Dört Duvar Arası
Bilindiği üzere savaş bir cehennemdir. Savaşların yol açtığı imhalar saymakla bitmez. Savaşın olduğu yer toplu mezarlara kucak açar. Ve kültürel ve sanatsal bir yıkımdır.
Sadece uluslar arası; dinler arası, ya da etnik gruplar arasında meydana gelen savaşlar mı var canım, diye düşündü Zerya. Böyle düşünmekte pek haksız da sayılmazdı.
Bireyler arası savaşlardan; yani dört duvar arasında cereyan eden çatışma ve psikolojik terör onu çok düşünüyordu. Dışarıdan iyi görünenlerin; kamera objektiflerine yansımayanların ve istatistiklerde yer bulamayanların savaşıydı bu.
Bireysel planda ki savaşların ruhta ve bilinçte devasa tahriplere yol açacağı kaçınılmazdı. Bu nedenle, bu durumu fiilen yaşayanların ruhsal sağlıklarının kötüleşeceğini öngörmek zor olmamalıydı. Zira bu kişiler, birbirlerine karşı daha kuralsız, yasa dışı ve acımasız olabiliyorlardı. Öyle ya, nasılsa kimseler görmüyor ve müdahale etmiyordu. Ta ki birinin canına tak edip kapıyı çarpıp gidene kadar.
Tabii, tam tersi de olabiliyordu: o kişiler artık öyle alışmışlardır ki bu yaşam biçimine, sözlü terör uygulanmadığında, bir anormallik hissine kapılırlardı. Karşıdaki tarafından "yeterince" düşünülmedikleri ya da sevilmedikleri duygusunu geliştirirlerdi. Çünkü muhtemelen, “yerilmeyi ve yermeyi “sevgi” olarak görmekteydiler.
Bu “iç” savaş öyle bir hal alır ki bazen, adeta uzun süren "sıcak savaş"ları anımsatır insana. O kişilerin işleri güçleri birbirlerini iğnelemek olur. Birbirlerinin zaaflarını, eksiklerini, ısrarla gündemde tutma yarışı içine girerler. Birbirlerine saygıyla hitap etme, dimleme ve anlama yetisini yitirmişlerdir. Normal bir diyalog, sohbet ne duyulur ne de hayal edilir o duvarlar arasında. Ve üstelik fazlasıyla alışmışlardır bu atmosfere ve tempoya.
Zerya’ya göre, bu konumda olan kişiler, genellikle eşlerdi. Birbirlerine direkt hitab etmek yerine, ya kendi kendileriyle konuşur gibidirler, (duvara, tavana, ya da bir pencereye) laf atarak; ya da sanki orada üçüncü bir kişi varmış gibi konuşurlar.
Ve sonra yakından gözlemlediği klişe bir çifti anımsarken buruk bir tebessüm belirdi dudağının kıyısında:
A - Bu niye kalkıp ellerini yıkamıyor? Görmüyor mu sofranın hazır olduğunu? Halla halla!
B – Şuna bak ya hu! Sofraya çağırıyor. Aç olup olmadığımı sordu mu ki, Töbe töbe!
A- Ne alaka! Saatin kaç olduğunu bilmiyor mu? Bi sorun bakalım! Gece yarısına kadar onu bekleyeceğimi mi sanıyor? Ne hali varsa görsün gayrı! Ammaaa, bir saat geçmeden “karnım acıktı! Ne pişirmişler” demesin. Duy- mak istemiyorum. (Kısık bir sesle diyor bunu!) Gelsin anası yapsın sevdiği yemeği! Kıçını o koltuktan kaldırsa bi zahmet ne olur sanki. Her Allah’ın günü böyle olmaz ki! Erim erim eriyecek orada. Ne yaparsın; başıma bela olacak, ona kızarım. Bi sorsun; bu evde insan mı var, yangın mı var, diye. Tövbe tövbe! Yine ağzımı açtırmasın iyisimi!
B -Yok, böyle olmuyor. Söyleyin şuna tepemi attırmasın! Bi huzur vermedi be! Sabahtan beri dır dır dır, ya hu... Oturuma bakıyorum, görmüyor mu?
A- Televizyondan gayrı gözü görmez ki bi şey! Ben burda onun bostan korusuyum? Bıktım artık, bık-tım!
İşte böyle; böyle devam eder gider dört duvar arası savaşlar.
Uzun süren bir ölüm gibidir atmosfer.
Kişiler birbirini darağacında sallanırken izler gibidirler.
Hiçbiri de el atıp ipten kurtarmaz diğerini. Bilakis; bu görsellikten haz duyar gibi bir halleri vardır dışarıdan bakıldığında.
Arada derin derin “ahhh!”lar çekilir. Oflanır puflanır. Ağırdır solumak. Sanılır ki son nefeslerini vermeden önceki soluklanmalarıdır.
Kafalar sallanır biçare.
Gazeteler uçuşur havada.
Terlikler fırlatılır, bağrılır çağrılır
Tabaklar, bardaklar şakırdar tezgahta.. Ama diğeri kendi kendine söylenmekle yetinir. Ve biçaredir...
Ve nihayetinde, ansızın kapı çalınır:
İkisi birden ilk kez göz göze gelirler. Heyecan duyarlar. Bu ilk göz göze gelişlerini andırır. Naif bir utangaçlık, biraz da özlem gizlidir bakışlarında.
.
A-Sen mi açacaksın?
B- Çekil bakim sen... Kız mı geldi yoksa?
A- Hangi kiz? Ha, bilmiyorum ki! Haber vermeden gelmezdi! Ayol, bi mercekten bak önce!
B- Tamam tamam, hemen de korkma!
İşte bu eylem, onları ilk kez ve büsbütün yanyana getirir.
A bir eliyle B’nin kolunu tutar. B kolunu çekmek yerine, öbür eliyle A’nın elini sıkı sıkı bastırır, onu teskin edercesinedir. Oracıkta bir “bütün” oluşlarının anıdır bu.
Demek ki bir üçüncü kişinin arada bir kapıya gelmesi gerekiyor ki ilişki ve diyaloglar nispeten normalleşmiş olsun.
Çalınan kapının yardımıyla - kısa süreli de olsa - “barış” sağlanmış olur o dört duvar arasında.
Ne mutlu sevgiliyle göz göze gelen; söz kesmeden ve itinayla birbirini dinleyen dört duvar arası halkına, der Zeya.
Heidi Korkmaz Ekim 2022 Sthlm
YORUMLAR
Keşke olmasaydı.
Eliyle yaptığını, diliyle yıkar insan.
Hem ne yıkış.
Demeseydi keşke.
Keşke.
Keşke.
Keşke.
Tatlıya bağlanır mı bilmem.
Yapılır, kaç yeri eksik.
Olmasaydı keşke.
Çok saygımla.
Eziyetin ilgi olarak yorumu da ilginç.
Doğruya varışta bir yol, bu da.
Tüya
Yine çok teşekkürlerim ve saygımla,
Esenlikler olsun.