilge’nin sonra da yolculuk esnasında gittikleri iki evin kapısında aramıştı. Ama bu sırra ne Bilge’nin evinde ne de diğer iki kapıda ulaşamamıştı. Ancak geldikleri bu üçüncü kapıda sırra vakıf olmuştu. Peki neden bu kapı? O ara Noraya’nın aklına tekrar yorgunluğu geldi, yeniden yatağın içinde gerneşti. Gerneşip rahatladıktan sonra aklına şu soru geldi: “Sırra vakıf olması için illa bu kadar çok yorulması mı gerekiyormuş?” Aklına gelen bu düşüncenden sonra gün boyu yorulduğu için nazlanan Noraya artık nazlanmayı bırakıp yorgunluğuna kızmadı. Hatta sevindi, çünkü bu kadar çok yorulmasaydı, o yorgunlukla yıldızlara dalmayacak, Rabbi ile buluşamayacak, derin düşüncelerle yatağa girip rahatladığında aradığı sorunun cevabını bulamayacaktı.
Her an ‘arayış’ içinde olan Noraya yorgun olmasına rağmen ‘arayış’ duygusuna yenilmiş, pencere önüne gelmişti. Bu arayış arzusu ve yorgunluk Noraya’nın istediğini vermişti, aradığı cevabı buldurmuştu. Beynini ve bedenini etkileyen yorgunluk Noraya’ya bir ders daha vermişti: uzaklarda aradığının çok yakınında, belki de kalbinin içinde olduğunu, terk edişlerin yeni başlangıçlara gebe olduğunu... Öğrenilmesi gereken her yeni bilgi ve tanışılması gereken her yeni hayat için evinde bulması gereken sorunun cevabını geze geze üç kapı sonrasında bulduğunu...
Noraya bu üç kapıda insan ve hayvan ne çok canlının hayatına, kaderine, yaşamına, düşüncelerine, gelenek ve göreneklerine tanık olmuştu. Bilmediklerini öğrenip duymadıklarını duyup görmediklerini görmüştü. En sonunda da aradığı sırlardan birine ulaşmıştı ve daha ulaşılması gereken çok sır vardı. Bilge ulaşılacak bütün sırlar için Noraya’ya daha çok kapı açacak, daha çok insanla tanıştıracak, daha çok yol yürütecekti. Çünkü yol yürünmeden, yen yeni hayatlar tanınmadan, insanların ve hayvanların yaşadıkları kaderleri izlenmeden ve bu kaderler örnek alınmadan yeni bilgiler öğrenilip sırra vakıf olunmuyordu...
İşte korku, heyecan ve özlemle başlayıp ve aynı duygularla sonuçlanan yolculuklar geride kalanlara da yola koyulanlara da yeni yeni sayfalar açmakta. Sen, aileni, sevdiklerini, evini ve yatağını terk ettiğin için yalnızlığa bürünmektesin. Ailen, sevdiklerin, evin ve yatağın da sensiz kaldığı için yalnızlığa bürünmekte. Bir nevi öksüz kalınmakta. Bütün acılar kavuşulunca unutulmakta...
Ve Noraya evini ve yatağını daha uzun zaman özleyecekti... Bilge bunu biliyordu ve diğer odada Noraya’nın sırra erdiğini hissedince gülümseyerek uykuya daldı...
Hikaye: La Rocca Rukiye Baldede
Tarih: 09.10.2022-Çarşamba
Saat: 16.50
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.