- 330 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-BİR ZAMANLAR ANTİ KOMÜNİZM-(6)
Özünde olmayan ülke ya da ideal toplum olarak tanımlanan “Ütopya” ile, bunun anti tezini veren otoriter/totaliter toplumsal, siyasal sistemleri ifade eden “Distopya” arasında ince bir çizgi farkı vardır gerçekte. Yeryüzünde haksızlıkların, adaletsizliklerin, sömürünün yoğunlaşması karşısında ideal sistem, yönetim algısı yönünde mekanizmanın işlemesi şaşılası değildir de, rotayı tayin eden asli unsur insan olmaktadır yine. İnsan varlığının egosu, ihtirasları, kötücül eğilimleri katalizör teşkil etmektedir. Bu da teorinin aksine pratiğin diktacı sisteme dönüşmesini mümkün kılmaktadır. Bir de bakarsınız, eşitlik, kardeşlik, hürriyet, adalet, hoşgörü kavramları uygulamada aradığı karşılığı bulmamakta, bulamamaktadır.
Bunda insana ait benlik özellikleri kadar, rasyonel bakış açısına uymayan kalıp düşünce, en ince ayrıntısına kadar gidişatı planlama anlayışının çarpıklığı da etkili olmaktadır. Sistem ana esasları belirlemekle yetinmeyip, detayı merkeziyetçi bir anlayışla ele aldıkça demokratik bir anlayış geliştirme imkânları, hudutları daralmaktadır da. Bir bakıma bu, ayrıntıyı, tatbikatı düzenleme işini kanun ve tüzüğe bırakmayan aşırı düzenleyici, Kazuistik anayasaları akla getirebilir de. Özellikle darbe ve ihtilal dönemlerinde hazırlanan olaycı anayasaların, anayasanın prensip olarak kolayca değişmeyen, değişmemesi öngörülen Rijit yapısına da bağlı olarak yıllar boyu, hatta olağanüstü hal koşulları kalktıktan, sivil döneme geçildikten sonra da ülkelerin başına dert olmasına neden olmaktadır.
Siyasi tarihte ütopik düşüncelerin distopik çizgide geri tepmesinin türlü örnekleri görülebilir. Bu husus sinema, edebiyat, vs. sanat eserleri kanalıyla da resmedilmektedir. Distopya edebiyatı modern toplumun vazgeçilmezi olmaktadır. Totaliter rejimlerde bu tarz eserler olay örgüsü bambaşka bir çağ, ülke üzerinden seçilse de biçimsel nedenlerle sansür mekanizmasına takılmaktadır. Konu direkt o devir, rejim olmasa dahi bir bakarsınız devlet aygıtı tarafından sanatçı ve eseri öğütülmektedir. Hatta enteresan biçimde diktatörlüğün sistemleştiği ülkede değil de, farklı hatta karşıt bir siyasi sistemin işlediği bir ülkede kaleme alınan eser, devrin uluslararası ilişkiler alanında rüzgarların esiş yönüne bağlı olarak kaleme alan yazara ayak bağı olmakta, olabilmektedir.
İkinci dünya savaşı yıllarında kaleme alınmakla beraber bin dokuz yüz kırk beşte yayınlanan fabl türünde siyasi hiciv tarzında kaleme alınmış bir roman da böyle bir özellik göstermektedir. Bilindiği üzere “Fabl” hayvanların kişileştirilmesi, konuşturulması üzerinden insanların hallerine atıfta bulunan bir edebi tür olmaktadır.
Bu alanda kanıksadığımız örneklerden biri, kara mizahıyla da ünlü merhum şairimiz Orhan Veli’nin “Kuyruklu Şiir” i olmaktadır. “Uyuşamayız, yollarımız ayrı; Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi; Senin yiyeceğin kalaylı kapta; Benimki aslan ağzında; Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik. Ama seninki de kolay değil, kardeşim; Kolay değil hani, Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.” Demektedir şair mısralarında. Bilindiği üzere La Fontaine fabllarından bir uyarlamadır bu örnek.
Ya peki Soğuk Harp dönemine girilirken yayınlanan edebi eser? George Orwell imzalı “Hayvan Çiftliği” adlı politik kara mizah tarzı eserden söz ediyorum elbette. Ünlü İngiliz romancı, denemeci Demokratik Sosyalist bir dünya görüşüne bağlı olmakla birlikte, daha önceleri karısıyla birlikte İspanyol İç Savaşı sırasında Franco’ya karşı sosyalist bir mücadelenin içerisinde de yer almış bulunmaktadır. Şu kadar ki, yükselen Faşizme karşı çarpışan Komünistler kendi içlerinde yek vücut olmamaktadır. Kendisini Troçkist olarak tanımlamasa dahi Orwell, Stalinizme karşı Troçkizmin eleştirilerini desteklemektedir.
“Hayvan Çiftliği” romanında ise George Orwell bir çiftlik ortamı ve buradaki insanlar ve hayvanlar üzerinden sistemsel eleştirilerde bulunmaktadır. Yazarımız böyle bir eseri kaleme alması yönünde kendisine ilham veren bir hadiseye de atıfta bulunmaktadır. “Bir gün kocaman bir beygiri dar bir yolda önüne katmış götüren ve hayvan ne zaman dönmek istese onu kırbaçlayan on yaşlarında bir çocuğu gördüm. O zaman birden aklıma geldi ki böyle hayvanlar eğer güçlerinin bilincinde olsalardı onlara zorla hiçbir şey yaptıramazdık; insanlar hayvanları tam olarak kapitalistlerin proletaryayı sömürdüğü gibi sömürüyorlardı.”
Ünlü fablda da çiftliği yöneten insanlar hayvanlara karşı adaletsiz davranmaktadır. Ve hayvanlar bu durumdan mustarip olmaktadır. Nihayet günün birinde yaşlı ve bilge bir hayvan diğer hayvanlara direniş çağrısında bulunur. Haklarının gasp edilmesine daha fazla tahammül gösteremezlerdi açıkçası. Mücadelenin fitilini ateşleyen bu ihtiyar kısa süre sonra yaşama veda etse de çiftlikteki hayvanların ruhi ve zihni yapısı üzerinde hayli etkili olmuştur. Bu durumu müteakip fırsat kollayan canlılar bir müddet sonra sazı ellerine alır ve çiftlik yönetimini ellerine geçirirler. Öyle ki, insanlar pabuçsuz, donsuz kaçacaktır adeta.
Hayvanlar yönetime geçtiklerinde nasıl davranacakları, birbiriyle ilişkilerini hangi düzeyde geliştirecekleri hakkındaki görüşlerini bir metne de bağlarlar. Şöyle ki, herhangi bir hayvan daha fazla çalışmayacak, üründen, üretimden eşit pay alınacak, insanların hakimiyet dönemlerinde kullandıkları vasıtalara başvurulmayacak, eski sahiplerinin yattığı yumuşak döşeklerde yatılmayacaktır. Demem şu ki, insan kavramlarına aktarırsak çiftlik canlıları hayvanlık yapmayacak, birbirlerine insanca muamele edeceklerdir. Oysa meselenin özü de burada değil midir? İnsanoğlu insanlığından çıktığında da, insani nitelikte ilişkiler geliştirmiyor mu? İnsanlık dışı davranışlar sergilediğinde, insan dediğimiz varlık fizyolojik, anatomik, psikolojik yapısı değişime uğramak suretiyle içgüdüsel hareket eden hayvan türlerine dönüşmüyor ki. Yahut biz bir insana hayvan mısın kardeşim sen, ya da hayvanlığı bırak, insan ol biraz desek onun dört ayaklı bir canlıya dönüştüğünü vurgulayıp, iki ayaklı haline dönmesi çağrısında mı bulunuyoruz?
Orwell’in kahramanları da yönetimi ele geçirdikten sonra sağlam gerekçelere sahip olarak birbirlerine verdikleri sözleri unuturlar. Mesela domuzlar en zeki ve yeteneklidir. Onlar yönetimi ellerine alırlar. Diğerlerinin çıkarı adına ama. Yoksa bu ağır sorumluluğu üstlenmeyi menfaat bağlamında kimse istemez ki. Giderek daha kaliteli besinlere el koyan domuzlar beyin ve vücut olarak gücümüzü korumalıyız ki, size daha iyi hizmet edebilelim demeye başlarlar. Bu besinler yoksa bizlerin neyine lazım ki demeye başlarlar. Sonra sonra insanların konakladığı malikâne kısmında yaşamaya da başlarlar. Zindeliklerini korumak ve daha verimli olmak adınadır hep. Napolyon adlı baş domuz yavru köpekleri eğiterek bir muhafız gücü de oluşturacaktır. Çiftliğin emniyeti adınadır bu şüphesiz. Napolyon adlı karakter Stalin, onun hışmına uğrayan ve üzerine saldığı azman köpekler tarafından kovalanmak suretiyle çiftlikten kaçan akıllı, kabiliyetli domuz kartopu ise Troçki olarak görünmektedir romanda.
Gün de gelir Napolyon’un öncülüğündeki yönetici domuzlar komşu çiftliğin sahibi insanlarla antlaşma yapar ve güç birliğine giderler. E hani, hiçbir hayvan hiçbir insanla irtibat kurmayacak, iş çevirmeyecektir? E canım, yine çiftliğin ve hayvanların yüce menfaatleri adına. Bu hususlarda da, Stalin’in dünya savaşı öncesi Hitler ile saldırmazlık antlaşması imzalaması, harp döneminde ve sonrası barış şartlarının şekillenmesi süreçlerinde kapitalist blok ülkeleriyle müspet ilişkiler tesis edilmesi gibi hususlar akla gelebilir elbette.
Nitekim, Orwell bu romanı yayınladığında da, demokrasinin beşiği sayılan ülkesinde türlü afra tafrayla karşılaşmaktadır. Ünlü yazarımız kaleme aldığı bir değerlendirme yazısında bu durumu, İngiltere’de savaş yıllarında dahi Churchill’i sorgulamak, eleştirmek harp koşullarına rağmen mümkün ama Stalin’i tenkide almak müttefiklik bağlamında vatana ihanet statüsünde karşılanmakta demektedir. Elbette Nazi tehdidinin bu durumu bir ölçüde doğal kıldığına vurgu yapmak suretiyle de, ölçülü değerlendirme yapmaktadır bu noktaya ilişkin, yazar.
Düşünsenize, sokaklarda Komünizmin ve Sovyetlerin müdafaasının vatana ihanet telakki edildiği dönemlerde yukarlarda İngiliz- Sovyet ya da Amerikan-Rus ilişkilerinin şartlara bağlı olarak yumuşadığı hatta al gülüm ver gülüme döndüğü görülmektedir. Halbuki Orwell daha önce kaleme aldığı eseri harp sonunda yayınlamakla ülke koşullarını nazarı dikkate aldığını, sorumlu hareket ettiğini gösteriyor nihayetinde. Ne ki, savaş şartları barışa geçişin imkân hudutlarını da tayin etmektedir. “Kazın ayağı öyle değildir” hani.
Görünen o ki, romanımızda sorunun başlarda bütün hayvanlarla tüm insanlar arasında cereyan ettiği sanısı hakimken, ilerleyen bölümlerde ise bazı hayvanlarla bazı insanlar arasında geliştiği kanısı uyanmakta, gittikçe netlik kazanmaktadır.
Sözün özü, ünlü İngiliz yazar George Orwell’in meşhur eseri gerçekte, açık ve demokratik toplum idealine bağlı kalmanın yanı sıra, bu doğrultuda her türlü totalitarizme koşulsuz karşı olmanın önemini bizlere duyurmaktadır.
-DEVAM EDECEK-
L.T.
YORUMLAR
Sonuç: Örgütlenin hayvanlığın lüzumu yok diyorsun yani öyle mi😁😁😁
Pir hünkar Veli de: iri olun diri olun bir olun demişti 😁zaten dost yazarım şairim
Espri bi yana güzel olmuş yazınız
Tebrikler nice saygılarımla
Cumhuriyet Bayramını kutluyorum
levent taner
Yoksa gündelik hayatta kimseye o tarz hitap etmem
Si mgesel aldım, konunun özünü vermek adına
E yeryüzünde de az hayvanlıklar olmuyor hani, hatta hayvanlık demek hayvana hakaret olur kabilinden
Fakat siz güzel yere bağlamışsınız
"Pir hünkar Veli de: iri olun diri olun bir olun demişti"
Eyvallah hocam
Var olun, hep olun dilerim
Katılım ve katkınız her dem kıymetli
Selam ve saygılarımla.