- 975 Okunma
- 4 Yorum
- 4 Beğeni
KANARA KÖPEKLERİ -1
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kesilecek 73 tane büyük baş hayvan kalmıştı ve şimdiden fazlasıyla yorulmuştu. İş yarılanmamıştı bile. Can almak zordu... Kendine has bir enerji kaybı yaşanıyordu her hayvanı kesip kafasını ayırışında. Ama bayramdı işte... Eğer kurban bayramıysa, bayram demek hem para demek hem de yerine getirilecek vazifeler demekti.
Sabah bayram namazını kılar kılmaz, herkesten önce kendi hayvanının boynunu koparır, derisini yüzüp hayvanı paramparça etmek için büyük çocuklarına ve karısına bırakır, sonra diğer hayvanları boğazlamaya giderdi Günay.
Dört çocuğu vardı otuz yedi yaşındayken ve adını da hiç sevmezdi, Türkçe olduğu için.
O kendisine daha çok "Abdul" ile başlayan, Arap isimleri yakıştırırdı. Nakşibendi tarikatlarından bir tanesinin bir koluna mensuptu ibadetin kesmediği binlerce sofi gibi.
Esmer teni, kıvırcık saçları ve orta boyu vardı. Kilosu ne çok denilebilirdi ne de az. Ama gözleri büyüktü. Şeyhine "Efendi Hazretleri" der, o kaçamaklı ve yöntemli misyonerliğini her yerde çıkarır ve gururla ortaya koyardı. Karşısındaki kişinin zekasını hiç tartmaya kalkmadan, en alakasız ateisti bile "dergahlarına" davet ederdi...
Elindeki 73 hayvanı da kesip bitirdikten sonra, yine soluğu dergahta alacaktı. Oradan da ertesi gün "Efendi Hazretleri"nin yanına Ankara’ya ziyarete gidecekti.
Efendi Hazretleri Ankara Yenimahalle’de yaşıyordu. Bafra Ankara arası tam 440 kilometreydi ve Günay genelde beş buçuk saatte giderdi bu mesafeyi. Bu kez Çakallı’da menemen yemeyecekti, bu yüzden de beş saatte varabilirdi...
O gün hayvanların kesimini bitirdi. Yorgun argın dergaha gitti ve dergahta’da bir sürü et parçaladı, taksim etti, poşetledi. O parçalıyor, karkas hale getirip poşetliyor, dergahtaki görevliler de etleri dağıtıyordu...
***
Dergahtaki işi bitip yorgun argın eve geldiğinde evde kavurma kokusu vardı. Annesi, babası, eşi ve dört çocuğu iki katlı bir köy evinde birlikte yaşıyorlardı. Bugün yine her yer vıcık vıcık etti, kandı, kavurmaydı... İşi, dergahı, evi... Her yer.
Karısı da o gün yeterince ete ve et kokusuna bulandığı için, Günay’a kapıyı açar açmaz, Günay’ın üstündeki ölüm kokusunu almamıştı. Oysa bayram olmasa, Günay eve girdikten, duşa gidene kadar ki sürede ölümün ve kanın kokusunu alırdı. Ahır kokusundan çok farklı bir koku idi bu. Ahır kokusu daha keskin ancak ölüm kokusu daha ağırdı... Ahır kokusu her banyodan sonra çıkardı ancak ölüm kokusu her banyodan sonra çıkmazdı... O gün Günay hem ahır hem de ölüm kokuyordu, bu onların evinde aslında kurban bayramı kokusuydu. Fakat parça etlere, kanlara, kavurmalara bulanmış karısı bu kokuyu o evde gelin olarak geçirdiği ilk bayram harici hiç almamıştı hiç.
-Hoşgeldin, Bey.
-Hoşbuldum, Hanım.
-Aç mısın?
-Çok yorgunum.
-Bir duş al istersen.
-Yatsı ezanına kaç dakika var?
-Yarım saatten biraz fazla.
- Tamam ben banyodayım.
***
O yaşına gelmişti ama ahlakından, huzurundan, belki de bazen bedeninden ya da bedeninin biricik zevklerinden vazgeçerek yeterince para kazanabileceğini anlamamıştı henüz.
Gece olmuştu şimdi, Abdulsamed, Sait, Buğlem ve Ravzanur kendi odalarındalardı. Yaşlı anne ve babası çoktan uyumuştu. Eşi, başı kapalı biçimde uzanıyordu yanında, yataklarında. Canı eşini istemişti. Gariptir, onca yıldan sonra insan hala isteyebiliyor. Eh, neredeyse iki hafta olmuştu ve yarın da Hoca Efendi’ye gidilecekti. Bir kaç gün daha evine gelemeyecekti.
Arkadan karısına sarıldı, bedenini ve cinsel uzvunu bastırarak. Karısı herhangi bir harekette bulunmadı. Normalde kalçasını Günay’a doğru yanaştırırdı. Bu kez kalçasını yaklaştırmayınca, Günay da sessizce arkasını döndü ve uyudu. Sonradan o gece orada karısıyla sevişmediğine pişman olacaktı... Ama yorgundu işte ikisi de! Onlar hissetmese de her yer ölüm kokuyordu, aslında bu idi sevişememelerinin nedeni de...
***
Ertesi gün sabah yediye yirmi üç kala kalktı Günay. Eşini dürttü. Uyanıp uyanmamasına aldırmadan da yataktan çıktı. Sabah namazını kaçırmıştı yine...
Sabah namazını kılarken eşi çayı ve bir kaç çeşit kahvaltıyı önüne koymuştu. Kapı çaldı. Gelen Hamit’ti. Efendi Hazretlerine beraber gideceklerdi. Tam kardeş gibi olmasalar da kardeş gibi bir şeylerdi Hamit ile de. Hamit, Günay’dan iki yaş küçük. Ticaret hariç hiçbir şeye zerre kadar kafası basmayan, uzun boylu, kel, ela gözlü, herkes gibi bir adamdı. Günay’ı Efendi Hazretlerine götüren o idi, o tanıştırmıştı. Sonrasında da Günay’ın bitmek bilmez, yer yer köleliğe varan hizmetleri başlamıştı... Sömürüldüğünü hiç ama hiç anlamadığı bir tür kara büyüydü o dergah, Ankara Yenimahalle’deki daha büyük Dergah, küçük efendiler, hazret efendiler, küçük hocalar, büyük hocalar. Günay ise dört yılın ardından hala softa idi. Çıraklık aşamasını yeni geçmiş sayılırdı ancak ustalığa da çok ama çok yolu vardı...
Kahvaltılarını ettiler. Arkasından yola koyulmak üzere Günay’ın beyaz Ford Transit’ine bindiler. Kapalı kasa kamyonet ile gideceklerdi. Hamit’te açık kasa, Günay’da ise kapalı kasa Ford Transit vardı. Hayvan taşınmayacaksa kapalı kasayı kullanırlardı... Direksiyona Hamit geçti, Günay ise yan koltuğa oturdu.
Bafra’yı çıktılar, sonra Samsun’u. Çorum’a doğru ilerliyorlardı... Kilometreler geçilecek, yine o eller etekler öpülecek. Sesli zikirler, kimi abarttılı hareketler. Herkes Efendi Hazret’lerinin etrafında dönecek, dikkatini bir an bile çekmek için türlü türlü hareketlerde bulunacaklardı...
Beyaz Ford Transit, 120 Km hız ile giderken Günay kendileri ile aynı hızda giden, sollamaya çıktıkları arabanın şöförünü izliyordu. Nasıl oluyordu da ağaçlar, kayalar, tabelalar bir anda görünüp kayboluyorken, kendileriyle aynı hızda giden şöförün tırnaklarındaki pisliğe kadar görülebiliyordu? Yoksa 120 km hıza çıkmak bir düzleme çıkmak mıydı, 125 km ya da 115 km farklı bir düzlem miydi, Günay bunların hiçbirisini düşünmüyordu... Adana’dan alacağı yeni simental inekleri düşünüyordu...
Çorum’u da geçtiler ve Ankara’ya yaklaşmışlardı. Samsun-Konya otoyolunun Kayaş girişinde biraz trafik vardı, trafiğin sebebi ise polis çevirmesiydi. Profilleme gereği böyle büyük minibüsler hep kenara çekilir, GBT alınır ve toplanan bilgiye göre de araç detaylı aranırdı... Kenara çektiklerinde arabayı bir memur yaklaştı, kimlikleri aldı. Elektronik bir cihaza okutur okutmaz telaşlandı. Genç bir polisti. Henüz bu tarz durumlarla karşılaşmadığı çok belliydi. Önce etrafına bakındı. Sonra arabanın içine. Arkasından da "Komiserim," diye bağırdı ve tekrar arabanın içine dönüp;
-Günay Güler hanginiz?
Zaman burada şehit düşecekti ve bu soru ise adeta 45 kalibre bir kurşundu...
***
Bir yazar bir kitabında "bırakın da şu beş dakikayı zamanın kumaşından keseyim" diyordu. Hepimiz o kumaşı hemen hemen benzer şekillerde keseriz. Yazsak da yazmasak da... Ancak o kumaşı işlemek, dönüştürmek... İşte farklar orada ortaya çıkar.
Zaman. Ne garip bir boyut.
Görmemiz gerektiğini düşündüğümüz o kadar çok şey var ki, bunların ne kadarını görebiliyoruz? Geçmişte olmak mı, gelecekte olmak mı elimizde yalnızca bu zaman varken?
Zaman da tıpkı en gibi, boy gibi, derinlik gibi bir boyut. Garip filan da değil, biz içerisinde yaşıyor, öyle algılıyoruz. Algı... Zaman da madde gibi bir şeydir aslında, geleceği ya da geçmişi olan değil, varlığı olan, statik bir olgu ama görüngüler işte... Zaman sabit, biz içerisinden çizgisel biçimde geçiyoruz. Daima o ileri sandığımız yere doğru... Buna hangi hızla, hangi düzlemde gittiğimiz? Sonra belki de kimlerle kim olarak gittiğimiz? Rölativite zaten yeterince üzerinde durulan bir konu...
Zaman ve süre arasındaki farklar? Hangisi hangisinin temsilcisi ve hangi düzlemlerde? Zaman, kendini nasıl var eder? Süre zamanın temsilcisiyse, zaman neyin temsilcisi? Kimi sabit sayılarla fiziksel var oluşumuz sabitlenirken, zamanı sabit tutan ne?
Ben ve varlığından emin olamadığım diğer tüm insanların zamanları arasındaki, atomik saatlerle ölçülebilen zaman sapması ne şekilde ve de ne kadar sapar, kime ne şekilde algılatır acaba kendini? Zaman sabit, algılar değişken, peki, zamanı algılayışımız vücuda hiçbir şey zerk etmeksizin etken bir biçimde değiştirilebilir mi?
Yıllar önce, Aşiyan Parkında birisi, "ne oldu bize böyle? Ne yapıyor bu?..." diye sorduğunda, "gerçekliği değiştiriyor" cevabını almıştı. Göremediklerimizi gören hayvanlar, duyamadıklarımızı duyan hayvanlar, koklayamadıklarımızı koklayabilen hayvanlar da kendi gerçekliklerini yaşıyorlarsa eğer, gerçeklik denen şey beynin kendisini kandırma biçimi midir?
En flaşvari tecrübelerimiz bile önce gözlerimizde işleniyor ve beyine gidiyor ve yorumlanıyor, algı yaratılmış oluyor... Peki arada geçen süre?
Örtülere çok fazla meyilliyiz. Bazı gerçeklerin üstünü örten örtüleri gerçek sanmaya çok meyilliyiz ve bunu yaparken de zamanı dayanak alıyoruz. Mesela, bu hayatta da arka arkaya yerleştirilmiş fotoğrafları, belirli bir çizgisellikte, algılarımızdan çok daha hızlı görüyor olamaz mıyız?
Sezyum atomu dedikleri nanenin her hareketini yakalayabiliyor olsaydık da düşünebiliyor olacak mıydık peki? Algıdan başka bir şeyi yaşama hakkımız yok mu gerçekten de?
Yani, aslında yaptığınız hiçbir şey zaman almıyor, zaman yaptıklarınızı alıyor hepsi bu...
Bize yapılanları ve Günay tarafından ineklere yapılanları da elbet! Etkenliğin ya da edilgenliğin öyküsü değil bu, belki Günay’ın da öyküsü değil tam olarak...
YORUMLAR
Günay'dan çok var ve kokmuş hamsi gibi toplumu bayıyor, geleceğe bakışımıza an'ı yaşayışımıza gölge düşürüyor. Çaresi de yok ki hani. Mecburen aynı ekosistemi paylaşıyoruz.
Yazı edebi boyutundan çok içeriği göstermek ister gibi.
Her sona rağmen insan derdine derman aramayı bırakmadı sığınağımız da bu.
Konsantre Karanlık Madde
Hoş geldiniz.
Aslında öykünün geniş analizini yapmışsın. Ve son hızla ruhun çürümesi var. Onca hayvana bıçak sallayanın ruh dünyasını örten başka etkenleri de çok iyi vurgulamışsın.
Konsantre Karanlık Madde
Ve ruhlar da çürüyor, doğru...
Harika bir çalışma okudum kutluyorum ne kadar vahim bir durum çıkar bu yazılanlardan
Konsantre Karanlık Madde
Arapçadaki -vhm kökü sıkıntılı bir kök ve dilimizde de çokça karşılığını bulmuş...
Saygılar.
Sanki sonunda "Günay'ın suçu ne" demişsin, onu "saf"layarak...burası ayrı konu. Sadece şunu söyleyebilirim bu arada hani İsa diriltmiş ya ölmüş Lazar'ı. İşte öyle kendini bu hikmet ehlinin kerametlerine mahkum eden çok olur, olacaktır da. Daha nice Günaylar çıkar burdan, bu zamandan.
Belki bu insanlığın tekamülünde bir Tanrı hatası. Dedim ya konu farklı.
Başılığa baktım aradım araştırdım yakın sözcüklerle birlikte " cuk" diye oturmuş yazının tam beynine.
Ağrıyla yaşamanın, acı çekmenin neresi, ne ile açıklanır. Yıllık iğne yapılması gerekiyor yoğun bakımda gözetim altında son anda doktor vaz geçiyor " bunu burada yapamayız,riskli. Daha kapsamlı bir yere git." Gözlerde öfke bir aralık buluyor, bir istekte bulunuyor hemşireye " Ne olur yap şunu bacım. Ben razıyım her şeye, imza vereyim isterseniz" Oralı bile olmuyor tepkisiz...
Yola düşmüş, küsmüş bir o kadar da kızgın " lan bütün kemiklerim ağrıyor" denk gelmese bari trafikde densizin biri sonu olur.
Ve Tanrı' ya sesleniyor kendimi kanarada hissediyorum ağrılı ve acılı. Hadi İbrahim, çal şu bıçağı boğazıma ya da gökten bir koç gönder bir başka can ile trampa edelim. Kendimi rahat ve üstün hissedeyim.
Zamanın tanımı zamansızlık, bu da bir zorunluluk tıpkı diğer boyutlar gibi..içinde ne var?
Zamanın getirdiği midir bilmem ama sana bir şey söyleyin çocukluğum Jatseri' de geçti benim. Dar taş döşeli labirent gibi sokakları yüksekçe örülmüş kuru duvarlar yani harç kullanılmadan yapılmış duvarlar sınırlardı. Yarı tünel gibi görüntüler oluşurdu. Arkası tam bir mahremiyat... yoksul yaşamlar, ölü yaşamlar. Yani yaşanamamış yaşamlar.
Küçük bahçelerde soğan yetiştirilirdi, köyden gelmiş unla yapılmış mahalle fırınında pişirilmiş uzunca ama dolgulu kara buğday ekmeklerin arasına yeşil soğanlar yatırılı hele bir kaç parçada domates dilimi, yumul. Biraz şanslıyız yaşam az gülümsemiş gibi. Kara sacda "besbes" derdik. Bol kuru soğanlı, bol salçalı saman ateşinde, az da tezek destekli.
Yemeye kıyamıyor insan.
Ye memmet ye!...vallahi tadı damağımda, özlüyorum. Çuku Cami' nin uzun boylu hocası sela veriyor.
Boğazlar tıkandı, dudaklar büzüştü, besbes tutan eller sofra bezine düştü. Önemsizleşti tüm insansı gazlar, keyifler ve zevkler.
Ölüye saygı...zaman ötesi, sonsuzluk birine daha " gel beri" demiş.
Ne değişti?
Değişen şu oldu. Un değişti, maya değişti, soğan değişti, salça değişti, maya değişti. Hatta ateş değişti, insan değişti.
Ve zaman değişti belki niceliksel değil niteliksel olara değişti. Yer çekimi azaldıkça zaman değişiyor ya süresel olarak... öyleyse zamanın ölümünden bahsetmek çok da saçma değil.
Günay ne bilsin bunları...sonsuzluk, cennetteki ödüllere ulaşma hayali ve cehennemden zihinsel kaçış efendi hazretlerinin kucağına daha çok düşürür.
Tanrı hatası...
Bir keresinde boynum ağrımıştı, salla babam salla, kan ter içinde sokağa fırladım " lan sizin Allah belanızı vere" diyerek .
Hepsi zamanda eridi, kayboldu mu yoksa atomik hafızanızda mı duruyor...kanıtlanması için.
Laf amma sünmüş...ha.
Hülasa; yaşıyoruz işte.
Yine gerçeklerin zihin arkasından çekip çıkarılıp ortaya acı bir biçimde koyulduğu iyi bir yazı.
Özlemle...
Konsantre Karanlık Madde
"Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler."
cümlesiyle başlar. Felsefenin, nedensellik bağıntısının pek de rastlanmadığı mitolojilerle bağını o zamanlar hala tam kesememesinden midir, o zamanlar öyle midir bilinmez, insanlar mı manyaklaştı o zamandan bu zamana, bilemem ama yanılmış gibi duruyor nezdimde. Belki de 21.yüzyıl yanılmıştır. Hatta Tanrı'nın yanıldığı düşüncesine bile gidebilir. Günah bunu düşünmek kadar kolay olmamalı...
Öte taraftan da 1700-1800 arasına gelirsek Goethe Genç Wehter'in Acıları kitabında;
"Ama Peygamber'in tükenmeyen zeytinyağı küpünü evinde bulsa hiç şaşırmayacak olan nice insan tanıdım."
diye yakınır... 1000 yıla sığan bu rijitlik. Hoş, Sokrates de yargılandı vaktiyle, ama ona bir şans verildi. Gel şu görünmeyen, teklik içeren Tanrından insanlara bahsetmekten vazgeç, tükürdüğünü de yala, içinde yaşa, sen saygın adamsın, seni cezalandırmayalım dendi ama o cezalandırılmayı seçti. 21.yüzyılda yargı margı yok, evinde tükenmeyen zeytinyağı küpünü bulmuş gibi davrananlar tarafından verilen hükümler var... Çoğulcu demokrasi adı altında.
İsa deyince aklıma Murat Abi geldi... Murat Abi Çinçin'li. Ömrü cezaevlerinde geçmiş. Arada çıktığı vakitlerde de kadın bir arkadaşı sayesinde Hristiyanlığı seçmiş. Bunu yapmaya kolay kolay cesaret edilemeyecek bir yerde insanlar mevlüt okurken gözlerinin içine bakar ve;
-Kandırıldınııııııııııııız!
derdi... Namaz kılarken yakalardı çakma bir cemaati ve bu kez de;
-Zındıksınız siz...
derdi, sonra da bana dönüp;
-Görüyorsun dimi, şeytan yine kör noktalardan ateş ediyor...
derdi. "Zamanın tanımı zamansızlık," evet, Şeytanın tanımı da "Şeytansızlık..." Ama işte bir Şeytandan tanesinden kurtulmak için başka birisine tutunmaya ihtiyacı var kimilerinin de... Öyle kolay olmamalı, anlayabiliyorum. 50 yıllık bir ömür, her haltı yiyen ama "Allah'a gurban olayım ben gardaş" diye gezen tiplerin arasında hem de...
İnsanlık 1000 yılda çok tanrıdan tek tanrı dayatması kadar değişirken, gerçekten de son 20-30 yılda içtiğimiz su bile değişti. Ben ise kendime kızıyorum, amaçları hala tam algılayamadığımdan...
Sevgi, saygı ve özlemle, Abim... İyi ki varsın.