ELDA GELİN
İç Anadolu’nun ortasında kuş uçmaz, kervan geçmez bir köy Hursunlu. Yazın sıcak mı sıcak, kışın soğuğun dahi buz kestiği bir yer. Sırtını bir tepeye yaslamış, mevsim geçişlerini izleyenlere sunmaktan zevk alır gibi tüm heybetini sunuyordu. Bozkırın hakkını veren kurak ve sıcak bir mevsim geride kalmış, harman kaldırılmış ve yavaştan kış hazırlıklarına başlanmıştı. Buğday kazanlarda kaynamış, damlarda kurutulmuş, değirmen taşında yapılan bulgurlar bez çuvallarda muhafazaya alınmıştı.. Kaymaklar, tereyağları, küplerdeki yerlerini almıştı. Kış sert geçeceği için her şey tedarik edilmişti. Güz mevsiminin yorucu günlerinden biriydi yine. Güneş yorgun yüzünü ağıl tarafına çevirmiş, kahverenginin tüm tonlarını cömertçe dağıtıyordu. Bir avuç yeşil bulmak oldukça zor olan bu köyde ağaç sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Karşı tepelerde oluşan toz bulutu koyunların köye yaklaştığını haber veriyordu. Köye yaklaşan sürünün, suya yaklaştıkça hızını arttırarak çobana zor anlar yaşattığı aşikardı.
‘Geliiin’ diye seslendi kayınpeder çardağın altından. Cevizden bozma bastonunu çenesine dayamıştı. Gözlerini hanayın tahta merdivenlerine çevirerek ‘sürü nirde galdı acabola’ diye sordu. Mor basma üzerine bal rengi çiçeklerden oluşan dizliğine ellerini sildi ve sol elini gölgelik yaparak ‘ guzu depesinden tozu galkmış, vakitlice burda olur emmi ‘ dedi Elda gelin. Koyu maviye çalan kolcuklarını dirsek hizasına kadar çekti. Yaylagül’ü doyur öyle gel Havana, diyerek bir çırpıda indi hanayın merdivenlerini. Az değil iki yüzden fazla koyun ve kuzu yaylımdan geleceğinden, buzağıların çötenini sıkıca bağladı.
Koynundan çıkardığı köstekli saate bakıp: ‘Ben köy odasına bir uğrayayım ikindi namazına kadar hanım ‘ dedi Ali dede. ‘Sürü gelince Ecirle haber yolla, bir de onu düşünüp durmayayım, dedi. Yavaştan kalktı oturduğu kütükten. Bastonu sağ eline aldı ,sol elini beline koyarak çıktı hayat kapısından. Yün eğirdiği kirmanı hızla çeviren Ayşe ebe ‘Olur tellal da çıkarayım mı? diye mırıldandı içinden.
Elda gelin 13 yaşında gelin gelmişti lakabı Uzun Hasanlar olan aileye. Hamzaoğulları’nın yedi çocuğun en büyüğüydü. Elveda’ydı ismi nüfusta ama kimseler bilmiyordu gerçek adını da anlamını da. Orta boylu, zayıfça bir kızdı. Zengin bir eve, köyün en varlıklı ailelerinden birine vermişlerdi. Karnı doysun, sırtı esvap görsündü. Daha 13’ündeydi, ne bilirdi gelin olmayı, ne bilirdi dünya evine girmeyi. Beline doladıkları kuşakla, başına taktıkları üç sarı liralı fesle çıkardılar baba evinden. Bir yün döşek, iki yorganla, üç-beş çift yün çoraptan oluşan çeyiz sandığı dışında başka bir dünyalığı yoktu. Kızlığa adım atmadan evliliğe adımını attı Elda gelin. Ne sordular fikrini, ne aldılar cevabını. Koca koca acılar bekliyordu kuş kadar yüreğini. Ayağına büyük gelen ayakkabısını sürüye sürüye gidiyordu baba evinden. Çelimsiz bacakları ile atlarken eşikten, sendeledi. Geriye döndü, bir bakış attı babasına gelin atına binmeden. Tunçtan dağ gibiydi Hamzaoğlu Mehmet’in gözleri. Korkudan dönemedi bir daha arkasına Elda gelin. Sırtını yaslayacağı bir dağın olmadığını o gün anlamıştı.
Kocası Ramazan, düğünden aylar sonra askere gitmiş ikinci yılın sonunda hastalanmıştı. Eve döndükten yaklaşık birkaç ay sonra veremden kurtulamamış, hayata gözlerini kapatmıştı. Ali dedenin çocukları Ayşe Dudu 14’ünde zatürreden, diğerlerinden kimi 7’sinde kimi’9’unda hayatla vedalaşmıştı. Hayatta kalan son iki çocuğundan biri olan Ramazan da babasını evlat acısı içinde bırakıp gitmişti. Bu kaçıncı yıkılıştı, kaçıncı acıydı bilmiyordu. Evlatlarının acısı birbirine karışmış, evinin temeli yerinden oynamıştı. Geriye boz benizli, yeşile çalan gözleriyle tek umudu, dayanağı, küçük oğlu Halil kalmıştı Halil, Elda gelinin yıllar önceki küçük kaynıydı. Hayatta kimsesi kalmayan Ali dedenin omuzlarındaki yükün ağırlığı, ömründen ömür alıyordu. Bir yanda Ramazan’ın emaneti eli kınalı, başı yarım Elda gelin; bir tarafta hayata adım atmaya çalışan oğlu Halil… Zehirden bir yudum içmiş gibi yutkunmuş ve bağrına taş basarak nikahlamştı Elda gelini Halil’e. Herkes birbirinin dayanağı, birbirinin dile gelmeyen yarasıydı.
Tam 15 yıl geçmiş, Elda gelinin altı çocuğu olmuştu Halil’den. İlk oğluna Ramazan adını verseler de söyleyememişler Parlak olarak çağırmışlardı. Ecir, Hacer, Havana ,Ali, Yaylagül derken dolup taşmıştı hayatın içi, hanayın önü. Zamanla üstü örtülmüştü ama unutulmamıştı çoğu yaralar.
…
Hayadı çevreleyen taş duvarların yüksekliği, dışarıya karşı bir savunma hattı gibiydi. Hayadın içinde toprak kerpiçten yapılmış iki katlı bir hanay vardı. Sola doğru koyunların bulunduğu örtme göze çarpıyordu. Hanayın sağında tandır, çardak ve abdesthaneye giden yol yer alıyordu. Köpeği Çavuş’un yalağına ekmek doğrayan Parlak ‘Ana akşama yufka üzerine mercimekli aş dök, yanına bi de ayran ezdik mi, ne iyi der he ‘ dedi gülümseyerek. Yumurtaları folluktan alan Hacer ‘Sanki her gün aş yimezmiş gibi agam, bugün canı aş çekmiş’ diye ağdalı konuştu . Tam o sırada damın üstünden koşarak geçen torun Ali, damın kenarında durup arka tarafa doğru küçük tuvaletini yapmaya başladı. Ali’ye bir tezek sallayan Ecir bağırdı: ‘Depemize yap bari’.Elda gelin hayadın içinde bir taraftan ocağın altına tezek vuruyor, bir taraftan süt makinesini kuruyordu.’Davısına galasıca şu sinekler de oynattı ‘ diye sinirlendi kendi kendine. Küçük Ali ‘Anam atam ossun, hepinizi dedeme dimezsem eğer ‘diye bir pataz taşı fırlattığı gibi kaçtı. Hanayın üst katından ‘Ana Yaylagül yimedi paparayı, fistanıma döktü’ diye sesi geldi Havana’nın. Şikayetlerden bunalan Elda gelin ‘Bandıktırdınız bi duruvurun gari’ diye sesini yükseltince bütün çocuklar kaçıştı hayadın arkasına doğru. Parlak koyunların yerini temizlemiş, işi bitince de az soluklanmak için duvarın büküşüne söykenmişti. Koyunların çan sesiyle irkilen Parlak, hayat kapısını açarak koyunları örtmeye doğru sürdü. Ecir abisine yardım etmiş, koyunlara elindeki çöteyle yön vermişti. Hayadın kapısını kapatmadan önce sağına soluna bakınan Elda gelin, yan tarafta bulunan Gocabaşların açık bahçe kapısından içerideki hareketliliği görmüş, ‘Devrilegalasıcalar’ diye söylenmişti. Kaynanası ‘Hayırdır gelin, kime vıtlayıp durun, diye sordu. ’Yok bişey Gelleba, öylesine diyivirdim’ dedi.
Gocabaşlar köyün en geçimsiz, gözünü mal bürümüş, sırnaşık bir komşusuydu. Dört erkek, iki kız kardeş, dede, ebe, halalar, amcalardan oluşan kalabalık bir aileydi. Geçen hafta kocasına Çal İçi’nde laf atmış, kaynatası da olayı büyütmeden bastırmıştı. Onlara göre Halil arkası olmayan, köyün bütün toprağına sahip, göze alınabilecek biriydi. Babası Ali, başı belaya girmesin diye bir kuş gibi kolluyordu Halil’i. Evlat artığı, soyunun tek varisiydi çünkü. Köy odasına gitmek bahaneydi, aslında çevreyi kolaçan etmeye çıkmıştı.
Ekim ayının son günleriydi. Güneş hükmünü yitirdikçe vakit daralıyordu. Ne ikindi namazına giden kaynatası, ne de kocası eve dönmüştü. İçine sebepsizce bir sıkıntı çöreklenmişti Elda gelinin ama üstüne düşmedi. Kolcuklarını tekrar yukarı çeken Elda gelin, inekleri sağmak için ayağa kalkarken, süt bakraçlarını tam kavramıştı ki büyük bir patlamayla irkildi.
Köy meydanından gelen bağrışlar hayadın içini dolduruyordu.
‘Mukaaattt Vaaaar’
Öylece donup kaldı Ayşe ebe ve Elda gelin. Bütün köy meydana doğru bağrışlar içinde amansızca koşuyordu. Elindeki bakraçları fırlatan Elda gelin, hayat kapısını bir hışımla açarak kendini salıvermişti yokuş aşağı. Arkasından yetmeye çalışan Ayşe ebe ile köy meydanına varana dek uzunca bir sokaktan geçmişlerdi. Taşla örülmüş hayat duvarları sanki onların önüne geçiyor gibiydi. Dolambaçlı yolların tozu zehirli bir gaz gibi gözlerini dolduruyordu. Düşe kalka zor gelmişlerdi meydana. Ayşe ebenin dizleri parçalanmış, Elda gelinin de nefesi tükenmişti adeta. Yol boyunca korktukları şeyi dillendirmeden dualar etmişlerdi.
Belli ki duaları ulaşmadan göğün yüzüne, belası bulaşmıştı Gocabaşların. Tarladan gelen Halil’in önüne geçmişler, karşılıklı söz dalaşından sonra ,alnına kürekle vurmuşlardı. Boylu boyunca yere uzanan Halil öldürücü son darbeyi almadan kuşağındaki tabancayı çekmiş, ateşlemişti. Ortalık mahşer, ortalık toz duman içindeydi. Köy çeşmesinin az ötesinde söğütlerin altında eli titriyor, gözleri donmuş şekilde dizlerinin üzerinde duruyordu. Gocabaşların Hanifi kanlar içinde yerde soluksuz yatıyordu. Kan tutmuştu belli ki Halil’i. Kimse yanaşmıyor ,kimse yaklaşmıyordu. Daracıkların Havana tuttu Halil’in kolundan çekti kendi hayatlarının içine. Halil’i korumaya almış; kimseyi ne dışarı salıyor, ne içeri alıyordu. Kızı Fidan’ı sözlemişlerdi Halil’in oğlu Parlak’la. Yaklaşık yirmi günlük dünürlerdi. Bütün köy koştururken kimi sağa, kimi sola bir patlama sesi daha duyuldu. Birbirine hasım olanlar bu karmaşayı fırsat bilmiş, çekmiş vurmuşlar hasmını hem de Ali dedenin koştuğu dar sokakta.
Elda gelin köy meydanına vardığında yerde yatan Hanifi’yi görünce ne sevinebildi, ne üzülebildi. ‘Halil’in nefes aldığını umuyor ve avazı çıktığınca bağırıyordu: ‘Haliiiil!!!! Ayşe ebe başındaki siyah çekisini fırlatmış, örgüsüyle yolduğu saçlarını etrafa saçıyor, kendini yerlere çarpıyordu. Zaman geçmiyor Halil gelmiyordu. Ali dedeyi tutan köylüler, yaşlı adamı zor zapt ediyorlardı. Ayşe ebe ve Elda gelinin ağıtları tüm köyü sarmış ve adeta hapsetmişti. Bir süre sonra Elda gelini, kaynanasını ve kaynatasını da meydandan çekip almıştı Daracıkların Havana.
Aradan saatler geçmiş jandarma köye gelmişti. Halil’i gocabaşın Hanifi’yi, Ali dedeyi de Paşa’yı öldürme suçundan tutuklayıp götürmüşlerdi. Yunak’tan keşif gelene kadar kimse dokunmamıştı yerde yatan Hanifi’ye. Sonrası muamma…
…
En uzun gece o geceydi. Altı çocuk ve yaşlı bir kadınla kalakalan Elda gelin, saatlerce ayakta beklemiş ve bir dakika bile oturmamıştı. Karanlığın en koyusunu, derinlerin en dibini ve umutsuzluğun en alasını yaşıyordu. Hanayın alt katına, en dip odaya çocukları yatırmıştı. Yanında zayıf ve çelimsiz duruşuyla büyük oğlu Parlak vardı. Damın üstüne atılan taşlar , Elda gelin ve çocuklarına rahat vermiyordu. ‘ Çocukları al babana git gelin’ dedi kaynanası. ‘Ben beklerim hayadı, çocuklara bi iş kesmesin bu çakallar’ dedi. Birden aklını başına toplayan Elda gelin arka taraftan çocukları gizlice çıkardı. Gecenin karanlığında , bastıran ayaza karşı yürüyorlardı. Ayaklarına vuran taşlar ayaklarını kesmiş yürümeye halleri kalmamıştı. Ayaz iliklerine kadar işlemişti hepsinin. Baba evine ulaşmak için köyün etrafından dolanmaları gerekiyordu. Köyün hırçın köpekleri, belli ki onları rahat bırakmayacaktı. Parlak’ın köpeği Çavuş tez yetişmişti arkalarından da rahat bir nefes almışlardı. Yol boyunca sessizliğini koruyan Hacer duraksadı , kendine daha fazla hakim olamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Oysa daha bu sabah herşey yolundaydı. Ebeleri ocakta sıcak süt yapmış, gupa gupa içmişlerdi gülüşerek. Ali dede hepsine rengarenk akide şekeri dağıtmıştı. Şimdi ise herşey kırılmış cam parçaları gibi dağılmıştı etrafa. Nasıl toplanırlardı, nasıl eskiye dönerdi yaşamları belirsizdi. ‘ Az kaldı çocuklar, ha gayret’ diye topladı bütün çocuklarını kanatları altına Elda gelin. Bir müddet daha yürüdükten sonra kimseye görünmeden dedelerinin bahçe kapısından içeriye sızdılar. Üşümüşler, acıkmışlar ve korkmuşlardı. Islak bir kelebek gibi titriyorlardı Hamzaoğlu Mehmet’in kapısında. Uzunca baktılar dedelerinin yüzüne, sıcak bir karşılama beklediler belli ki.’ Belanı bize bulaştırma’ dedi tunç yürekli Hamzaoğlu. Sertçe çarptı kapıyı titreşenlerin yüzüne. Yaslanacağı bir dağ değildi babası elbette ama bir umuttu Elda gelinin yüreğindeki.
Tekrar yola koyuldular kimsesizce. Bir yara da dedelerinden almışlardı. Gecenin karanlığında bir hareketlilik onlara doğru geliyordu. Bir anda durdular. Korkmayın, dedi dedelerinin kız kardeşi. Sessizce evlerinin ahırına alıp götürdü onları. O gece halalarının ahırında gizlendiler, en büyükleri parlak 14, en küçükleri yaylagül 1 yaşındaydı. Bir Elda gelin ağır geliyordu sanki yerin yüzüne. Bir Elda gelin fazlaydı dünyada sanki. Çocukluğu, gelinliği, analığı beceremiyordu kendince. Elinden tüm hayatı alınmış küçük bir kız çocuğu kadar savunmasızdı. Sabahın ilk ışıklarına kadar birbirlerine sarılı halde bekleştiler. Yunus emminin sesi duyuldu birden. Kaynatanın kardeşiydi Yunus Emmi. ‘Gelin Parlak’ı çağır ‘ dedi. Birkaç yorgan, eski bir şilte ve birkaç günlük yiyecekle döndü Parlak. Belindeki silahı saklamaya çalışarak ‘Ana, bundan sonra bana emanetsiniz, bişey olmaz’ dedi. ‘Emmim yanında duracakmışım hem. Beni, bizi kollayacakmış’ dedi. Heybetliydi Yunus Emmi, görklüydü. Parlak’ı yanından ayırmayacaktı.. Ne bilsin Parlak, bi vukuat olursa yaşı küçük diye ona zimmetleneceğini.
Birkaç çergeyle ahırı ortadan ayırdı Elda gelin. Palazı da ekleyerek kapıdan gelen soğuğu kesmeye çalıştı. Bir süre çocukları ile bu ahırda hayvanlarla kalacaktı. Evine dönemezdi şu anda, çocuklarını ne beklediğini bilmiyordu. Hele bir ortalık yatışsındı. Yunus emmi yardımcı olacaktı şimdilik.
Kasım ayına girdikleri gün hafiften başlamıştı kar yağışı. Buralara kar erken düşer, geç kalkardı. Karşı Koyuntepesi beyaza bürünmüştü bile. Koyun yününden yapılmış palaz da bir işe yaramıyordu artık. Soğuk ayrı vuruyordu, kimsesizlik ayrı, çaresizlik ayrıydı. Gece karanlık basınca kendi evlerine hırsız girip öte-beri ne varsa çekiyorlardı. Kar bastırınca ahır yaşanacak yer olmaktan çıkmıştı. Tipi içeri vuruyor, ayaz çocukları hırpalıyordu. Böyle olmayacaktı , her şeyi göze alıp evlerine dönmeliydiler. Yüzlerce koyunları ve onlarca inekleri telef olabilirdi. Mal, canın yongasıydı. Yoksa nasıl bakacaktı onca boğaza. Derlenip toparlanıp tekrar yola koyuldular.
Ayşe ebe acıdan günden güne erimiş, kısacık olan boyu sanki daha da kısalmıştı. Yeşil gözleri acıdan başka bir şey görmemişti bu dünyada. Soğuk şiddetini arttırmıştı. Tenekeden bozma sobanın ateşi gittikçe azalmıştı. Gaz yağı lambasının ışığı bile daha kuvvetliydi sanki, Biraz daha kerme vurdu kendini bile ısıtmayan sobaya. Baca tütüyor, içeriye inceden duman sızıyordu. Hayat kapısının sesi duyuldu bir anda. Akşam karanlığında evine dönen torunlarının sesini duyunca bir sevinçle kapıya koştu. Nefes almaya devam etmesi gerektiğine tekrar inandırdı kendini.
Nöbetçi mahkemeye çıkan baba-oğul on sekiz yıl yemişlerdi. Ali dedeye tam 3 kere sormuştu hakim: Paşa’yı sen mi vurdun? diye. İnanmamıştı hakim, tekrar tekrar sordu ama ‘ben vurdum da demedi, ben vurmadım da demedi’ Ali dede. işlemediği bir suçu boynunu bükerek kabul etmişti. Maksadı: Halil’ i cezaevine tek göndermemekti. Onun arkasını kollayan biri olmalıydı yanında, sualsizce girdi mapushaneye.
Mahkeme kararı tez ulaştı ev halkına. Kara bir duman çökmüştü hayadın içine. Artık uzun cümleler kurulmuyordu odada. Ayşe ebe siyah çekisini başına sarmış, çocukların vaziyetini seyrediyordu. Ne yaşayacaklardı ,neyle karşılaşacaklardı, kaderleri neyi saklıyordu daha? Burada kalsalar başları beladan çıkmayacaktı. ‘ Gelin aklından geçen nedir?’ diye sordu .
‘Ne bileyim Gelleba, şaşıp düşüyorum. Gitsek onca mal-melal telef olacak. Hadi topraklar durur durduğu yerde. Çocukları buradan götürüp okutsak, kurtarsak mı acep ? dedi ve sustu. Tüm ruhunu bu umuda bağlayarak, cesaretini topladı. Ve içinden tekrar etti: Evet, çocukları buradan götürüp hepsini okutmalıyım. Okurlarsa kimse ilişemez onlara.
Aradan bir-iki hafta geçmiş, göç kararı alınmıştı. Ilgından iki odalı kerpiçten bir ev alınmış, tarlanın bir kısmı satılarak parası ödenmişti. Evde bulunan ne varsa balyaladılar. Zaten öyle aman aman eşyaları da yoktu. Birkaç keçeden halı, üç döşek, yorgan ve yastıklar, beş-on bakır tas tabak, demir kazan gibi eşyalar, bir de yeteri kadar kuru gıdalar. Kasım’ın sonuna doğru bir öğle vakti hayadın önüne bir traktör yanaştı. ‘ Ana hazır mıyız?’ diye seslendi Parlak. Yaklaşık on gün önce Ilgın’a ev aramaya gitmiş, bir taraftan da yövmiyeli olarak işe girmişti. Alın teri ile kazandığı ilk parayla da bu traktörü tutup getirmişti. Herkes kendine uygun bir eşyayı tutup götürdü traktör kasasına. Gönülsüzce yüklediler ne varsa. Herkes bulduğu ilk tenhada göz yaşlarıyla acılarını tazeliyordu. Birer ikişer bindiler kasaya. Elda gelin son kez dolaştı önce hanayı sonra hayadın içini. Derin bir sessizliğe bürünen hayat ingil-issiz bir şekilde ruhunu teslim eden sekaret bir hastayı andırıyordu. Güneş akşama dayanmış, eşyalar anca yüklenmişti. Yol uzun, vakit dar, gönüller kırgın… Soğuktu, traktörün rüzgarı ayazla çarpışıp yüzlerine her vurduğunda acı çekiyorlardı. Köyden ayrılışlarını gözyaşları içinde izliyorlardı. Kimbilir, hayat onlara daha neler hazırlıyordu.
…
Kolay olmadı. Yıllar çabucak geçmemişti. Irgatlığı, gündelik işçiliği, işsizliği herşeyi denediler. Parlak hem evlenmiş, hem tüm ailenin geçimini sırtlanmıştı. Ecir, ziraat mühendisi olarak ünivesiteyi; Ali de askeri liseyi kazanmıştı. Genel af tam dokuz yıl sonra gelmiş ve sevinçler sayısız katlanmıştı. Tüm zorlukları göğüsleyen Elda Gelin’in çok uzun yıllar sonra tüm çocuk ve torunları üniversite mezunuydu. Albayı, mühendisi, hakimi ,öğretmeni her meslek grubundan vardı gölgesinde. Her bayram evinin önü dolar taşardı son model arabalarla. Kadındı, anaydı, çorak topraklara hayat vermişti avuçlarıyla. Küsmemişti hayata, yılmamıştı, kendi tarihini kendi yazmış ve başarmıştı… Kimsenin göze alamadığı o zorlu mücadeleyi kazanmıştı. Kısaca, Anadolu gibi bir kadındı.
Bir hastane odasında son anlarını yaşarken işaret parmağını havaya kaldırdı. Doktoruna: Ben kavaklar gibi dimdiktim, bakma benim böyle yattığıma. Ben ölsem de eğilmez dallarım, köklerim sağlam benim doktor, dedi ve indi işaret parmağı yavaşça.
‘Başımız Sağolsun…’
12.04.2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.