- 336 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
-BİR ZAMANLAR ANTİ KOMÜNİZM-(7)
Şiirleri, romanları, tenkitleri, oyunları, monografileri ile tanınan Necip Fazıl Kısakürek’in bir yönü de fıkra yazarlığı olmaktadır. Bilindiği üzere “gazetelerin belli sütunlarında ve sürekli aynı başlık altında, güncel olayları, konuları bir görüş ve düşünceye bağlayarak yorumlayan, köşe yazısı olarak da adlandırılan, yoğun anlatımlı yazı türü.” şeklinde de tanımlanan “Fıkra”, bu yönüyle “güldürücü ve güldürürken düşündürücü, şakalı öykücük.” Şeklinde tarif edilen tarzdan ayrılmaktadır. Bunun gibi, zaman içinde “Çerçeve” başlığı ile derlenen ve ciltler halinde de yayınlanan yazılarında merhum şair ve edibimiz siyasi, toplumsal, kültürel, ideolojik türlü meseleler üzerinde tahliller yapmaktadır.
Üstat, bin dokuz yüz yetmiş dört tarihinde kaleme aldığı bu tip yazılarından birinde de, geçtiğimiz asrın Nobel ödüllü Rus yazarlarından Aleksandr İsayevic Soljenitsin hakkında bazı izlenimlerini dillendirmektedir. Bilindiği üzere Soljenitsin genel olarak Stalinizm’i eleştirdiği Sovyet Çalışma kamplarını resmettiği öyküler ve romanlarıyla tanınmaktadır. Dünya görüşü olarak Komünizmi, her türlü materyalizmi, dinsizliği, maneviyat boşluğunu, yine siyasi alanda bilumum totaliter ve diktacı sistemleri sorgulayan, eleştiren Necip Fazıl bir de bakıyoruz tanınmış Rus yazarı kendisine atfedilen tüm özelliklerine aldırmadan yalın kılıç tenkide almaktadır.
Bir bölümünde; “Nobel mükafatına bakmayın; bu mükafatın dimağını ellerinde tutan siyasi tesir ve tertipler hiç de saf sanat ve edebiyatı hedef tutacak bir hasbi duruş göstermez ve kazandırdığına gerçek bir paye sağlayamaz.
Onun Rusya’dan sınır dışı edilmesini de asla akıl almaz. Zira komünist rejim kendi aleyhinde bulunanı bırakıp onun büsbütün aleyhtarlık edeceği serbest bir zemine kavuşturmaktansa fırına atıp pasta yapmayı tercih eder. Rusya ne zamandan beri demokrasilerin tesiri altına girmiş ki, aleyhtarlarını medeni vasıtalarla bünyesinden atsın ve Rusya dışında kendi haline bıraksın!.. Tam muhalefete geçmek için karısını ve çocuğunu beklediği de masal... O bunu açıkça söyleyecek de Sovyet Rejimi "buyurun, kocanızın yanına!" diyecek, öyle mi?
Neticede bu, aşağılık bir tertip hissini vermekte.. Ve bütün dünya ona, kapılmakta... Rusya’nın bir oyunudur bu!.. (Soljenitsin) isimli Norveç balıkçısı suratlı büyük (!) muharrire Komünizm rejimine aleyhtarlık rolünü oynatıyor ve ondan sanki kavgalı şekilde ayrıldığı hissini verdikten sonra, (Stalin) rejimini kötületmek istiyor. Yeni moda... Bu bir tahmin... Fakat bütün karineleriyle tam bir gerçek hissini veren bir tahmin... Böyleyken kimsede bir şüphe tavrı belirmiyor ve bütün dünya Sovyetlerin attığı hile ağına takılmış, enayi balıklar gibi karaya çekiliyor... Dünya, hokkabazlık sirkine dönmüştür.”
Bu yazıyı okuduğunuzda, haaydaaa! De buyur burdan yak şimdi denmez mi? Denmemeli bence. Ünlü mütefekkir madalyonun diğer yüzünü göstermektedir açıkçası.
Sağlaması şudur: “Çalışma odasına giren bir yazar odaya göz attıktan sonra: Hayrola üstat, çalışma odanda hiç kitap yok, siz hiç kitap okumaz mısınız? Şeklinde sorar. Cevap akla ziyandır. “Sen hiç süt içen inek gördün mü?”” Öyle ki, bu zekanın çapı, çerçevesi farklı olduğundan anti komünizmin bayraktarı görünen bir isme, anti komünizmin böylesi denilecek cinsten bir yorum getirmekte.
Kuşkusuz Necip Fazıl’ın yorumu gerçekçidir. Her şeyden önce Nobel’in dürüst, objektif bir ödül olduğunu kim söylemiş ki. Jean Paul Sartre’nin Nobel’i ret gerekçelerini sıraladığı metni hiçte göz ardı etmemeli derim. Batı dünyasının yazarlarına ya da doğudan rejim muhaliflerine verildiği bağlamında hani. Diğer yandan Kruşçev dönemiyle birlikte Sovyetler Stalin dönemine karşıtlık göstermektedir. Nitekim Soljenitsin “İvan Denisoviç’in Bir Günü” başlıklı romanıyla bu dönemde saygı ve hatta sempati uyandıracaktır ülkesinde. Bu düzlemde okursak, Stalinizm’den uzaklaşmak isteyen, revizyon ihtiyacı duyan bir sistem rejim muhalifi bir yazar kanalıyla bu tavrını bütün yerküre nezdinde ilan etmek istemiş olamaz mı?
Bu durum daha sonraki yıllara ait Mathias Rust ismini bir biçimde akla getirebilir de. Anımsayanlar olacaktır. Bin dokuz yüz seksen yedide yani Gorbaçov’un devlet başkanı olduğu, katı merkeziyetçi ve anti demokratik geleneğe karşı “Glasnost” ve “Perestroyka” terimleriyle ifade edilen modernizasyonun revaçta olduğu evrede, Almanya’dan hareket eden genç bir amatör pilotun planörüyle yaptığı uçuşla Kızıl Meydana iniş öyküsü bir devrin medyatik hadisesidir. Düşünsenize bu olay savunma üzerinden, başlı başına Sovyet sisteminin iflasını belgelemez mi?
Ya peki belgelemesi için tezgahlandıysa. Gorbi reformları Sovyet sisteminin sistematik bir dağılması, kendi kendini kansız biçimde tasfiyesi olarak okunamaz mı? Okunmadı mı? Sorulması gereken şudur: Reformlar kontrolsüz yapısıyla eski Sovyet devletini istem dışı biçimde mi dağıttı (ama o zaman direnç doğar ve çok kan da dökülebilirdi) yoksa sistem Rus derin devletinin manipülasyonlarıyla mı dağıldı? Kansız dağılma da bu ikinciyi doğruluyor sanki. Bir de bakıyorsunuz, bağımsızlık sonrası Türkî Cumhuriyetlerin başına geçen eski komünist yöneticiler, birkaç sene öncesi Politbüro görevlerinden alınmakta. Tesadüf mü yoksa? Yersen hesabına. Görünen o ki, Rus aklı dizgin boşaltmayı veya kasmayı durumsal çizgide biliyor. Asırların step toplumlarıyla ilişkilerinin kattığı tecrübe mi? Ne dersiniz?
Konudan uzaklaşmaksızın, tam bu nokta üzerinden serinkanlılığı yitirmemek gerektiğini düşünüyorum. Bilakis Soljenitsin’in sürgüne gönderildiği dönem Kruşçev değil Brejnev dönemi olmakta. Ve Brejnev dönemi değişim rüzgarlarının aksine olarak statükocu bir dönem olarak görünmektedir. Mesela üstte arz ettiğim sonradan gelen Gorbaçov dönemi Stalinizm’e en güçlü tavır alışın sergilendiği bir evre olduğu halde Soljenitsin’in cezası tam da bu devrede kaldırılmaktadır.
Kaldı ki, Soljenitsin batı dünyasında geçen sürgün yıllarında Amerikanizm’i destekleyen bir duruşta göstermektedir. Bir bakarsınız Vietnam’ın Amerika’da bile ipliğinin pazara çıktığı bir dönemde bu ülkedeki Amerikan politikalarını destekler. Bir de bakarsınız, Portekiz’de Salazar diktasına son veren “Kızıl Karanfiller Devrimi” karşısında Amerika’nın Portekiz’e müdahalesini talep eder. Kim bilir, Sibirya’da çalışma kamplarında geçirdiği yıllarda yaşadığı travma ünlü yazarın muvazenesini bozmakta, Stalin dönemine karşıtlık üzerinden batı dünyasına tam destek vermeye götürmektedir, belki de. Demem şu ki, ünlü romancının Amerikan destekçiliğini faşizan bir tavır olarak okumakta aceleci olmayıp, psikolojik zeminde okumakta gerekebilir.
Öte yandan, Soljenitsin edebi açıdan başarılı bir kalem. Nobel’in Politizasyon ihtimali bu gerçeği değiştirmez kanımca. Yazarlığına tanınan mertebe siyasi platformda tartışma götürebilir. Tolstoy ve Dostoyevski ile yan yana koymaksa hele, anti komünizmin dönemlere göre gemi azıya almasının nişanesi de olabilir. Ne ki, bu yazarlığının kalitesini, anlatım gücünü tümden ortadan kaldırmak olarak okunduğunda da ifrat tefrit mekanizmasının türlü versiyon atmalarından birini karşımızda buluruz.
Şu kadar ki, bir devrin en büyük caniliklerinden, insanlık dramlarından başta gelen ikisi Nazi Toplama kampları ile Bolşevik dönem Çalışma kampları olmalıdır. Biri insanları yakmış, diğeri dondurmuştur. Oysa türlü siyasi ideolojik nedenler dairesinde bu evrelerden birinin ya da öbürünün muhtelif insan varlığına benzer ölçekte zalimlik olarak görünmediği dikkatimi çekmektedir. Söz gelimi, bin yılların sosyalizmi ahlaki standartlarından arındırılarak bir Gulag hapishanesine indirgenmekte. Hadiseler karşı devrimcilerin temizlenmesi olarak okunmakta yahut Amerikan ve Kapitalist temelli propaganda ağı dayanak gösterilerek ucu inkâra kadar varmaktadır. İnsan zihninin bir zafiyeti de var burada. Yaşam tecrübesine dayanmayan hadiseler somutlaşmıyor zihinde. Başka ülkelerde olan yahut olduğu söylenen hususlar, hele dünya görüşünce de destek görmüyorsa, aahhh! İşitte inanma, haddi be, yok be ya yalan o! Öyle şey mi olur, tamam biraz vardır da, bu kertede, çapta mümkün mü be kardeşim, aklın alıyor mu senin bunu duygusu uyandırıyor.
Diğer cephede ise İsrail aleyhtarlığı üzerinden Hitler ve Nazilere olumsuzluk uyanmamaktadır. Oysa dünya genelinde yükselişe geçen bir anti Semitizm dalgalanmasını müteakip İsrail devletinin kurulması da enteresan değil midir? Amerika, Rusya ve Avrupa’da topyekun bir yükselişin salt Hitler ve Alman Nazileri özelinden okunması gerçekçi mi acaba? Ya da ikinci dünya savaşı yıllarında milyonlarca Yahudi katledilir ve iki sene sonra aynı Yahudiler devlet sahibi olur öyle mi? Katledilen insanların önemli bölümü de işin ilginç yanı orta ve doğu Avrupa’nın Yahudi olmayan Musevi toplulukları olmaktadır. Zulüm kaç türlü işlemekte ve kendisini teyit ettirmekte, soralım mı?
Bir diğer hususta Hitler ile Stalin’in hangisinin daha zalim olduğu tartışmasında yatmaktadır. Sözüme mim koyun lütfen! Nemrut ile Firavun arasında tercih zemini arayan, bu şekilde ruhunu dindirmek eğilimindeki insan varlığıyla mı karşı karşıyayız?
Bu anlayış biçimi dostumun dostu dostumdur, düşmanı düşmanımdır, düşmanımın düşmanı ise dostumdur garabetini akla getirdiği ölçüde tanıdıktır özünde. Dostum gerçekten dost mu ya da düşmanımın düşmanı benim de düşmanım olamaz mı demeyiz açıkçası. A B’den, B C’den büyükse A C’den büyüktür kalıp mantığının sarmallarında sarıp sarmalar yaşam bizi, bir de bakarsınız.
-SON-
L.T.
YORUMLAR
"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Milli Mücadelenin Başkomutanı, Cumhuriyetimizin Kurucusu Büyük Atatürk'ü aramızdan ayrılmasının seneyi devriyesinde saygı, şükran ve rahmetle yad ediyorum
Tüm kalem dostlarıma selam ve sevgilerimle.