- 424 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Osmanlıca – Türkçe ve de Mezar Taşları
Bu yazımı, dilini, kültürünü, özünü, tarihini bilmeyen ve oturdukları makamı hak etmedikleri halde resmen işgal eden bilimsellik özürlüsü kişilere ithaf ediyorum.
Osmanlıca nedir, Türkçe nedir? Aradaki bağ ya da ayrım nedir? Osmanlıcanın Türkçeye etkisi ne olmuştur, katkı sağlamış mıdır? Günümüzdeki Osmanlıca anlayışı nedir? Bu tür soruların cevapları ne olur dersiniz? Hak verirsiniz ki yaklaşık 700 yıllık bir tarihi sorgulayan bu soruların cevabı 3-5 satıra sığmayacak kadar kapsamlıdır.
Öncelikle unutmamamız gereken bir gerçeği yinelemek gerekir: Aşırı dilcilik yapılmaması adına; dilin yaşamına etki edilemeyeceğini, onun kendince bir süreç izlediğini, var olan, yaşayan her sözcüğün dilimizden ha deyince birdenbire atılamayacağını bilmemiz, görmemiz ve kabullenmemiz açısından yararlı olabileceğini unutmamamız gerekir. Hem de Türkçenin özü üveyi olmaz dercesine.
Önce kısaca adını ettiğimiz “Osmanlıca” sözünü açmak istiyorum. Osmanlı’nın gerek beylik gerekse imparatorluk olarak hüküm sürdüğü dönemlerde (13-20. yy) kullanılan ve özellikle 15. yüzyıldan sonra Arapça ve Farsçanın, daha sonraki dönemlerde Fransızcanın da karışımıyla istilaya uğramış yeni bir kültür dili ortaya çıkmıştır. Üstelik yazımda Arap harfleri kullanılmaktadır. Bu dil, yani Osmanlı Türkçesi en çok yazı dilinde varlığını sürdürmüştür. O dönemlerde, Osmanlıca yazılmış bir metni sıradan bir Türk vatandaşı anlayamadığı gibi ne Arap ne İranlı ne de Fransız anlıyordu. Halkın konuştuğu Türkçe "lisan-ı avam" (halk dili) denilerek ne yazık ki yüzyıllar boyu aşağılanmış; ne yazı dili olarak benimsenmiş ne bilim ne de yazın (edebiyat) dili olarak. Dolayısıyla o dönemlerde halk diliyle resmî dil arasında inanılmaz bir uçurum vardı.
Bu dilin tuhaflığını Şemsettin Sami “Arap’a söylesen anlamaz, Acem’e söylesen anlamaz, Türk’e söylesen anlamaz.” diye özetler. Şinasi’nin, yer yer Türkçeye yöneldiği “Müntahabat-ı Eşar (1862)” adlı kitabında kullandığı dilin yadırganmaması için peşinen “Lisan-ı avam ile yazdım. (Halk diliyle yazdım.)” diye açıklama yaptığı görülmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki yüzyıllar boyu görmezlikten gelinen ve kullanımından kaçınılan, geri plana atılarak âdeta dumura uğratılan Türkçe, Osmanlıca döneminde ölümle pençeleşen, diri diri mezara gömülmeye kalkışılan acınacak bir duruma düşmüştür. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, yani belli bir kesim Osmanlıca düşünüp Osmanlıca yazarken, halk öz dilini korumuş; Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Karacaoğlan gibi ozanlar yetiştirmiştir. Bu arada geçmişinden gelen Göktürk Yazıtları, Kutadgu Bilig, Dede Korkut vb. sözlü ve yazılı dil kaynaklarını da korumuş, yaşatmıştır. Özellikle sözlü edebiyatın, dilin zaman içerisindeki gücüne çok büyük katkısı olmuştur. Bu kültür kuşaktan kuşağa taşınmış, taşınmaya da devam edecektir. Bu süreç içerisinde dilin hangi aşamalarda nasıl değişikliğe uğradığını biliyoruz. Fakat bu değişimler dilin özünü yitirmesine neden olamamıştır. Dil, gerçek kullanıcıları tarafından, yani halk tarafından korunmuş ve varlığını sürdürmüştür. Bugün hâlâ Anadolu ağızlarında kaybolmaya yüz tutmuş binlerce sözcüğümüz derlenmeyi beklemektedir. Türkçenin kısır olduğunu vurgulamaya çalışarak bilim dili olmadığını söyleyen yabancı dil bilimcilerin söylemlerini benimseyen çokbilmiş şakşakçı aydınlar, yüksekten atıp tutacaklarına derleme çalışmalarına zaman ayırsalar çok daha yararlı olacaktır. Maalesef bu da emek ister, zaman ister. Ama masa başında oturmak, var olanları, daha önce söylenmişleri evirip çevirerek satmak, ortaya sürmek çok daha kolaydır. Oysa bilim adamı, bir bilinenin yanına bir bilinmeyeni bilinen yapıp ekleyerek iki bilinen yaptığı anda adına layık olabilir.
Türk ulusunun ve kültürünün yeniden doğuşu olan cumhuriyetle birlikte, Atatürk’ün önderliğindeki Türk Dil Kurumu’nun (1932-1983) yoğun çalışmalarıyla Türkçe ile ilgili millî mücadeleyi, dil seferberliğini görüyoruz. Atatürk “Ben bu seferberliğe katılıyorum ve dilimdeki yabancı sözleri temizlemeye bugünden başlıyorum..." diyerek işin önemine dikkat çekmiştir.
Kimi yazarlar ve ileri gelenlerce bu olay yadırganmış olsa da çoğunluk özlemini çektiği dil kimliğine kavuşmanın mutluluğunu yaşamıştır.
Bugün bu konuyu cehaletin doruklarında dile getiren aymazlar, olayı saptırarak kafa yapılarına uygun yorumlarla gündeme taşımaya kalkışmaktadırlar. Her şeyi okuyup hıfz etmiş, başları göğe ermiş bu kişilerin şu günlerde tek derdi mezar taşlarını okunup anlayamamak olmuş? Güya bir gecede bütün ulus cehalete sürüklenmiş. Duy da inanma? Bu lafı söylemeden önce harf devrimi dönemindeki okur-yazar oranlarını araştırıp inceleseler bu kadar cahilce laf etmezlerdi. Sanki herkes okuyup yazıyor, bilimle uğraşıyordu. Durum yukarıda da izah etmeye çalıştığım bir gerçeği yansıtıyordu. Arap harflerinin Türkçe sözcüklerin yazımında yetersizliği her zaman kendini göstermiştir. Bunu öğrenmek ve yazmak da oldukça zordu. Kaldı ki buna halkın ne olanağı ne de zamanı vardı. Oysa Türkçe sözcükleri en güzel şekilde yazıya aktarılmasını sağlayan alfabenin kabulü ve okuma-yazma seferberliğiyle okur-yazar oranı kısa zamanda inanılmaz boyutlara ulaşmıştır.
Bir gecede cahil olan kimlerdi dersiniz? Bu konuda değerli hocam Prof. Dr. Nevzat GÖZAYDIN’ın sosyal medyada paylaştığı gerçeği büyük ölçüde yansıtan kısa bir yazısını paylaşmak istiyorum.
"Bir gecede millet cahil kaldı alfabemiz değişti." buyurmuslar. O yıllarda 10 milyonluk nüfusta, erkeklerimizin %5’i, kadınlarımızın %0,4’ü ancak nesih yazısını bilip, mektup yazardı. Hangi yazı türünü, biliyorsunuz ki, onu belletip mezar taşı, levha, kitap, ferman okutacaksınız acaba? Nesih, talik, kufi, rık’a, celi, divani, hakani, nestalik ve de siyakat… Buyur, beğen beğen öğret bakalım. Bugün bunların ancak birini, ikisini bilen bulursun, hele siyakat, steno gibi, maliyecilerin bildiği bir tür şifre yazıdır. O kızdığınız büyük İNSAN, ATATÜRK, bunun eksikliğini gördü ve Macaristan’dan Prof. Fekete’yi davet edip arşivcilere öğretmesini sağladı. Fekete, Almanca olarak ’ Die Siyakat-schrift’ kitabını yazdı, yayımladı. Bunu biliyor musunuz beyler?”
Bu sözlerin üstüne daha ne denilebilir ki? Ben söyleyecek söz bulamıyorum. Fakat konuya ilişkin olarak söz söyleyenler çok olmuştur. Örneğin onlardan biri olan H. Z. Uşaklıgil bu duygularını şöyle dile getirmiştir: "Şu son günlerde elime kırk yıl önce yazdığım eserim geçti. Bunu gözden geçirmek istedim. Sabrın ve azmin son bütün gücünü kullandığım halde, ancak beş on sayfa okuyabildim. Yazdıklarımın dilinden utanç duydum. Süs merakı, Acemce ve Arapça hayranlığı neler yaptırmış?"
Bütün bunlara rağmen kendi adıma şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Osmanlı, büyük bir imparatorluk ve o oranda büyük bir medeniyet ve kültür demektir. Yıkılma sürecindeki ve dil konusundaki olumsuzluklara rağmen günahıyla sevabıyla bizim geçmişimiz, tarihimiz, kültürümüz, gurur kaynağımızdır. Kim ne derse desin bu tarihî olguyu değiştirmek mümkün değildir ve böyle de sürecektir.
Bu arada Osmanlıcanın çok ilginç bir özelliğine de değinmeden geçmek istemiyorum: Bu dil, Arapça ve Farsçadan sözcükleri almış ve onları öylesine işlemiş, geliştirmiş ki bu sözcüklerden türettiği yeni sözcükleri onlara geri vermiştir. Yani Araplar ve Farslar Osmanlıcadan sözcük almıştır. Gelişim sürecindeki kullanım gücünü ve sanat yeteneğini düşünebiliyor musunuz?
Eğer Fuzulî, Nedim, Bâki gibi şairlerin şiirlerini okuduysanız orada, gerek sözcüklerle gerekse anlam açısından yapılan sanatı doruk noktalarında göreceksiniz. Bundan zevk almasını bilirseniz size çok şey ifade edecektir. 700 yılın gizemini içinde barındıran bu yadigârlara sahip çıkmak, geçmişimize sahip çıkmakla eş değerdedir. Cahilce bir kafa yapısıyla dinle bağdaştırılarak, hıncını sırf Arap harfleri kullanıldığı için Osmanlıca düşmanlığı yapmak ne bilimselliğe ne de millî şuura yakışır. Osmanlıca düşmanlığı öylesine sinsice büyütülmüştür ki bugün gelinen noktada maalesef kendi arşivlerimizi okuyup gün ışığına çıkaracak bilim adamları parmakla sayılacak kadar az sayıya düşmüştür. Hatta ne acıdır ki pek çok veriyi yabancı Türkologların yaptığı araştırmalardan, çalışmalardan elde ediyoruz. Bunun da ne kadar sağlıklı olabileceğini varın siz düşünün. Avusturyalı tarihçi Hammer’in yazdığı “Büyük Osmanlı Tarihi” adlı eseri sanki gökten zembille inmiş kutsal kitap gibi kabullenip onun “Barbar Türkler!” söylemini dahi benimseyerek kopyalayan papağan gırtlaklı tarihçilerin yaptığı da aynı yanılgıdan ve aynı yetersizlikten kaynaklanmıyor muydu? Şu utanılası işe bakın ki bizim tarihimizi bize yabancı bilim adamları öğretmeye çalışıyor. Bu kadar onursuzluk nerede görülmüş? Kendi bilim adamlarımızdan biri çıkıp bir şeyler yapmaya kalkıştığında da hemen önü kesilmektedir, ne hikmetse?
Hiçbir siyasî yargıya kapılmadan, alet etmeden ve edilmeden kültür dili olarak Osmanlıcaya sahip çıkmak zorundayız. Eğer bugün Atatürk’ün söylevinde (Nutuk 1919-27) yer alan Gençliğe Hitabe bölümündeki 3-5 Osmanlıca sözcüğü anlayamaz hâle gelmişsek ve bunu gençlere öğretemiyorsak, bundan acizsek, öğrenmekten korkarak çekinceler içerisinde bocalıyorsak bunun adı resmen tutuculuktur, art niyettir. Atatürkçü geçinip Atatürk’ün sözlerini anlayamamak kadar saçma ne olabilir ki? Bilmem hiç Bulgaristan veya Yunanistan üzerinden yolculuk yaparak Türkiye’ye gittiniz mi? Adamlar Avrupa birliğine girmiş. Latin alfabesi geçerli. Ama bir bakıyorsunuz yıllar boyu sömürgesi olduğu ülkenin baskısıyla kabullenmek zorunda kaldığı Kiril alfabesini kullanmaya devam ediyor. Yaşadığı onca zulüm ve olumsuzluklara rağmen bir kalemde silip atmıyor. Atmadığı gibi hâlâ, “Benim tarihimdir, geçmişimdir, kültürümdür.” diyerek kullanmaya ısrarla devam ediyor. Hem de gurur duyarak. Bir başkası yüzyıllar öncesi kullandığı, şu anda ölü bir dilin kalıntısı olmasına rağmen eski alfabesini hâlâ ayakta tutuyor. Hem de gururla. Kimse de “Niçin tabelalarınızda çoğunlukla bu harfler var?” demiyor. “Bu nasıl iş, tabelaları okuyamıyoruz?” demiyor. Oysa biz ne yapıyoruz? Yabancılara hoş görünme sevdasıyla Türkçeden önce İngilizce tabelalar asmaya çalışıyoruz. Dilimizde olmayan 29 harfin dışındakileri kullanmaya zorlanıyoruz, sanki bu milletin ana dili İngilizceymiş gibi. Bu, birilerine hoş görünme sevdasında dil yalakalığı değil de nedir? Neymiş, AB üyesi olacakmışız. Hadi canım sende! Artık buna kargalar bile gülmüyor. Kaldı ki onurunu yitirdikten sonra bırak AB’li olmayı, yaşamak bile zül gelmeli insana.
Ne mutlu bize ki böyle bir kültürün ve ulusun mirasçılarıyız. Dilde tutuculuğa ve abartıya karşıyım. Sözcük kullanımlarındaki seçimde ise hiçbir ayrıma gitmem. Taş yerinde ağırdır düşüncesiyle hareket eder, yeri gelince Osmanlıcadan kalma sözcükleri kullanmaktan çekinmem. Ki bu adını ettiğim sözcükler günümüzün söylemine ayak uydurmuş olanlardan gayrısı değildir, Türkçedir. Tek suçları eski kavramlar oluşu ve hakir görülüşüdür. Oysa yıllarca Türk diline hizmet etmiş bizim sözcüklerimizdir. Dolayısıyla gereken itibarı görmeye onların da hakkı vardır. Her şey bir tarafa zaten kimsenin de kalkıp ağdalı bir dil kullanacak kadar saf olması beklenemez sanırım.
Bir insanın kelime dağarcığı o kişinin kültür düzeyini gösterir. Dolayısıyla bilmekten, öğrenmekten korkmamamız gerekir. Kazanım(avantaj)larının yanı sıra hiçbir yitim(dezavantaj)e de çanak açmazlar. Örneğin benim sözcük dağarcığımda “tebessüm” ile “gülümseme” yan yana barınır. Bu benim için yitim değil, kazanımdır. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Bunların ikisini de kullanmaktan hiç çekinmem. Her ne kadar eş anlamlı denilse de değildir. “Tebessüm”deki içtenlik, samimiyet ve sevgi yansımasının yanında, “gülümseme”nin daha yalın bir görüntüyü ifade ettiği hissine kapılırım hep. Bu örnekler sayıyla ifade edilemeyecek kadar çoktur. Anlam özellikleri ancak yaşamak, yaşatmak ve hissetmekle ortaya çıkarılabilir. Sözcüklerin arkasında yatan duyguları, benzer sözcükler arasındaki o küçük farkı görebilirsek, dil konusunda çok daha yapıcı olabilir, Türkçe sözcüklerin zengin anlatım gücünü tek sözcüğe sıkıştırarak hapsetmiş olmayız.
Her şeyi “tü kaka” diyerek dışlamanın mantığını ve dile katkısını anlayamıyorum. Osmanlıca artık devrini, hükmünü ve varlığını yitirmiştir. Korkulası bir düş söz konusu değildir. Konuyu bu hâle getirenler utansın. Bize kalan sadece sözcüklerdir. Ki onlar da o kadar fazla ve kabul edilmez derecede yabancı değil, bizimdir. Bunlar, dilimizde yer aldığı, kullanımı yadırganmadığı, halkın benimsediği sürece varlığını sürdürecektir. Zorlamalarla karşılıklar uydurarak bunları dışlamaya, yok etmeye çalışmak dil için kazanç değil yıkım olur. Halka ters düşersiniz. Kuşaklar arasında iletişim kopukluğunun bir nedeni de dildeki işte bu tutarsızlıklardır. Günümüzde yaş farkı 30-40 olan kişiler arasında nasıl bir dil kullanımı farkı olduğunu görüyoruz. Bu gidişle 30 yıl sonra da yeni kuşak tarafından anlaşılamayanlar biz olacağız. Zaten vakti saati gelince, süreç tamamlanınca benimsenmeyen sözcükler de birer birer dillerden düşecek, ömrünü tamamlayıp kitap sayfaları arasına mahkûm olacaktır. Oysa sinsice yeni yeni girmeye çalışan yabancı sözcüklerin (özellikle İngilizce) varlığını bilmek çok daha acı ve düşündürücüdür. Esas sorun günümüzdeki bu istilacı sözcüklerin önüne geçebilmek, onları engellemektir. Aksi halde Osmanlıcayı bile arar hâle geleceğimiz son yakındır.
Dilde sadeleşmeye başlamak için, yüzyıllardır dilimize hizmet etmiş bir sözcüğü dışlamaya kalkışıp onlarla uğraşacağımıza, yeni gelenlerin, güncel olanların, henüz dile damgasını vuracak düzeye gelmemiş olanların önünü kesmek gerekir. Bu aşamayı başarıyla gerçekleştirebilir, el dili sözcüklerin önünü keserek dur demeyi bilirsek işte o zaman içimizdekilerle mücadele etmeye daha da çok gücümüz ve yüzümüz olur. Aksi halde herkesin kafasına göre ahkâm kestiği konular içerisinde, yamalı bohçadan farkı kalmayan bir dille kısır döngüler içerisinde uğraşır dururuz. Unutmamak gerekir ki dil zorlamayla değil sevgiyle, paylaşımla zenginleşir.
Tahsin MELAN
Türkolog
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.