- 357 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
VAHDETTİN.
VAHDETTİN VE ÜLKEDEN KAÇIŞI.
Sultan Vahdettin, 1861 yılında dünyaya gelmiştir.
Veliaht Yusuf İZZETTİN’NİN ani ölümü üzerine Veliaht olmuş, Sultan Reşat’ın ölümü üzerine de 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın en yoğun ve kara günlerinde tahta çıkmıştır…
Sultan Vahdettin, ağabeyi İkinci Abdülhamit’in kötü bir kopyasıdır. Bu iki kardeşin davranışları, iç ve dış politikadaki tutumları birbirine benzer.
Vahdettin’in felaketini biraz da bu benzerlik hazırlamıştı
Osmanlı Hanedanı’nın şerefli olduğu kadar bayağı olaylarla da yüklü yaşamının son çağında, normal insan yetiştiği çok az görülmüştür.
Saltanat Makamına nice tehlikelerden geçerek ulaşmak, ondan sonra da elde edilen tüm dünya nimetlerine rağmen iğneli bir taht üzerinde oturmak, bu insanların değişmez kaderi idi.
Öyle iken Vahdettin’in Şehzadeliği gibi Veliahtlığı da şanslıdır. Ağabeyi Abdülhamit’in sevgisi sayesinde yaşamının Şehzadelik dönemi rahat geçmekle beraber, Hanedanın bünyevi hastalığı ve dış etkiler yüzünden birçok münasebetsiz olayın gürültüsü arsında geçti.
Sefahat yüzünden ölen babası Sultan Abdülmecit’i hiç tanımadı. Amcası Sultan Abdülaziz’in HAL’İ ve öldürülmesi (ya da intiharı), iki büyük kardeşi Murat ve Abdülhamit arsındaki çirkin mücadele, Sultan Murat’ın tahttan indirilmesi gençlik hatıraları arasında önemli yer tutar.
Daha sonra; Abdülhamit’in uzun süren huzursuz SALTANATININ en yakın tanığı olmuş ve tahttan indirilişini de görmüştür.
Genç Türk hareketi, İttihat ve Terakki, ihtilaller, isyanlar, savaşlar, Vahdettin’in ŞEHZADELİK VE VELİAHTLIK yaşamını dolduran diğer olaylardır.
Kimi gözlemciler, Vahdettin’in diğer şehzadelere göre daha iyi yetiştiğini söylerler.
Oysa gördükleri ve yaşadıkları, ona bilgi ve tecrübeden çok korku, vehim ve güvensizlik kazandırmıştır. Bu nedenle SALTANATI sırasında pek az kimseye güven duyabilmiş, dolayısıyla bu ters etkilerden kurtulamamıştır.
Kendisine de fazla güveni yoktu. Padişah olduğu günlerde tebrik için huzura çıkan Şeyhülislam Musa Kazım efendiye şöyle demiştir:
“Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri, vücutça rahatsız olduğumdan layığı ile tahsil yapamadım. Sinnim kemale erdi (57 yaşında idi). Dünyada bir emelim kalmadı. Biraderlerle (Veliaht Yusuf İzzettin) hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makama intizar da değildim. Fakat takdiri ilahi ile teveccüh etti, bu görevi deruhte ettim. Şaşırmış bir haldeyim. Bana dua ediniz.”
Sabık Adliye Nazırı İbrahim Bey’e de Şunları söylemiştir: ”Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiç bir şeyden korkmam. Fakat ağır bir vazife deruhte ettim. Allah’tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır, siz böyle şeyleri anlarsınız. Odalardan birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam ya da birader bir şey olmuş. Elhasıl biri ruhperver, biri feci. Bunları gördükçe mütehayyiç oluyorum.”
Sultan Vahdettin, yetersizliğini bildiği halde danışmanlarını iyi seçememiştir. İttihatçılar çekilince yanlarında yalnızca ittihatçı düşmanları kaldı. Meclis-i Mebusan’ı da feshettikten sonra artık çeşitli fikirlerin tartışılmasına da imkân kalmamıştı. Ve dar yakın çevresinin etkisine girmişti. Kendisinin ve devletin tüm geleceğini İngiltere’nin insafına bırakmıştı.
Vahdettin’i bu yanlış yoldan çevirecek adamlar yok değildi. Ancak ne yazık ki koca Osmanlı İmparatorluğu içinde ancak ihtiyar Tevfik Paşa ile yetersiz Ferit Paşaya inanıyordu.
Başından sonuna kadar Kuvayı Milliye ye karşı durması çokça bu politik inanışından geliyorsa, biraz da Mustafa Kemal Paşadan korkmasındandır. Mustafa Kemal’den beklediği tehlike onu; hiçbir meziyeti olmadığını bildiği Ferit Paşa’ya daha fazla sarılmak zorunda bırakıyordu. Tevfik Paşanın dirayetine ise gerçekten inanıyordu. Tahtı sallantıda iken kullanacağı adamlarda aradığı en büyük nitelik “SADAKAT”Tİ.
Mustafa Kemal Paşa’yı Veliahtlığında, Almanya seyahatinde tanımıştı. Bu genç Paşa daha o zaman çok tehlikeli laflar etmiş onu ürkütmüştü. Savaşın son günlerinde telgrafla kendisine” falanı Sadrazam yap, beni de Harbiye Nazırı yap,” diyen Mustafa Kemal Paşa’da büyük bir ihtiras seziyordu.
Kuvayı Milliye hiçbir zaman Padişah’a karşı görünmediği halde Padişah’ın gösterdiği husumet, gerçekte Kuvay-ı Milliye akımına değil, bizzat Mustafa Kemal Paşayadır.
Sultan Abdülaziz’e Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülhamit’e Mithat Paşa nasıl birer amansız düşman olarak görünmüşlerse, Sultan Vahdettin’in karşısına da Mustafa Kemal Paşa çıkmıştı.
Hem Mustafa Kemal onlardan daha tehlikeli idi, Padişahın önce ORDUSUNU, sonra ÜLKESİNİ elinden almış, TEBAASINI kendisinden ayırmıştı.
Elbette sıra TAHTINA da gelecekti.
Milli Mücadele süresince; Pek söz edilmemekle birlikte en çetin mücadele Vahdettin ile Mustafa Kemal arasında olmuştur. Çünkü mutlaka biri diğerini tasfiye edecekti.
Her ikisi de bunu gayet iyi biliyordu.
Vahdettin İstanbul’da kalmak ve Kuvay-ı Milliye ye karşı davranmakla, davayı daha başlangıçta kaybetmiştir.
Oysa, İstanbul’un işgaline (16 Mart 1920) ve hatta bir süre sonraya kadar, Vahdettin’in elinde tahtını kurtaracak fırsat vardı: ANADOLU’YA GEÇMEK.
Eğer bunu yapabilseydi. Mustafa Kemal, sonuçta padişahın Sadrazamı olurdu.
Tüm memleket ölüm kalım mücadelesi içende yaşarken, Padişahın Yıldız sarayında oturması, Başkent halkının acılarının azalmasına bile yaramamıştır.
Vahdettin 1920 yılında akıl edemediği şeyi, iki yıl sonra yapmak zorunda kaldı.
Hem bu kez İstanbul’u, Sarayını, Saltanatını ebediyken terk edecek ve MİLLETİN KUCAĞINA DEĞİL Düşmanın himayesine sığınacaktır...
ÜLKEDEN KAÇIŞ…
Vahdettin, elbette Türk Milletine karşı işlediği suçların Birgün hesabını vereceğini biliyor ve Milletin adaletinden korkuyordu.
Milli Mücadele’yi taçlandıran Büyük Taarruz sonunda Yunan birlikleri 9 Eylül 1922 de denize dökülüp, sonra da birliklerimiz Çanakkale Boğazına dayanınca; tüm dünya gibi Osmanlının son Hükümdar’ı da hayret ve endişe içinde olayların yıldırım hızıyla gelişmesine, büyük bir heyecan ve korkuyla tanık olmuştu.
HESAP VERME ANI YAKLAŞIYORDU…
Düşmanla işbirliği yapan hükümdarların sonunu tarihler de yazıyordu…
Saltanatın kaldırıldığı 1KASIM 1922 den itibaren huzuru kaçmıştı.
Vahdettin “DEVRİK Hükümdar” durumuna düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.
Milli Hükümetin temsilcisi Refet PAŞA İstanbul’da idi…
Refet PAŞA’NIN kendisini karşılamaya gelen Padişah’ın Yaveri’nin; “HOŞ GELDİNİZ. PADİŞAHIMIZIN SİZE VE TEMSİL ETTİĞİNİZ MİLLİ HÜKÜMETE SELAMLARINI İLETMEKLE GÖREVLENDİRİLDİK.” sözleri üzerine, Refet PAŞA’NIN; “PADİŞAH’A KARŞI DUYDUĞUM SAYGI VE TEŞEKKÜRÜ LÜTFEN KENDİLERİNE SUNUNUZ.” yanıtı, Vahdettin’in kaderini ortaya koymuştu…
İngiliz işgal Kuvvetleri komutanı General Harrington’un Saraya sıkça gidiş gelişi gözden kaçmıyordu. Kaçış planı hazırlandığı belli idi…
Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma selamlığında” bulundu. Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği reddedildi. Saray çevresindeki güvenlik önlemleri arttırıldı. Padişah artık yalnızdı. İngiliz Generali Harrington’a; ”İstanbul’da hayatının tehlikede olduğunu belirterek, sığınma hakkı” istedi.
Harrington, başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife sıfatı ile ve yazılı olarak yineledi.
600 yıllık OSMANLI Hanedanı’nın sonuncu Sultanı, şu iki satırlık Yazı ile iltica etmiştir:
“Der saadet İşgal Orduları başkumandanı
General Harrington Cenaplarına,
İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devleti Fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim efendim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.