- 345 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
Şehirlere Dokunmak
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Şehirlere Dokunmak
Her bir düşünce yapısının, her hayata bakışın, her bir ideolojinin şehir tasavvuru farklı farklı olabilir ama ortak bir şehir tasavvuru, buluşulan ortak yönleri de olacaktır muhakkak. Zıtlıkları barındıran bu bakış açısı, tezat ve tenakuz arasındaki makası daha da küçültecektir. Bununla birlikte şehirleri sadece geçmişi baz alarak kopya etmekte tam doğru olmayacaktır. Kültürümüzden gelen, şehirlerimize dair retrospektif bilgilerimizde de yetersizlikler ve kopukluklar olabileceğini de düşünmemiz gerekiyor. Şehirleri, günümüz insanının estetiğine göre de inşa etmek hatta geleceği tasavvur ederek şimdiden buna şehirlileri alıştırmak dahi önem arz edecektir. Ama yine de kadim medeniyetimizin tözleri, yüzyıllardan gelen kültür süreci irdelenerek kimliğimizi tahkim gayretleri de olmalıdır. Öğle ki, insanların, toplumların en mühim eserleri şehirleridir nede olsa.
Şehirliyi doyuracak fabrikalar ve günümüzün anlayışında olan ticari faaliyetler olacaktır. Ama şehir olgusunu tamamen bunlar üzerinden kurgulama yanlışına düşmemek gerekiyor. Bu bağlamda şehirlerin derunundaki manalara kulak verip şehirleri sadece maddi medeniyet ekseniyle görmemeliyiz. Belki de bir denge gözetilmelidir. Her insan kendi dünyasını özgürce kendi inşa etsin ama şehirleri ortak bir sağduyulu akıl üzerinden planlamak daha elzem olacaktır.
Herkesin şehri biraz da insanın kendi içerisindedir. Bu şehir; sosyal ortam, çevre, kültür, tarih ve ruhla inşa olunan mekânlardır. Her ne kadar kent olgusu hep soğuk, kapitalist dünyanın dayatmasının bir ürünü olarak doğmuşsa da bazı gönüllere ram olmuş avm’ler, gökdelenler, plazalar, rezidanslar, ışıltılı neon ışıklarıyla örülü kentler vardır ve bu anlayışlar haris, doymayan, sadece tüketimi temel alan bencilliklerle beslendiği için bunların karşısında bir mukavemet göstermek gibi bir sorumluluk da olmalı bir yerde çünkü bu kaybedişlerle birlikte, ruhu olmayan hormonlu büyüklerin kazancı da hep geçici olacaktır.
Biraz özele inecek olursak; Osmanlı da, cadde ve sokaklarda sağa sola tükürülmesinin önlemini almanın yanında, bu kusmuğun üzerini, kül ve kireçle örten birimler kurulmuş. Bilhassa devlet erkânı ve diğer hayır sahipleri, sadece bu amaca yönelik hususi vakıflar kurmuşlar. İlk etapta tuhaf bir uygulama gibi geldi bana ama daha sonra bu uygulamanın yerinde ve ihtiyaç dâhili olduğuna kanaat getirdim. Yollara saçılan bu ifrazatın, insanların en eski toplumsal sorunlarından birisi olduğunu kim inkâr edebilir ki? Çevremize bir bakarsak günümüzde de bunlara benzer durumlarla karşılaşmıyor değiliz. Şehirlerde gerek sokak köpeklerinin gerekse de sokak kedilerinin kazuratları, çevresel kirlilik ve hastalık yaymaktadır. Doğal ortamlarından koparıp daha çok evler de bu hayvanları besleme kültürünün yaygınlaşması ve şehir sokaklarında çoğalmaları sonucunda, istemeyen böyle görüntülerle daha da çok karşılaşır olduk maalesef. Sokaklarda, caddelerde olumsuz, sıkıntılı durumları gördükçe ilgili belediye birimleri, zabıta, çevre ile ilintili başka birimler ne işler yaparlar diye sorgulamaktan geri duramıyor insan. Bizler, en temel sorunlarımızı çözememişken, Osmanlıdaki bazı vakıfların ilgi alanlarını duyunca, mesela kuşların beslenmesine yönelik olan vakıflar gibi... Ne kadar ayrıntılara yönelip özenli bir hayat felsefesi edindiklerine hayran olmamak elde değil. Tekâmül daha çok ayrıntılarda gizli olmalı ne diyelim.
İnsanı çıkarsanız, şehirler beton yığınlarıyla kalakalırlar. Önemli olan insanın mutluluğudur, zenginleşmesidir. İnsanın hem kendini hem de yaşadığı ortamı tanıma büyüsünde yol alan bir zenginliktir bu. Pervasız tüketime, gösterişe hep bir itiraz olmalıdır. Serzeniş, ekonominin istismar aracı olan tüketim çılgınlığınadır. Bu hastalıklı duruma düşen medeniyetlerin yıkılışları kaçınılmazdır. Ama her şeye rağmen savurganlığın, gösterişin önü, derin düşünmesini, yalın yaşamasını bilenlerce kesilecektir. Bu bağlamda tahripkâr anlayışlara, açgözlülüğün iktidarı olan kapitalizme hep bir itiraz olmalıdır. Kendi kültürlerini zenginleştiremeyen toplumlar, ekonomilerini zenginleştiremeyeceklerdir daha çok.
Medeniyetlerin inşasında, bilgi ve bilgelik bir vasıtadır. Bilgi ve bilgelik, yüzyılların içerisinde elde edilen bir olgudur. Hayatı anlamlı ve yaşanır kılan bilgi ve bilgeliğin vatanı yoktur. Bu aydınlıkta medeniyetler inşa olur. Uygulamasın bilgi, bilgisiz uygulama olmayacağı da bir gerçektir. Arzulanan, istenen hep bir uzun soluklu, kalıcı bir medeniyet ve şehir tasavvuru olmalıdır. Gösterişe dönüşmeyen güzellikte aranılan büyük bir medeniyet tasavvurudur bu. Aklı önceleyen felsefe, aklı tek başına yeterli görmez. İnsanlar sadece akıllarıyla değil, gönülleriyle de düşünmelidirler. Bu bilgi ve gönül ortamında hikmeti arayan arifane bir bakışla iyi sonuca ulaşılacaktır.
Şehirlerimiz çok yara aldı. Öncesinin mütevazı, fakir ama onurlu şehirleri bu gün harabe veya metropol şehirler haline geldiler. Rantiyecilere, günbugündür’cülere meydan fazlasıyla boş bırakıldı ne yazık ki. Başka bir ifadeyle modern zaman barbarları vasıtasıyla çok hırpalandılar ama yine de şehirlerimizde kurtarılacak bazı şeyler kalmıştır muhakkak. Medeniyetlerin ve doğal olarak şehirlerin üzerindeki bu behimî galebe hırslarını elimine etme, bütün insanlığın ortak gayretiyle olacaktır. Şehrin mimarisine ve bütün değerlerine duyarsız ve nobran olanlar hep olmuştur ve olmaya da devam edecekler ne yazık ki. Bunların sayıları ve tahrip etkileri en azından geri dönüşümsüz olmamalıdır. Ayrıca verecekleri tahribatı azaltmak gibi büyük bir gaye güdülmesi elzem olacaktır. Bunların karşısında ki güç; şehirlerin tılsımını, esrarını, değer kıymet bilme aşkınlığında ve sahipliğinde olmalıdır.
Temelden gelen entelektüel elitizmin yanında sonradan da olsa şehirlerin yerlisi olmak olabilmek gibi bir olgu da olmalıdır. Yaşanılan, havası teneffüs edilen, şehrin tarihine, yumuşak güç kabul ettiğimiz kültürüne aşina olmakla, içselleştirmekle olabilecek bir değer bu. Özellikle yeni nesillere tarih ve kültür bilinci ne kadar sağlıklı verilebilirse şehir bilinci de o nispette güçlenecektir. Şehirlinin kültürel seviyesi ne kadar üstte olursa o kadar başarıya ulaşılmış demektir. Şehirli kimliğini kazanma ve kaybetmeme bağışıklığını kazanmalıyız. Bu konuyu biraz daha açacak olursak; yaşanılan şehri keşfetmek, anlamak, şehri yorumlamak, şehri tarihiyle kültürüyle içselleştirmek, şehrin sembollerini kavramakla mümkün olacaktır. Şehir belleğini kuvvetlendirme, şehre kimlik kazandırma doğrultusundaki her faaliyet, her çaba değerlidir. Şehirleri yaşatan ruhlar, şehirlinin üzerinde bir melek gibi badirelerden koruyacaktır belki de kim bilir. Bellek yitimine uğramış, kimliği zedelenmiş olan kimi şehirleri iyileştirme çabaları da buna dâhildir. Bunların sonucunda kadim şehir ve kültür şehri gibi olgularının içleri doldurulmuş olacaktır. Daha çok şehirlilerin, şehirlerine karşı aidiyet duygularını pekiştirmek gerekiyor. Şehir de salt yaşıyor olmak elbette ki yeterli olmayacaktır.
Yüreğimdeki -şiir gibi olan- şehirlere bir kapı aralayacak olursam: “Bir şehir doğuyor kalabalığa, körpe bedenleri doyuran, hem doğuya, hem batıya açılan eli kalem tutan âlimin içselliğiyle, ilk yetmelerine sabahın. Bir şehir doğuyor kalabalığa, güngörmüş sakallı başucunda, çingene esintili gökyüzünde çift başlı kartalı süzen edasıyla, sözüm ona eskiyen sokağında acı kapanı çığlığı eşliğinde. Bir şehir doğuyor kalabalığa, hüznü içiren yabani ellerde, kepenk önüne izini bırakırcasına, aşkı çağıran yüreğin serzenişi ve hesap yapan adımlarında. Bir şehir doğuyor kalabalığa, sevda ekip, medrese büyütülen günlere doğduğun ve büyüttüğün masallarında, ölüm güzellemesinde bıraktığın şiir, kalemine diziyor sözlerini. Bir şehir doğuyor kalabalığa, sabah güneşi konuyor soğuk eline, sandığında sakladığın hediye beyaz gecelerinin karanlığında güngörmüş, yalnızlığı yudumlayan ve de vazgeçilemeyen aşkında. Bir şehir doğuyor kalabalığa, gözünü açan beden sıcaklığında, şehrin ışıklarını söndürüp bir sevda daha gömüyor karanlığa, bir şehir daha doğuyor yarına, bir şehir daha doğuyor kalabalığa.”
Şehirler, medeniyetlerin zirve noktalarıdır. Medeniyetlerin aynasıdır. Şehirleri güzelleştirme adına daha da çok insan odaklı farkındalıklar geliştirmek gerekiyor. Her şey eskir, şehirleri de eskitir zaman ama şehirleri yaşayan, kendini yenileyen bir varlık olarak görürsek bu sorunsalı çözümleme noktasında bir nirengi noktası bulmuş oluruz. Mesela şehre bakış noktasında Osmanlı anlayışı kısaca şöyledir: “Pazarı bulunur, mahkeme kurulur ve Cuma kılınır” şeklindedir. Yaşanılası şehirler için ne kadar öz ve derinlikli bir söylem…
Eskilerin toprak, su, hava ve ateş olarak adlandırdıkları, anâsır-ı erbaa anlayışını şehirler için bir kıymet ve şehirliler için bir olmaz olmaz anlayışıyla ele almak gerekiyor. Daha öznel bir anlatımla, Türk -İslam medeniyetimizin belleği olan şehirlerimize daha da bir özenli yaklaşmak gibi büyük bir sorumluluğumuz olmalı. Bizim medeniyetimizin, şehirler için tasavvuru ve çözüm önerileri hep olmuştur ve olacaktır. Şehirlerimizdeki yitirdiğimiz değerleri anıp hayıflanmak veya büyük bir özlemle nazar etmek bu minvaldeki sorunlarımızı kesinlikle çözmeyecektir. Şehirleri inşa ve imar ederken, İbn Battûta’nın dediği gibi gayret kuşağının belimizde hep takılı olmasından başka çaremiz gözükmüyor.
İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
sayı 109, Aralık 2022