- 340 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YUSUF'UN HAYALİ
Sınıf öğretmenlerinden birinin tayini çıkınca, İki şubeyi birleştirip, okulun en büyük sınıfına koydular dördüncü sınıfı. Okul dediğin öyle koskoca bir yer değil ha! Topu topu beş sınıf işte. Ama bahçesi desen maşallah; koca koca kavaklar, söğüt ağaçları, akasyalar… Birde okul bahçesinin altından nazlı nazlı akan çay yok mu? Mübarek okul bahçesi değil sanki sayfiye yeri. Neyse biz sınıfımıza dönelim. Hep abilerin, ablaların okuduğu sınıf artık en kalabalık sınıf kontenjanından dörtlere verildi. Sınıfın, her biri bir adam boyunda, üst tarafı yarım daire şeklindeki üç penceresi okulun bahçe giriş kapısına, yazı tahtasının tam karşısına gelen pencere ise okulun arkasına bakıyordu. Kapının yanındaki duvarda boydan boya zaman şeridi vardı. Zaman şeridinde neler yoktu ki; dinozorlardan tutun da, taş devrine, yazının bulunmasından, Hz. İsa’nın doğumuna, oradan Peygamberimiz döneminden, İstanbul’un fethine, Kurtuluş savaşından, Atatürk İnkılaplarına kadar her şey var. Sıraları üç sıra halinde düzenlenmiş sınıf, siz deyin otuz ben diyeyim kırk kişi alır.
İşte Yusuf da bu büyük sınıfın yeni sakinlerinden biriydi. İlk üç yıl anca sınıfı geçecek kadar bir başarı sağlamıştı. Öyle deli dolu, tuttuğunu koparan bir çocuk da değildi. Evdekilerin de onun okumasıyla pek ilgilendikleri söylenemezdi. Ne yapsınlar ki, tarla tapan, mal mülk varken kim uğraşacak onunla; hem bir o değil ki, evde beş çocuk daha var. Hepsi öyle ya da böyle büyüyor işte.
Okulun ilk günü, -tembel öğrenciler bile okulun ilk gününü özler- hele köy çocuğu iseniz, koca bir yaz çalışmaktan bitap düşmüşsünüzdür, o yüzden, okulun açılması işten kaytarmanın en güzel yolu olur. Yusuf’ta ne yapsın işte, üzerine bol gelen -artık kim verdiyse- sol tarafı daha soluk bir siyah kumaşla yamanmış siyah önlüğünün üzerine, kafasından geçirerek taktığı kirli krem renkli bez çantası ile okulun yolunu tuttu.
Köyleri etraftaki köyler içerisinde en büyüğü idi. İlkokulun dışında birde ortaokul vardı. Allah’tan iki okulda evlerine yakındı da öyle karda kışta diğer çocuklar gibi çokça yol tepmiyordu. Hemen okula varıverdi. Heyecanda vardı biraz. Andımız okundu bir güzel. Yeni sınıfına girdi. Zaman şeridinin olduğu duvarın yanındaki üçüncü sıraya bez çantasını koydu. Ne arkaları ne de önleri severdi. Ortada olmak her zaman onu daha güvenli hissettiriyordu. Kendi şubesini okutan öğretmeni sınıf öğretmeniydi. En azından huyunu suyunu biliyordu. Öğretmen yeni öğrencilerinin isimlerini sordu. Bazılarını biliyordu. İşte; bakkalcı Ali’nin oğlu Mustafa, Demirci Nuri’nin oğlu İbrahim, komşularının kızı Menekşe…
İlk teneffüste hemen Fenerbahçe- Galatasaray takımları kuruldu ve böylece okulun kapanmasına kadar sürecek, bir sezonluk mücadele başladı. Yusuf sessiz sakindi ama iyi futbol oynardı. Ablasından dolayı da Fenerbahçeli olmuştu.
Yusuf sıraya ilk oturduğunda, yan duvarı ince uzun bir şekilde boydan boya kaplayan, bazı yerleri yıpranmış zaman şeridine şöyle bir baktı. Önce dinozorlar falan dikkatini çekti. Bir teneffüs şöyle hızlıca bakıverdi. Bir daha da unuttu gitti. Ta ki öğretmeni derste milattan önceki dönemleri anlatıncaya kadar. Öyle güzel bir dersti ki, büyülenmiş gibi hayal alemine daldı. Bir taraftan öğretmenini dinliyor, bir taraftan da zaman şeridinden takip ediyordu. “Yazıyı ilk kullananlar Sümerlerdir.” deyince öğretmen. Yusuf zaman şeridinde hemen yazının bulunmasına odaklanıyordu. Adeta zaman şeridindeki olayları yaşıyordu. Bu aheste hal, bugüne kadar kurtuluş gibi gelen ama şu an dünyanın en gıcık sesine dönüşen zilin çalmasıyla sona erdi. Bütün sınıf hızla boşalırken Yusuf hala yerinde oturuyordu. Ahmet’in “hadi, çabuh maça, bah gerideyik,,” lafını bile duymadı.
Evet, Yusuf kararını vermişti. Artık birileri büyüyünce ne olacaksın diye sorduğunda cevabı netti. Öğretmen olacaktı olmasına ama kararı daha da netti. Tarih öğretmeni olacaktı.
Televizyonun tek kanallı olduğu yıllar, Akşamları mutlaka haberler izlenir. Gün içerisinde büyüklerden ya da çoğunlukla işlerden fırsat bulunca, Yusuf da televizyon izlemeyi severdi. Özellikle çocuklara yönelik bir bilgi yarışması vardı. Sunucunun sorduğu sorulara çocuğun verdiği cevaplar bulmaca şeklindeki alana dolduruluyor ve bu şekilde yarışma ilerliyordu. Yusuf bu yarışmayı mutlaka izlemeye çalışırdı. İşte yarışmayı izlediği bir gün sunucu, “Çizmeye benzeyen ülke neresidir?” diye bir soru sordu. Çocuk kendinden emin bir şekilde “İtalya” dedi. Yusuf, hemen koşarak ablasına ait olan dünya haritasından İtalya’yı arayıp buldu. Evet bu ülke gerçekten çizmeye benziyordu. Sonra acaba şu ülke neye benziyor, bu ülke nasıl derken haritalara bakmak ve incelemek neredeyse Yusuf için bir tutkuya dönüştü. Kısa sürede tarih haritalarından; tarihte hangi ülkeler kurulmuş, sınırları nerelerdir, nereye hangi isim verilmiş, hangi medeniyet hangisiyle ilişkili, hangi kıtada yer alır vs, coğrafya haritalarından hangi ülke hangi kıtada, hangisi daha büyük hangisi daha küçük, hangi ülke hangi ülkeyle komşu, düz mü, dağlık mı, hangi akarsular var, bayrakları nasıl, başkentleri neresidir diye öğrenirken, içinde yaşarken fark etmediği zaman çarçabuk geçivermiş ve Yusuf’ta artık ortaokullu olmuştu.
Genelde ilkokuldaki arkadaşları vardı sınıfta. Kızların büyük bir kısmı yoktu, birde çevre köylerden birkaç yeni arkadaş. İlk garibine giden şey, beş tane öğretmenin derslere girmesiydi. Yine sessiz ve sakin bir çocuktu ama bu sefer daha da başarılıydı. Evde çok çalıştığından değil tabi. Nasıl çalışacak ki; o yaz babası on tane de koyun aldı. Yaz boyu o koyunların peşi sıra gezdi durdu. Zaten okuldan sonra biraz oyun, sonrasında koyun kuzu derken akşam oluyordu. Sobalı ev, çoğunlukla herkes aynı odada, birde televizyon, çalışmak istesen de pek mümkün değil zaten. Yemek ye, biraz televizyon seyret deyince saat oluyor dokuz, yatak döşek serelim, aha yatağa girelim derken, saat olmuş on. On demek gece yarısı demektir köy yerinde. Eee, bu kadar erken yatınca da sabah yedide herkes ayakta. Ama dimdik, dinlenmiş bir bedenle. Sabahları erken kalkınca, köy yerinde iş hemen seni bekler. Yusuf doğruca ahıra gider, ineklere saman verir, sonrasında iki bardak çayla, mis gibi tereyağında pişen yumurtayı yufka ekmekle banaklayıp doğru okula.
Milli Tarih ve Milli Coğrafya derslerine İzmirli bir bayan öğretmen giriyor. Tabii Yusuf’un tarih merakı daha önceden belli. Hem başarısı hem de efendiliği ile kısa sürede bayan öğretmenin dikkatini çekiyor. Sonuçta köy yeri, bir bayan öğretmenin öyle sık sık bakkala gidecek hali yok, ufak tefek getir götür, bakkal işlerini Yusuf’a yaptırıyor. Yusuf da okulda dersleri çok güzel dinliyor, evde çalışmasa da bu durum onun iyi notlar almasına yetiyor, takdir alamasa da teşekkürsüz de eve gitmiyordu.
Gel zaman git zaman Yusuf oluyor orta son. Okul müdürü sınıftan Yusuf’un da aralarında olduğu yedi öğrenciyi odasına çağırıyor. Müdür odası dediğimiz yerde, üçü bir yerde gibi hem müdür odası hem öğretmenler odası hem de memur odası. Zar zor içeriye sıkışıyorlar. Neymiş efendim bir sınav varmış- okul müdürü sınavın adını söylüyor ama Yusuf sınavın adını duyduğuyla unutması bir oluyor, işte efendim bu sınava notları on üzerinden yedi olanlar girebiliyormuş, sadece bizlerin not ortalaması tuttuğu için bu sınava girecekmişiz ve sınav bu hafta sonu Kayseri’de olacakmış.
Tamam da bu Kayseri dediğin yer upuzun yol, yürüyerek gidilecek hal yok ya. Arabayla gidilecek sonuçta. İşte bu araba durumunu idrak eden Yusuf’un artık aklı fikri sınava değil, o kadar yolu kusmadan nasıl gideceğine takıldı. Otuz kilometre ötedeki ilçeye bile giderken elindeki poşete iki defa kusan Yusuf, iki saatlik yola nasıl dayanacaktı? Velhasıl korktuğu gibi de oldu. İki saatlik yol ömürlük geldi. Salağa dönmüş olan Yusuf’un, sınava girecek hali kalmamıştı. Kusmuk kısmına hiç girmeyelim malum.
Sınav Kayseri’de büyük eski bir okul binasında. Hepsi birden hayran hayran baktılar binaya, millette ne okul var der gibi. Birde kendi okullarını düşündüler kulübe gibi. Sağ olsun görevli öğretmenler yardımcı oldular da yerlerini buldular. Getirdiler önlerine sınav kitapçığı ile cevap anahtarını. Yusuf garip garip baktı onlara. Kısacık ömründe ne test sorusu çözmüş ne de kodlama yapmıştı. Allahtan imdada yine görevli öğretmenin açıklamaları yetişti. İyice dinledi Yusuf. Sınav başladı. Bizimkisi, soruları hata yapmayım diye aheste aheste çözerken süre de bitti. Yusuf şöyle bir kitapçığa baktı, daha soruların yarısı duruyor. Üzüldü mü? Pek değil. Canımı sıkıldı? Yok. Galiba bu konuda hiçbir fikri yoktu. Sonuçta böyle bir sınavın varlığından, adından, bir hafta öncesine kadar haberi bile yoktu. Yine aynı yol geri dönüldü. Dönüldü de gelin onu birde Yusuf’a sorun, sabaha kadar yatağın içinde, bir yokuş çıktı, bir yokuş indi, bir viraj döndü, bir korna çaldı vesselam.
Yıllar önce alınan koyunlar da bu arada çoğaldı tabii, özellikle havalar ısınmaya başlayınca kuzuları gütmek Yusuf’un işiydi. Ne zaman mahalleli ortak çoban tutar o zaman Yusuf çobanlıktan kurtulurdu. Oda bazen aylar sürerdi. Hani babalar çocuklarını okutmak ister, iyi bir meslekleri olsun diye uğraşırlar ya Yusuf’un babasının böyle bir çabası olmadığı belli idi. Nede olsa koyunlar var. Eeee, ne olmuş, çobanlık da bir meslek zaten güder durur işte. Direk söylemese de kafasındaki buydu. Zaten köyde lise de yok, derste pek çalışmıyor. Bu çocuğun okuyacağı da yok, boşa kürek çekmenin bir anlamı da yok, yok da yok…
Yusuf mu? Ne desin o dönemde babaya laf söylemek mi var? Sadece anasına birkaç kez ben okuyacağım demiştir o kadar. Yusuf’un babası zaten -kendi deyimiyle- karı lafı dinlemezdi. Erkek adam karı lafı mı dinlermiş. Bakalım sonu ne olacak.
İlkokul ve ortaokul, Yusufların evine yakın olunca bütün öğretmen taifesi ile neredeyse komşu oluyorlardı. O yıllarda köyde öğretmenlik yapmak zor. Ama sağ olsun köylüler sütüydü, yumurtasıydı, peyniriydi; domatesi, soğanı, fasulyesi derken her bir şeyi paylaşırlardı. Ha öyle para falanda almazlardı. Para vermek isteyen öğretmenlere de köylüler, “Ne o yani iki yumurta verdik diye paramı verilirmiş” diye bir güzel çıkışırlardı. Hele öğretmen çocukları için bulunmaz bir nimetti köy hayatı. Derede yüzme öğrenirler, saman çiğnerler, koyun kuzu güderler, eşeğe binip bağa giderler, bilumum evcil hayvanları yakinen tanırlardı. Yok, ağaca salıncak yapıp sallanmak, yok kışları naylon torba ile tepeden kaymak falan onları yazmıyorum bile. İşte Yusuf’ta aklı yettiğinden beri öğretmen çocuklarıyla içli dışlı oldu. Hatta bazılarıyla birlikte büyüdü. Hele Konyalı bir matematik öğretmeni vardı aynı zamanda okul müdürü. Sert ve sinirli bir adamdı. Yusufların komşusuydu aynı zamanda. Avlularını ayıran kerpiç duvar yıkıldığından beri kot farkını saymazsak neredeyse avluları da ortaktı. Çocukları her daim Yusuflarda, Yusuf ve kardeşleriyle birlikte oynarlardı. Akşamları da karşılıklı aile oturmalarına gidilirdi.
Derken; Kayseri faciasının sonucu da geldi. İlçe merkezindeki meslek lisesinin elektrik bölümünü kazanmış bizim Yusuf. Kim tercih etmiş, nasıl olmuş doğrusu o da bilmiyor. Her neyse bir yaz akşamı belki de sekizinci ayın sonları Yusuflar yazlık odada oturuyorlar. Konyalı matematik öğretmeni ailesiyle oturmaya gelmiş, zaten Yusuf utangaç bir çocuk, sokakta gördüklerinde kaçacak delik aradıkları öğretmeniyle aynı odada oturmak ne mümkün. Öğretmenine hoş geldiniz dediği gibi doğru kışlık odaya. Onlar içerde babasıyla konuşurken, Yusuf da odada kendini oyalayacak bir şeyler bulmanın derdinde, bir ara babasının, “Bizim oğlanı nereye yazdıralım hocam” deyişini duydu. Şu ana kadar ordan burdan konuşulan lafları umursamayan Yusuf, babasının bu lafıyla içerden gelen konuşmalara kulak kabarttı. Öğretmeni hemen cevap vermedi. Biraz süren bu sessizliğin sebebi öğretmenin söylediği cümleyle anlaşıldı.
- Yusuf okumaya okumaz da meslek lisesine gönderin de bari mesleği olsun.
- Hımmm.
Babanın sadece “hımm” demesi, öğretmenin söylediği mantıklı, kafama yattı anlamına geliyordu. Yusuf’un geleceği ile ilgili topu topu bir dakika bile sürmeyen bu konuşma, başka konuların araya girmesi ile dağılıp gitti.
Yusuf duydukları karşısında allak bullak olmuştu. Nasıl olurda okumazmışım, neye göre okumazmışım diye düşündü. Sonra kızdı müdüre içinden, böyle bir şey denir mi hiç? Hem ben değil miyim on üzerinden yediyi tutturan, hem ben değil miyim her dönem teşekkür alan, hem de bunları evde hiç çalışmadan, sadece sınıfta dinlediği ile yapan diyerek, kendi kendine yan odada homurdandı durdu.
Öğretmenin lafıyla mı yoksa diğer babaların çocuklarını okutmak için yaptıkları mücadeleden utandığı için mi bilinmez. Babası, ilçedeki meslek lisesinin elektrik bölümüne kaydını yaptırdı. Yusuf’un hayalindeki meslek ile alakası olmasada okuyabildiği için mutluydu. O yüzden hiç ses etmedi. Peki, ne olacaktı şimdi, yer yok, yurt yok nerede kalacak.
İlçenin hükümet binasının tam karşısında bir kahvehane vardı. Köyün arabası sabah gün doğarken köyden çıkar saat bir gibi de köye dönerdi. İşlerini bitiren köylüler kahvehanenin bahçesinde köy arabasının kalkmasını beklerdi. O arada ilçede oturan köylülerde gelir. Orada köyden gelenler ile oturup, köyden son havadisleri dinlerler, emanet gelmişse emaneti alırlar, gönderilecek bir şey varsa da onları gönderirlerdi. İşte Yusuf ve babası ilçenin öbür ucunda zar zor buldukları okula kaydı yaptırdıktan sonra, köy arabasının kalkmasını bu kahvehanenin bahçesinde beklemeye başladılar.
Okulun ilk günüydü. Babasının bu konularda zaten hiç acelesi olmadığı için, Yusuf’un okula kaydını da ancak okulun ilk gününde yaptırdı. Haliyle okul başladı başlamasına da kalacak yer de yok. İşte Yusuf’un babası bu kadar dert ediniyordu oğlunu. Aman yer bulamasak da gelir köye, yapılacak bir ton iş var zaten diye düşünüyordu sanki. Neyse efendim. Babası; “Oğlanı okula kayd ettirdiğini, şimdi bir ev bulmak lazım,” deyince, masa etrafında oturan köylülerden biri komşularının bir bodrum katı olduğunu orayı kiraya verebileceklerini söyledi. Ev nerde, ilçenin köy tarafı girişinde yani ilçenin bir ucu ev, bir ucu okul. Buna şükür denilip eve bakılmaya gidildi. Ev dediğinde kerpiçten yapılmış üst kata dört-beş merdivenle çıkılan ve ev sahibi yaşlı karı-kocanın oturduğu bir yer. Evin önünde küçük bir bahçe var. Kiralayacakları yere bahçenin içinden giriliyor. Bahçe hizasından 2-3 merdiven inilip evin kapısına ulaşılıyor. Merdivenlerin hemen yanında bir musluk var, su oradan alınıyor. Orta boylu bir adam eve girerken dikkat etmez ise kesinlikle kafasını giriş kapısına çarpar. İçeri girince tam karşıda tahtadan yapılmış bir raf, zemin toprak, giriş kapısının hemen arkasında diğer odanın kapısı. Odada “L” şeklinde yine tahtadan yapılmış somya, kapının hemen arkasında gelen yerde tahtaları alınca banyo yapmak için bir çağlak var. Bahçenin hizasına denk gelen küçücük bir pencere. İçerisi karanlık. Tuvalet bahçenin bir köşesine yapılmış. Çok eskiden yaşlı bir kadın burada kalmış.
Yusuf’un babası şöyle bir baktı. Tamam dedi. Ev okula uzakmış, karda kışta bu çocuk okula nasıl gider gelirmiş, burası karanlıkmış, rutubetliymiş hiç aklına bile gelmedi. Tuttular orayı. Babası köye gidince Yusuf birkaç gün köylülerinin evinde misafir kaldı. Cumadan köye gitti. Pazar günü ilçeye gelen bir traktöre yastık, minder, yatak, yorgan, tüp, birkaç kap kaçak yüklendi. Yusuf ile yanına yarenlik etmesi için, babasının en büyük ablası; sol tarafı felçli olan bibisi de traktöre bindi. Minderler düzüldü, tabaklar yerleştirildi derken ev biraz adama benzedi. Bir kör bir ayvaz hesabı, okuma yolculuğu da böylelikle başladı.
Yusuf, sabah erkenden kalkıp önce küçük tüpte bir çay demliyor, çay demini alana kadar yağda bir yumurta pişiriyor, sonra hızlıca yiyip yola koyuluyordu. Gitmesi gereken yarım saatlik bir yol vardı. Dersler umumiyetle dörtte bitiyor. Tekrar eve dönüyor, gün boyu bir şey yemeyen Yusuf, iyice acıktığı için eve gelir gelmez akşam yemeği hazırlığı başlıyordu. Bibisi yemek yapmayı biliyor ama yarım beden, Yusuf yemek yapmayı bilmiyor ama tam beden, önce ne yapacaklarını kararlaştırıyorlar. Küçük tüp yakılıyor, üzerine bir tencere konuluyor. Bibi tarif ediyor Yusuf yapıyor. Ve günler böylece geçip gidiyor.
Lisede Yusuf’u ilk keşfeden önce tarih hocası oluyor sonrada Matematikçi. Bütün derslerde gayet iyi notlar alıyor. Okullar arası bilgi yarışmasına Yusuf’u da dahil ediyorlar. Zorlukla başlayan okul hayatı aynı şekilde devam ediyor. Yazlık ayakkabıyla kışın okula gitmek ve ders başlayıncaya kadar kalorifer peteğinin altında hem ayakkabısını hem de ıslanan çoraplarını kurutmak, kışın ayazında ceketle okula gelip gitmek, sabah yediği bir yumurta ile akşama kadar tok durmaya çalışmak gibi şeyler Yusuf için herhangi bir zorluk teşkil etmiyordu. Sadece okumaya odaklanmıştı. Sanıyordu ki herkes kendisiyle aynı şartlar altındaydı.
Hafta içi okul, hafta sonu köy derken lisenin ilk yılı bitmek üzereydi. Bir gün koridorda tarih hocası Yusuf’a seslendi. El işareti ile öğretmenler odasına çağırdı. Yusuf ilk defa öğretmenler odasına girdi. Hocanın yanına doğru yürüdü. Böyle ani çağırmalardan hep ürperirdi. Ama hocanın sıcak ses tonu onu rahatlattı. “Yusuf” dedi tarih hocası, “Senin genel kültür derslerin çok iyi. Bu okulun öğrencisi olmamalıydın seni niye buraya gönderdiler bilmiyorum, artık önemi de yok zaten ama iş işten geçmiş sayılmaz, bir teknik lise olayı var sen bence teknik lise bilgisayar bölümüne başvur, geleceğin bölümü bunu bir düşün,” dedi. Yusuf liseyi burada bitireceğini düşünürken, hiç bilmediği bir yol daha göründü. “Tamam hocam,” dedi ve sessizce öğretmenler odasından çıktı.
Köye gitmeden önce okul müdürünün odasına gitti. Teknik lise olayını sordu. Müdür Bey; puanının tuttuğunu ve bilgisayar bölümünün hangi illerde olduğunu söyledi. Yozgat merkezdeki meslek lisesinde bilgisayar bölümü var mıydı yok muydu herhangi bir şey söylemedi. Yakın diye Kayseri olur dedi. Akraban falan varsa Ankara da olur deyince, Yusuf’un aklına dayısından dolayı Bursa geldi. Bursa olsun dedi. Evdekilerle görüştü, başvuru yapıldı derken Bursa işi oluverdi. Okuldan gerekli evraklar almaya gidildiğinde, okul müdürü; “Notlarında çok iyiymiş, seni kaybetmesek iyiydi ama Allah yolunu açık etsin,” diyerek gönderdi Yusuf’la babasını. Ve böylece ilçedeki o karanlık, rutubetli ve okula uzak iki göz evdeki bir yıllık misafirlik de sona ermiş oldu.
Bursa kocaman bir şehir. Başı dönüyor adamın, her taraf, her köşe başı insan. Gelip geçen insanları seyretmekten yoruldu Yusuf. Dayısı geldi aldı onları otogardan. Eve gidildi, yıllar önce küçükken bir defa görüştüğü dayıoğulları ile görüşüldü. Ertesi gün haydi yeni okula. Okul merkezi bir yerde. Tam önünde otobüs durağı. Kayıt için ana binaya girdiler, gerekli belgeleri verdiler. Hafif sinirli okul müdür yardımcısı, “tamam hayırlı olsun,” deyince işlem bitti. Odadan çıkınca Yusuf etrafına bakındı. Gördüğü en uzun koridordu. Kayseri’deki okuldan bile daha büyüktü. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gidip, öğrenci yurtlarında yer var mı diye sordular. Onlara yer olmadığı söylendi. Mecburen şimdilik dayı evinde misafir olarak kalacaktı. Kayıt işlemleri bitince, babası memlekete geri döndü.
Hafta sonu okul alışverişi için Bursa merkezde bir mağazaya gittiler. İlçedeki 30-40 metrekare dükkanlara alışık Yusuf için; her bir katında farklı ürünlerin satıldığı beş katlı mağazayı görmek oldukça şaşırtıcı geldi. Okul forması ve birde ilk defa bir iskarpin ayakkabı alındı. Pazartesi okulun ilk günü, hangi otobüse nereden bineceğini dayıoğulları önceden anlattı. Sabah gelen otobüsün numarasına iyice baktı. 3/A “hah tamam” dedi buna binecem. Korka korka bindi otobüse. Bileti attı merdiven başındaki kutunun içine. Otobüsün içi tıka basa; işe gidenler, okula gidenler, sabahın köründe evden kendinin dışarı atan amcalar. Körüklü otobüsün ortasına durdu. Bursa’yı bilen bilir. Yolları biraz dardır. Otobüs bazı kıvrımları dönerken Yusuf’un durduğu göbeğin o kadar dönmesi ürküttü onu. Yoldan inenlerde olunca, okul durağını kaçırmamak için dışarıyı görebileceği yere durdu. Tanıdık yerlere bakındı. Yolun kenarında kalmış küçük sevimli Osmanlıdan kalma camiyi görünce hemen kapıya yanaştı.
Güzel bir huy edinmişti Yusuf; ilk gittiği yerlerde belli noktalara yönünü daha kolay bulmak için kendince nişan belirlerdi. Bu camide bir nişandı ve hemen sonrası okul durağıydı. Kapıya yanaşıp, kapının üzerinde duran “duracak” düğmesine çekinerek bastı. Otobüs tam okulun önünde durdu. Yusuf kaçar gibi indi otobüsten ve kayıt için geldiklerinde girdikleri kapıdan girerken, orada bulunan görevli öğrenci girişi yan taraftan dedi. Birde yan taraf mı varmış dedi kendi kendine. Birkaç öğrencinin arkasına takılarak, okulun sağ tarafında ki girişe gitti. Ortalık ana baba günü, nasıl bir kalabalık. Köylerinde ki insandan çok öğrenci var burada. Devasa bir bahçe ana binanın dışında altı farklı bina daha var, kalakaldı öylece. Korku ve heyecan birbirine girdi. Şaşkınlıkla etrafına bakarken, bir sürü kız öğrenciyi görünce şaşkınlığı daha da arttı. Yahu meslek lisesinde bu kızların ne işi var dedi içinden. Bölüm bölüm öğrencileri sıraya soktular. Yusuf’un bölümü en baştaydı. Sırada fark etti ki sınıfın neredeyse yarısı kızdı. Sınıftakilerin hemen hemen hepsi birbirini tanıyordu. İki yabancı vardı sınıfta belli. Son sıraya oturmuş öylece bakıyorlardı muhabbet edenlere. Biri Yozgatlı, biri Sivaslı. İki komşu ilin çocukları, Bursa’da aynı sırada da komşu olmuşlardı. Sonra dönüp baktılar öylesine birbirlerine iki garip gibi. Sivaslının adı Nesimi, Yozgatlının adı Yusuf. Nesimi, Yusuf’un adını unutur muydu bilinmez ama ona hep Yozgat diye seslendi. O öyle deyince sınıftakilerinde çoğu öyle demeye başladı. Zaman geçtikçe Yusuf hem yeni adına alıştı hem de sınıftaki kızlara.
Kalacak yer sorun olunca, babası bütün koyunları satarak, aileyi alıp Bursa’ya geldi. Dayının arkadaşının evini kiraladılar. Köyden getirilen ağaçtan yapılmış somyalar yerleştirildi oturma odasına, bir karyola, bol miktarda yüklük hepsi o kadar. Ömrünü köyde geçiren bir aile büyükşehirde ne yapar şimdi. Belli bir süre karar verilemedi. Yıllardır özenle bakıp çoğalttıkları koyunların satışından kalan sermaye ile mahalle arasına ufak bir dükkan açtı babası. Hani derler ya esnaf dediğin yırtıcı olacak, uyanık olacak, gözü fırfır dönecek. Babada hiç öyle özellikler yok. Anlayacağınız hiç esnaflık nedir bilmiyor. Raflarda mal tükeniyor, tükenenin yerine yenisi konmuyor, koyunlardan kalan sermayede öylece tükeniyor.
Zaman işte, her zaman yaptığını yaptı ve çar çabuk geçiverdi. Üniversite sınavı geldi çattı kapıya. Sınıftaki herkes logaritma, üslü ifadeler, karakök çalışırken. tarih sevdasından vazgeçmeyen Yusuf; milattan önceki olaylardan giriyor, oradan İslam tarihine, ilk Türk devletlerinden, Selçuklu’ya oradan Osmanlı tarihi, İnkılap derken, coğrafi şekiller nelermiş, hangi maden nerede çıkarılırmış, enlemler, boylamlar, hooop! İmla kuralları, noktalama işaretleri, sıfatmış, zamirmiş, kim hangi kitabı yazmışmış, burda bitse iyi de bir de; Aristomuz, Farabimiz, Kantımız, Hegelimiz, kuramlarımız var. Okulda pek görmediği bu derslere Yusuf çalıştı da çalıştı. Emeği de boşa gitmedi ve iki aşamada da güzel puanlar aldı.
Üniversite sınavı biter bitmez. Eşyalar hemen toplandı. Zaten baba köyden ayrılmaya dayanamamıştı. Büyük şehre, esnaflığa, Bursa’nın havasına suyuna alışamadı. Hastalandı. Kalp krizi geçirdi. Öyle olunca hiç kimse köye geri dönmeyelim demedi. Yusuf da liseyi bitirdiğine göre doğru köye dönüldü. Maddi anlamda elde avuçta olan ne varsa Bursa’ya gömüldü ve böylece kısa süren Bursa macerası da borçlarla birlikte sona ermiş oldu.
Köye dönüldü dönülmesine de köyde ne kalmış ki; ne mal var ne de davar. Ne tavuk var ne de cücük. Atadan kalma birkaç tarla hepsi o kadar. Ekilmeyen bahçe bile olmuş bir dağ. Birde bunların yanına baba köye hasta döndü. Eski sağlığı yok. Nerde tırpanı eline aldığında bir tarla buğdayı biçen adam. Allahtan evin annesi çok çalışkan. Hemen bir bahçe çevirdi. Ekti biçti, içinde ne ararsan var. Yazın yeşilini yediler. Kışın kurusunu. Konu komşunun ekmeğine gitti; yastıklarını, yorganlarını dikti evin annesi, öyle böyle derken iyi kötü evi geçindirdi. Ama iş burada bitse iyi. Bursa’da kalan borçlar da ödenecekti. Babada kendince doludan alıp boşa koyayım derken, doluyu da iyice boşalttı. Önceleri hadi kaz yiyelim, hadi culuh yiyelim diye gelen akrabalar da ortada görünmez oldu. Toprağı her yerde bulursun da insanı bulamazsın. Yokluğun gözü kör olsun. Doğduğundan beri tanıdığı insanlar, cebinde parası yoktur diyerek tarlalarını sürmedi. Özlediği o insanların yaptıkları çok ağrına gitti. Ama sağ olsunlar. Allah onların hatırlarını var etsin. Yine de iyi komşular vardı. Velhasıl hayatları köye dönünce hiç de istedikleri gibi olmadı. Tek güzelliği babanın ata toprağında mutlu olmasıydı. Biraz annenin gayreti, biraz çalışan ablanın yardımıyla yine de el aleme muhtaç olmadan yaşayıp gittiler.
Yusuf mu?
Yaz boyu ailecek, heyecanla sonuçları beklediler. İstediği de oldu Yusuf’un ve Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliğini kazandı. İçinde tarifsiz bir mutluluk, birçok engele rağmen hayalini gerçekleştirmiş olmanın zaferini kutluyordu. Mutlu olanda oldu olmayanda. Elde avuçlarında ne varda nasıl okutacaklarmış oğlanı diyende. Diyen desin, konuşan konuşa dursun, Yusuf artık üniversiteye başlamıştı. Bu sefer geçici ikametgah Konya oldu. Yusuf gitti gitmesine de ya geride kalanlar.
O da ailesinin içinde olduğu durumu biliyordu. Tek hedefi okulu bir an önce bitirip, atanmak, onlara yardım etmekti. Okul-yurt arasında geçiyordu öğrenciliği. Okul hayatı boyunca ne sinemaya gitti ne de arkadaşlarıyla bir kafede oturdu. Cebinde pek parası olmayan biri için lüks şeylerdi bunlar. Zaten pek de heveslenmiyordu bu tür şeylere. Gençliğinin en deli dönemlerinde, orta yaş ağırlığı vardı hayatında. Ve bundan şikayet edecek bir durumu da yoktu. Yazları ve tatillerde köy, geri kalan zamanlarda okul derken dört yılda bitti gitti. Devlet memurluk sınavına girdi. Güzelde geçti, iyi bir puanda aldı. O zaman il emrine atanma vardı. Beş il tercih edilecek ve puana göre atanacaktı. Yusuf, Konya’yı birinci tercih olarak yazdı. Hem şehri sevdi hem de bağlandığı insanlar vardı. Artık sırada sonucu beklemek kaldı. İşin en dayanılmaz kısmı ise burasıydı. Atandığında artık her şey değişecekti. Bir ramazan ayında buzdolabında gördüğü bir tabak zeytinden başka şeylerde olacaktı buzdolaplarında, babasının borçlarını ödeyecek, kardeşlerine yardım edecekti. Annesi, konu komşunun ekmeğine gitmeyecekti. Hayatı boyunca cebinde görmediği parayı görecekti. Kendisi bunları düşünürken, annesi öğretmen olan oğluyla gurur duyacak, baba da borçların üzerine yüklediği mahcubiyetten kurtulacaktı. Ama babanın düşündüğü sadece bu değildi. Hele oğlu bir maaşa geçsin hesaplaşacağı adamları da biliyordu. Ya sabır çekti, az kaldı, bugün yarın belli olur diyor, oğluna belli etmese de ondan daha çok heyecanlanıyordu. Ve bir sabah telefon trafiği başladı. Ankara’daki abla, sınıf arkadaşları derken sonuçların açıklandığı haberini aldı Yusuf. Yıl 2000 ne internet var nede Yusuf’un cep telefonu. Gerekli bilgiler Ankara’daki ablaya verildi. Ve bekleme başladı. Yusuf bi ara ya atanamazsam diye düşündü. Tahtadan yapılmış mahatda oturan bir babasına baktı bir annesine, ikisinde de derin düşünceler, belki de Yusuf’un düşündüğünü düşünüyorlardı. Anne bir ters bir düz patik örerken, sonradan olma güzlek bacı mahadın üzerinde biraz oynuyor, sonra ortamda ki gergin sessizliği anlamaya çalışmak için herkesi teker teker gözden geçiriyordu. 15 yaşındaki birader ise köşeye sinmiş, siz beni çocuk belleyin ama ben hepinizi anlıyorum edasıyla oturuyordu. Ne kadar sürdü bu gergin sessizlik bilmiyordu Yusuf ama bildiği tek şey, çok kısa süren bu an ona asırlık bir zaman gibi gelmişti.
Krem renkli telefon, Bursa’da iken aldıkları küçük, açık kahverengi televizyon ünitesinin yanında duruyordu. Telefon çaldı. Sanki o telefonu bekleyen onlar değilmiş gibi kaldılar. İkinci kez çalmaya başlayınca, Yusuf yerinden kalktı. Bunca yıllık hayali gerçek olacak mıydı? Bütün emeklerinin karşılığını alacak mıydı? Artık ailesini rahat ettirecek miydi? Hepsinin cevabı telefonun öbür ucundaydı. Aldı ahizeyi eline, alo demesiyle, karşı tarafta bir bağırma, bir sevinç, cümleler devrik, arada Konya, çıktı gibi laflar duyuyor ama sanırsınız karşıda onlarca insan var hepsi bir şeyler söylüyor. En sonunda net bir cümle duydu. “Gardaşım Konya’ya atandın.” Bu cümle yukardaki bütün soruların cevabıydı. O an hiçbir şey diyemedi. Öylece kaldı. “Sağol abla” dedi. Telefonu kapattı. Gözleri doldu. Annesine ve babasına baktı “Konya olmuş” dedi. Annenin gözyaşları akmaya başladı. Yanaklarına kan geldi. Baba bir ohh çekti ki, dünyanın bütün yükü omzundan uçup gitti ve peşine ağlamaya başladı. Yusuf babasını; ilk defa ablası gelin gittiğinde ağlarken gördü birde şimdi, babasının kendi yanında ağlamaktan utanabileceğini düşündüğü için ayrıldı odadan. Ya kendisi; yan odaya girip kapının arkasına oturdu. Karşısındaki cama baktı. Dışarda açık bir gökyüzü, güzel bir hava, herkes mutlu ve Yusuf ağlıyor.
Heyecanla göreve başladı Yusuf, bir liseye atanmıştı. Mutemedin dediği bankadan hesap açtı. Maaş o bankadan çekilecekmiş. Bir ev tuttu. Eşyaların parası ayın on beşinde verilecek şekilde konuştu. Derken dersler başladı, öğrencilerle tanıştı. Bir sürü aylık aldı. Babasının borçlarını ödedi. Memlekete gittiğinde babasının eline bir maaşını bıraktı. Baba o maaşla tarlasını sürmeyenlerin yanına gidip, “Oğlum, maşallah borcumu harcımı bitirdi, bide giderken -cebindeki parayı çıkararak- aha şu kadarda para bıraktı. Allah herkese hayırlı evlat versin” dedi. Koltuklarını kabarta kabarta.
"HAYAL" İSİMLİ ÖYKÜ KİTABIMDAN.
YORUMLAR
https://youtube.com/watch?v=uRz49kt32UQ
Aklıma en sevdiğim dizinin bu bölümünü getirdi ki geçenlerde tekrardan izlemiştim. Bazılarımız için hayat zordur ama o zorluklardan şimdiye düşen böyle onurlu hikayeler çıkar. Çocuklarınızın da okuyacağı ve sizinle gurur duyacağı.
Kaleminiz ve yüreğinize saygı ve sevgiler.