- 257 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MAVİ GÖMLEK
LaTekmen’den Büyüklere Masallar
Mavi gömleği, sarı kravatı, çizgili füme renkli takımı, yedi aydır giymediği iskarpinleri, temiz iç çamaşırları ve yeni çoraplarıyla bayram çocukları gibi giyindi. Üç yıl önceki Hasret öğretmen gibi…
Kaç yıl sonra köydeki baba evindeydi…
Kapıdan çıktı, taş merdivenden inip yürüdü. Belki on adım, belki daha az; bahçe dibindeki ahlat ağacına varınca durdu. Başı ötede, elleri cebinde birkaç dakika köy üstlerini, öte tepeleri, ağaçları, kayaları seyretti; köy konuşan sessizliği dinledi. Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi geriye dönüp bakınca karısının kapıda dikildiğini gördü.
Gökçe:
"İyi misin?" dedi, gözünü kırpıp başını sallayarak.
"İyiyim iyiyim…" dedi karısı Gökçe’ye. "Unutmuştum, şimdi aklıma geldi. Çocuklar da giyinsin. Sen de giyin. Hani o mavili elbisen…"
"Tamam, tamam…"
Sonra yürüyüp yokuşu indi. Çeşmenin yanından geçip beton köprüden öteye, köy meydanındaki kahvehaneye gitti…
Temmuz ayı orak zamanıdır…
Sarı sıcaklar yeri göğü kavururken ekinler kuruyup olmuş. Tane başakta, başak sapta, sap tarlada, tarla da Allah’ın altında. Köylü milleti yıl boyu beklediği bu günü, bugünden tezi ekinini, gündöndüsünü, mısırını, ektiği her şeyi kesip biçecek, hasat edecek, mahsulü ambar gözüne indirecek. Bu yüzden erkenden kalkmışlar. Sığır, sıpa, tavuk, kaz, ördek, torun torba her şeylerini hazır etmiş; kavramalar, ellikler, bileğiler, naylon terlikler, meşin bileklikler, başlarında şapkalar, ak bezlerle yürüyüp sıra sıra kıra bayıra gitmişler. Daha sabahın körü ama köy bomboş, in cin top oynuyor. Öylesi terk edilmişlik, öyle bir sessizlik içindeydi her yer. Ama o, bugün orak biçmeye gitmeyecek, köyde tek başına kalsa bile gelecek misafirini bekleyecekti...
Daha dün geceden haberleşmişlerdi. Bir ayağı eşikte, biri gidişte; bir eli belinde, anahtar belindeki elinde, öbür eli de sigaranın ezilmiş belinde; beklediğinin geldiğini görünce sanki sevindi. Onu görünce damat Hasret de sevindi.
"Günaydın baba!" dedi ona, neşeli.
Kahveci Yahya, karısı Gökçe’nin babasıydı. Namı diğer gavat ki, günaydından tünaydından anlamaz. "Nerde kaldın lan" diyecekti damadı Hasret’e. "Geç kaldın! Gün tepeye çıktı, öğlen oldu be! Olmuş ekin tarlada beklemez. Ekin beklese dolu beklemez. Yağmur, sel aman dinlemez. Sonrası kırım kıyamet" diyecekti ama yutkundu, demedi. Ne de olsa o bir öğretmen. Yazmış okumuş tahsilli biri. Hem de kızının kocası. Biliyordu ki, çok sıkıntılar yaşamış delibaşından. Deli değil, kendince akılsızlığından ötürü ama neyse. Her şey gelip geçmiş, mahpusluk bitmiş, Mazhar Osmanda tedavi edilmiş ve aradan yedi ay gibi bir süre geçmiş. En güzeli de görevi iade edilmiş. Yani, hem kızı Gökçe’nin, hem torunları Mustafa ile Sevgi’nin sefaleti sona ermiş. Bir de sabahın erkeninde onu böyle eski günlerdeki gibi takım elbiseli görünce şaşırtıcı bir şekilde gülümsedi. Ağzına pek yakışmasa da şaşırtıcı bir şekilde "günaydın evlat." dedi.
Kayınpederine başkaca bir şey demedi Hasret öğretmen. Kahvenin anahtarlarını aldı, kayınpederi Yahya dışarı giderken önce ocaklık yanına gitti. Çaydanlığa baktı, çay vardı. Ne yedisinde, ne yetmişinde kimseler yokken kendisine bir çay yaptı. Bardağı alıp şekerini karıştırırken yıllar öncesini anımsadı. İki elinde iki çanta ile Kepir’den gelişini, yaz yağmurunda ıslanmış, ıslak saçı başıyla bu kapıdan girişini, dilini yutmuş sus pus, selam bile vermeden dosdoğru babası uzunca Ahmet’in yanına gidişini, elini öpüşünü, sonra kahvede ne kadar insan varsa, kendinden büyük küçük herkesin elini öpüşünü…
Çayı karıştırarak dere boyundaki cam dibine gitti. Babasının o günkü oturduğu yere oturdu; hey gidi günler der gibi. Nereden nereye… O zaman henüz on sekizinde yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir öğretmen, bugün otuz iki yaşında ama tam üç yıldır yetkisiz bir öğretmen! Bak şu işe ki, böyle bir zaman ve mekân aynı mekân…
Azmi Sezer, mektup yollamıştı daha ne zaman…
Babası emekli bir askerdi Azmi’nin. İkramiyesinin bir kısmına kıyıp kendisine Murat marka otomobil almış. Yeni arabalarına binip gelecekler, Hasret’in köyünü görecekler. Hapisten çıkmış Hasret’i, cefakâr anasını, fakir babasını görecekler. Karısı kara Gökçe’yi, adını Sevgi koydukları kızını, o büyük insan hatırasına Mustafa dedikleri oğlunu görecekler. Kalleş yılların inadına hasret gidereceklermiş, mektupta dediğine göre…
Mektupta yazılanları, önceki yaşanılanları düşünürken ta Sivas illerinde, o gibi illerin garip köylerinde iki genç öğretmenken, soğuk kış gecelerinde nasıl üşümüşler, ne cefalar çekmişlerken, onu ve çocukları nasıl özlemişken; "gelsin gelsin" diye mırıldandı içinden. "Gelsinler…"
Gel lan gel! Size koyun kuzu kesemem, altınıza postlar seremem, ne yazık ki rakı bile içiremem ama ne önemi var? Biz, bir bardak viskiye satılmadık ya! Ülkeyi birkaç pezevenge satmadık ya! Nemli bodrumlarda sorgulandık, de-ge-me-lerde yargılandık, kelepçelendik, prangalandık, mahpuslara kapatıldık ama ölmedik, yaşadık ya! Gel lan, gel! Gene yaşarız. Susturulduk mu üç yıl, kan kusturulduk mu? Kan kustuk, birazcık sustuk ama kan damarlarımızda, dilimiz ağzımızda, ruhumuz kahpeye satılmadı; hep yanımızda. Vay be Azmi! Gel be dostum!
Onu çok özlemiş, beklerken yüreğinin güp güp etmesi bu sebeptendi...
Elindeki bardağı tahta masaya bıraktı. Camı sonuna kadar açıp dışarılara baktı. Kahvenin taş duvarı dere yatağının dibindeydi. Su yok, kurumuş, dere akmıyordu. Akmayan derenin üstünde eskiden ağaç, şimdi ise betondan bir köprü vardı. Köprübaşındaki ulu servi gene oradaydı. Biraz daha yaşlanmış, derisi biraz daha kırışıklaşmıştı. Ötesindeki meydan aynıydı. Biraz toz, biraz çamur, biraz sığır boku ama üst yanındaki çifte kurnalı çeşmenin bir kardeşi daha vardı. Bu görüntüler içinde geçmişe bir yolculuk yapsa hiç de fena olmayacaktı. Önündeki çayı bile unutup öylece derinlere daldı...
O yıllar hangi yıllardı? Altmış, altmış beş, yetmiş, yetmiş beş… O yaşlar hangi yaşlardı? Beş, yedi, on iki, on sekiz…
Hey gidi!
Bu dere gürül gürül akardı eskiden. Hele baharda yağmurlar yağdığı zaman bayırlardan akıp gelen selcikler, dereye kavuşup çoğaldığında yatağına sığmaz, taşardı. O zaman beton köprünün yerinde ağaçtan bir köprü vardı ki, üstünden geçerken sallanıp gıcırdayan; işte sarı seller yatağına sığmayıp taştığında sular üzerinden akar, viran köprü inatla direnir, dayanır yıkılmazdı. Yağmur dindiği, sel bittiği zaman köyün bütün çocukları evlerinden çıkar; suların yırttığı yerlerde at, eşek, öküz nalı, eski çiviler, küflü enserler, bir sürü demirden şeyler toplar; leblebici geldiği zaman bu demirlerle ondan sarı leblebi, iğde, susamlı simit gibi şeyler alırlar, aldıklarıyla bayram sevinci yaşarlardı. Yokluk günleriydi ama ne güzel günlerdi onlar. Hey gidi!
O zamanlar onların yaşadığı yerde çok şey yoktu belki ama bu günlerde olmayan çok şey de o günlerde vardı. Mesela olanın değerini bilmek gibi… Mesela, paylaşmanın zevkine ermek gibi… El ele vermek, omuz omuza olmanın bilincine ermek, sevmek, tırnakla kazıyarak, ter akıtarak, hayvanla bile üretimde ve tüketimde paylaşımcı olmak ve yaşamayı sevebilmeyi bilmek…
Yedi aydan beri köydeydi. Hapisten çıkınca göreve iade edilmemiş, yargı kararını beklemekteydi...
"Yer döşeğim gök yorganım devlet baba! Otuz iki yaşındayım ve daha yolun başındayım. Ortasında mı? Olsun. Bir kızım, bir de oğlum var. Çilli suratlı kara bir karım var. Bilmez misin hayatla mukavelem var. Uzun boylu zayıf babam zaten fakir… Çok toprağı, çok malı yok ki, bize bakamaz. Bakabilse bile bakmaya ne zoru var? Devlet baba bana işimi geri ver!"
Bütün suç cin Kerim’in miydi? Emperyalistlere, kan emicilere, beygir sineklerine bu sözleri söyleten cin Kerim miydi? Ezilmek istemiyor, ezilenler için ölümüne mücadele ediyor, yumruğu taş gibi havada, boğazı yırtılırcasına haykırıyordu da ona bu cezayı kim vermişti? Cin kerim mi?
Arkadaşı Azmi, üç hafta önce mektup yazmış, İstanbul’dan postalamış, bugün kendisi gelecek. Temmuz ayı, hava sıcak, her yer çatır çatır, bir kıvılcım dünyayı yangın yerine çevirecek. Kaç günlerdir köyde, karısıyla el ele omuz omuza; elinde çapa, bağ, bostan kazmıştı sıcaklardan aman dilemeyerek. O da yanmış, o da kavrulmuştu. Karısını ve çocuklarını üç yıl boyunca yılmadan, usanmadan, tek bir şikâyette bulunmadan besleyip bakan babasına yardım yapmıştı.
Bugün orak biçmeye gitmediler. Babası da gitmemiş, anası da gitmemişti. Çünkü kıymetli misafirleri gelecekti. Dava sonuç vermiş, devlet görevi iade etmiş; bir öğretmen gibi giyinip beklemesi bu sebeptendi...
Kahvede kaç saat bekledi böyle tek başına. Tek başına kaç bardak çay içti. Kaç tek sigara…
Kaç günler gerilere gitti sus pus düşüncelerde. Çocukluğundaki masum oyunlara, memurluğundaki sürgünlere, orospuca kumpaslara...
Güzel ve çirkin bir sürü. Bundan sonra gene gidecekti ne getireceği belli olmayan geleceğe ama saat on bir olmuştu beklerken ve beklediği nihayet geldi. Yeşil boyalı murat otomobil az toz içinde. Köyde insan yok. Herkes, kavrama ellik orak biçmekte, köpekler; keçi, koyun, sığır gütmekte, kediler serin gölgelerde, tavuklar otluk içlerinde, ya da çok ihtiyar neneciklerin güdümünde ama kahve kapısı açık ya, onu gören otomobil beton köprü üstünde durdu. İşte o zaman dalgınlığından kurtuldu. Dünden, dün öncesindekilerden kurtulup hemen bugünlü oldu. Gözleri gülüyordu bayram çocukları gibi. Koca yüreği içine sığmıyordu minik kuşlar gibi. Hemen koştu. Taksiden inen Azmi de ona koşuyordu eski Türk filmlerindeki ağır oynatım iki sevgili gibi.
Kavuştular. Sarmaş dolaş öyle dakikalarca kaldılar. Kaç yıl, kaç mahpuslardan sonra ama gene başarmış olmanın mutluluğunda.
Yaşasın iyi yürekli cin Kerim!
Misafirler iki koca gün Meşeköy’de kaldılar. Ne çok konuştular, gezdiler, tozdular…
Ekinler biraz tarlada beklesin dediler, bekledi. İki gün bekledi ya, bir gün daha beklesin dediler. Bekledi. Bir günden kıyamet mi kopar? Cin Kerim kulaklarına böyle söyledi. Onu dinlediler ve üçüncü gün için kasabaya gidip olta, misina, yem aldılar. İki baba, dört yavru (Sevgi, Mustafa, Hülya ve Rüya) bastılar gaza, doğru Dolap Dere dediler...
"Dolap Dere’nin suyu buz gibidir, gidin" demişti cin Kerim. "Rakı yok, bira yok! İki koca karpuz alın. Derenin suyu karpuz çatlatır, öyle… Beyaz keçi peyniri alın. Keçi peyniri yağsızdır. Kokmaz, dokunmaz, öyle… Bahçeden domates, biber, salata koparın. Gübre yok, ilaç yok, organiktir. Bir somun da köy ekmeği… Gidin be! Bir günden kıyamet mi kopar? Ekinler olmuş, tarlada beklesin. Tarlalar dağda beklesin. Dağı da tanrı... Dolu mu yağacak? Tufan mı olacak? Kaç milyar yıldır kopmamış da bir günde kıyamet mi kopacak? Kimden neyiniz eksik? Siz de bir sevinci doya doya kutlayın. Bir gün olsa bile siz de gönlünüzce yaşayın…"
Cin Kerim’i dinlediler.
Dolapdere, Dereköy’den yedi-sekiz kilometre ötede, Bulgar sınırına yakın bir yerde, Istrancalar üstünde ve orman ve abıhayat yeşilliklerin göbeğinde ve serinliklerin içinde, kirleticilere inat cennet bir yerdeydi...
Üçkaynakların başına gelince arabadan indiler. Hepsi de sevinç içinde. Balık tutacaklardı bugün kendi bildiklerince. Soğuk suyun tadına varacak, temiz havayı soluyacak, dere kenarındaki çakıl taşlarının üstüne baba bir ateş yakacak ve bir günü gönüllerince dünyadan, kavgadan, gürültüden, patırtıdan, sinir ve stresten uzak yaşayacaklardı ama artık Dolapdere de uzak değil; oraya da ulaşılmış.
Bir cip vardı kayın ağaçlarının altında, yeşil brandalı. Birileri vardı dere kenarında. Onlardan önce gelmişler, ateşi çakıl taşlarının üstüne onlardan önce şişirmişler, bir yanında dallara kadar yükselen alevler, bir yanı kızıl kor; üstünde koca bir kuzuyu çevirmekteler. Altı yedi kişi; pervasız gürültüler, ipe sapa gelmez geyik söylemler, sövmeler, sövüşmeler ve içkiler, mezeler…
Görmezden geldiler. Yanlarından geçip öteye gittiler. Öyle ya, onlara ne! Ya da onlardan kime ne!
Geçerken merhaba deseler… Afiyet olsun baylar, ya da şerefe… Boş ver, bize ne! Herkesin derdi kendine, zevki de, kimden kime ne!
Yiyecekler gölgede, karpuzlar buz gibi suyun içinde, bir de balık tutarlarsa kendilerine, işte o zaman vay be!
Çocuklar çığlık çığlığa sevinç içinde, paçaları sıvayıp koşup dereye gittiler. Hasret öğretmenle Azmi öğretmen de acemi iki balıkçı; olta hazırlama telaşı içindeyken yanlarına tin tin birisi geldi. Daha köylülerden aldıkları beleş kuzu pişmemiş, bir lokma bile et yutmadan belki de iki duble lüpletmiş, başı hafif dumanlı gibi, kırmızı gözleri biraz fesat ve kıskanç birinin gözleri gibi ve yeşil elbiseli. Ormancıydı bu gelen besbelli. Kendisi bir memur aslında ama sanki bir serseri gibi;
"Hemşerim kolay gelsin! Merhaba!"
Öğretmen Hasret:
"Merhaba!"
Ormancı:
"Siz kimsiniz bakalım böyle?"
Hasret:
"Hemşerim, sana ne?"
Ormancı:
"Bana mı ne?"
Hasret:
"Evet, sana ne! Asıl sen kimsin bakalım böyle?"
Ormancı:
"Ben bekçiyim..."
Hasret:
"Murtaza mı?"
Ormancı:
"Hayır, ormancı Resul… Ben bu dağların bekçisiyim. Yani orman muhafaza memuru… Belli değil mi?"
Hasret:
"Belli. Biz de öğretmeniz. Mavi gömleğimizden belli değil mi?"
Ormancı Resul:
"Burada ne yapıyorsunuz?"
Hasret:
"Biz mi?"
Resul:
"Yok, dedem!"
Hasret:
"Valla hemşerim olta yapıyoruz hesapta ya, başarabilirsek balık tutma niyetindeyiz."
Resul:
"Valla hemşerim, burada balık tutmak yasak!"
Hasret:
"Kim dedi?"
Resul:
"Hemşerim yasak! Kim demişmiş? Velev ki ben dedim..."
Hasret:
"Yasak olduğunu tabii ki biliyoruz. Yasak ya, balık bahane, dere şahane. Yani, av bahane, doğa harika. Yani şahane..."
Resul:
"Haa… Anladım. Peki, nerden geldiniz? Yani siz nerelisiniz?"
Hasret:
"Ben Meşeköylüyüm. Bu da arkadaşım Azmi. Kendisi misafirimdir."
Resul:
"Haa… Ben dört yıldır buralardayım. Meşeköy’de seni hiç görmedim."
Hasret:
"Sorma hemşerim, birkaç yıldır kodesteydim de…"
Resul:
"Adın ne bakalım senin?"
Hasret:
"Benim adım Kerim. Ya senin?"
Resul:
"Tövbe tövbe! Selam verdik ite, cevap verdi hav hav diye!"
Hasret:
"Beğenmedin mi?"
Resul:
"Öldüm geberdim!"
Hasret:
"Arkadaşım kusura bakma ama ben seni beğenmedim."
Resul:
"Neden?"
Hasret:
"Çünkü konuşma şeklin bozuk. Anladın…"
Resul:
“"Geçip gittiniz yanımızdan yabaniler gibi. Selam bile vermediniz be!"
Hasret:
"Arkadaşım, kusura bakma be! Bak aşağı doğru, gördün mü? Yanımızda çoluk çocuk var da... Onların çok küçük ve çok temiz ciğerleri var. Dedik ki; şimdiye dek bu temiz ciğerlerine anason kokusunu, cigara kokusunu çok çektiler sayemizde, biraz da çiçek kokusu, ot kokusu, yani dağ kokusu çeksinler. Anlarsın…"
Resul:
"Haa… Anladım. Aslında pek anlamadım ya…"
Hasret:
"Neden?"
Resul:
"Dur biraz, ben seni şimdi tanıdım. Sen şu Hasret Velioğlu olmalısın."
Hasret:
"Üstüne bastın, çek ayağını!"
Resul:
"Anarşist…"
Hasret:
"Ne dedin sen?"
Resul:
"Komünist..."
Hasret:
"Anlamadım!"
Resul:
"Yani tanıdım. Seni şimdi tanıdım. Anlatırlardı Dereköy’de. Duymuştum. Demek ki tövbe ettin…"
Hasret.
"Neye?"
Resul.
"Rakıya canım, neye olacak? Demek ki doğruymuş. Derlerdi de inanmazdım. Söz dinlemeyenin hakkı kötek… Dayak cennetten çıkmış. Yediniz dayağı, akıllandınız. Kitabı, peygamberi tanıdınız. Allah’a inandınız…"
Hasret:
"Haydi güle güle Müslüman! Afiyet olsun…"
Resul:
"Neyse… Balık tutmak yasak ama size izin verdim. Trabzonluyum aslen ya kaç yıldır buralardayım. Ne de olsa hemşeri sayılırız. Öyle ya, şu tepenin ötesi Dereköy, az ötede de Meşeköy. Ha unutmadan, tövbe etmediyseniz rakı içmeye beklerim. Yok, tövbe ettiyseniz bile sofraya kuzu yemeye beklerim. Başları ezilmiş Komünistler üstüne üç beş muhabbet ederiz..."
Hasret:
"Yok, üstü kalsın. Bahşiş niyetine. Biz gelemeyiz belki ama akşama sizi bizim köye bekleriz. Komünistlikten değil de ezilmişliğinizden, ezenlerin siz gibi ezilmişleri niye ezdiklerinden üç beş muhabbet ederiz. Rakıya şaraba tövbemiz yoktur ama suyumuz ve ateşimiz güzel, birkaç bardak tavşankanı çay içeriz. Anlarsın…"
Resul:
"Anladım…"
Bütün gün derede gezdiler. Çocuklarla çocuk olup şarkı türkü söylediler. Ciğerlerini temiz havayla şişirdiler, soğuk soğuk sular içtiler, çatlamış karpuz ve soğan peynirle ekmek yediler. Nasiplerine düştü üç alabalık, akşam olunca dönüp köye geldiler...
Geceydi...
Gün boyu tarlada çalışmış yorgun argın insanlar köy meydanındaki kahvenin önüne serilmiş, tozdan ve kirden arınık, sarı günün yangın güneşini ufkun ötesine yollamışlar, gecenin hoş serinliğinde yorgunluk atıp dinlenme niyetine kimisi orada, kimisi burada, tahta sandalyeler üstüne oturmuş çay içiyor, hoş sohbetlerin derinliğinde ama saygı ve sevginin sessizliğindeydiler...
Hasret, Azmi, Azmi’nin babası da beride, köprü dibinde, çocuklar da dizleri dibinde, onlar da hoş sohbetler içinde, yarın ola hayrola diyerek bu güzel ziyaretin üçüncü günündeyken ortalığı gürültüye boğarak, geceyi bölüp parçalayarak, tozu dumana katarak ormancılara görev için verilmiş yeşil brandalı cip yanlarına geldi.
Önce yırtık bir fren sesi, sonra stop etmiş motorun sessizliği, bez kapılar rüzgâr itmiş gibi sağa sola savrularak açıldı. İçindeki yeşil elbiseliler, ipten kurtulmuşlar gibi peşi sıra yere atladı. Gelenler Dolapdere’de kuzu çevirip rakı içen ormancılardı. Hepsi zil zurna sarhoş, hepsinin bet yüzlerinde bela yazısı; kahve önünde sessiz, sakin, kendi hallerinde oturan yorgun köylülere tepeden bakarak, kıçlarındaki tezeklerin farkında olmadan kendilerini bir şey sanarak; devletten daha devletçi; Özal gibi birinin işini bilen memuru gibi çarpık bacakları, parpul giyim kuşamlarıyla dağıtmışlar, dağılmışlar, yakalar paçada, paçalar yakada gibi sallanıp savrularak geldiler.
Cevizin altında tek başına oturan seksenlik Bektaş Dede, onları görünce beladan kaçar gibi kalkıp evine gitti. Biliyordu ki; gece vakti gelen bu aç kargalar, bu sıçanlar, bu leş gagalayan laftan anlamazlar tam belaydılar. Sözde orman muhafaza memuruydu bunlar. Gayet belirgin laubali tavırlarla, "asarım ulan seni, keserim ulan seni, var mı bana yan bakan" havalarında Bektaş Dedenin boşalttığı yere hepsi birden çöküp oturdu, tek bir komuta uyar gibi.
Gelişleri büyük bir tedirginlik yaratmıştı kahve önünde oturan köylülerde. Çünkü onların bu tavırlarını çok iyi biliyorlardı. Zaten yorgunlar. Kıpırdamaya halleri yok. Zaten kendi aralarında bile sessiz sessiz konuşuyorlardıki, iyice sustular.
Dolapdere’deki Trabzonlu, ağzını uzatarak çirkin çirkin bağırdı:
"Heey, gavaat!"
Kahveci, koşup geldi küçük adımlarla. Ellerini göbeğinin altına kavuşturup az öne eğilerek:
"Buyur Resul Bey!" dedi ona. "Hoş geldin Resul Bey, hoş geldin. Hoş geldiniz beyim! İbrahim Bey, Sayın Veysel Bey, Hüsamettin Bey, Tayyar Bey ve Zülküf kardeş… Hoş geldiniz."
Hüsamettin ormancı:
"Gavat aga, içecek neyin var?" dedi, ağzını uzatıp ha, ha, ha yaparak.
"Çayım var," dedi kahveci, biraz eğik, ezik, "arzu ederseniz…"
"Arzu etmeyiz!" diye diklendi Resul "Ulan gavat adam, hiç mi rakı içip zillenmedin hayatında? Hiç mi keyiflenmedin ziller susup sessizlik olduğunda? Çanına, ziline ot tıkatma! Bize kahve yap, haydi!"
Kahveci:
"Şey… Beyim, kahvem kalmamış da…"
Resul:
"Yok mu? Şimdi bu kahvede kahve yok mu? Tüh ağzına tüküreyim!"
Kahveci:
"Yok, beyim! Bitmiş..."
Resul:
"Ulan gavat, insanın canını sıkma! Git bul! Evde yok mu? Komşuda filan… Muhtar, muhtar… Muhtar efendi yok mu burada? Hey muhtar! Nerde ulan bu kombalak gözlü muhtar?"
Kahveci:
"Muhtar yok Resul Bey! Belki evdedir."
Resul:
"Anlamam. Gitsin biri çağırsın. Birisini de yollayın, ne Cehenneme varırsa varsın! Ayıp be! Kaç kilometre yol geldik! Bir acı kahvenizi içeriz diye. Kahve yokmuş…"
Kahveci:
"Eve gidip bakayım müsaadenizle. Beklerseniz…"
"Bekleriz." dedi Resul, sert. "Gitmek için gelmedik amına koyum. Gece uzun…" derken köprübaşında oturan öğretmenleri gördü. Şaşı gözlerini iyice açıp dikti, onları şeytani hislerle süzdü, sonra belli ki sabahki küçük tartışma aklına gelmiş olacak; Hasret gibilerini oldum olası zaten beğenmez, hiç mi hiç sevmez. Bir de ona boyun eğmemişti ya ürkek köylü insanı gibi. Garibim kahveci gibi süklüm püklüm önünde eğilmemişti ya…
Makta mı verecek ona ormandan? Kaçak odun getirince kara kış buu dediğinde; “sana ceza yazarım ulan! Ocağını kuruturum ulan! Seni aç susuz bırakırım ulan! Kodese girince karına kızına musallat olurum ulan” mı diyecek. Diyemediği için ama sırf gıcıklık için, Dolapdere’de kaçak balık avladılar ya bir açığını yakaladığı için, kendisi de bekçi; orman kanunları da bu fukara köylüleri ezip belini büküyordu ya…
Bir de çakar patlamaz tabanca belinde…
Makamım nezdinde bana muhtaçlara hükmederim havalarıyla; "Aslında bizi öğretmen arkadaşlar davet etti ya boş ver!" dedi alaysı bir ifadeyle. "Çay içeriz tavşankanı demişlerdi. Çay da içeriz ama şimdi değil. Gerçi davet etiler; geldik, hoş geldin bile demediler ya gene de neyse… Biz anlayışlıyızdır. Kimseden bir beklentimiz yok. Yoktur. Kendi işimizi kendimiz yaparız ki, ensemiz ondan kalındır. Hele hele Komünistlerden hiçbir beklentimiz olamaz. Zaten hepsi de züğürt. Kendisine olmayan bize ne verecek? Şişirdikleri balon da püf deyip sönmüş…"
"Boş ver Resul!" dedi, Veysel ormancı. Kulağına eğilip usulca; "Dalaşma lan ite! Adamlar zaten hapis yatmış. Bela çıkmasın..."
Veysel’i dinleyip sustu Resul.
Ormancıların kafaları oldukça dumanlıydı. Birer de sigara yakmışlar, sigaradan da her yer dumanlıydı. Bu sırada kahveci Yahya geldi. Elinde küçük bir cam kavanoz, yüzündeyse endişeli titrek bir gülümseme; "Varmış beyim." dedi Resul’e, kahve bulmanın verdiği sevinçle. "Ne varsa analarda var anasını satayım. Kirli çıkınlarında… Anamın kahvesini kapıp geldim. Yarın beni kesmezse iyidir. Şimdi tek tek söyleyin bakalım, kim nasıl içer kahvesini?"
"Benimki şekerli olsun." dedi İbrahim ormancı.
Veysel:
"Benimki orta…" dedi.
Ötekiler:
"Orta…" dediler, sıra sıra.
"Benimki acı olsun." dedi ukala Resul. "Çivi çiviyi söker ulan! Hem rakı iç, üstüne de şeker, şerbet... Bari eve gitseydiniz de süt içseydiniz! Benimki hem şekersiz olsun, hem de köpüklü olsun gavat! Haydi, yaylan bakalım şimdi!"
"Oğlum ağzın çok bozuldu!" diye uyardı onu Veysel. "Ayıp lan! Baban yaşında adama gavat, mavat… Başımızı belaya sokacaksın akşam akşam..."
"Bela mı?" dedi Resul. "Güldürme! Ne belası? Bu sümüklü köylülerin cümlesi bela olsa kaç yazar? Pöh!" deyip yere tükürdü. "Öyle değil mi hemşerim?" diye de Hasret’lerin masaya doğru laf attı.
Hasret:
"Ben bu iti gebertirim şimdi!" deyip hareketlendi. Arkadaşı Azmi, omzundan tutup kalkmasına müsaade etmezken;
"Dalaşma!" dedi. "Hepsi içkili. İçerler kahvelerini çekip giderler. Kaç yıl dalaştık bu gibilerle. Kaç yıl cezalarını çektik. Provokatör işte belli, anlamadın mı? Onların işi bu oğlum!"
"Provokatör filan değil." dedi Hasret. Çok kızmıştı. Sinirden geberiyor, zor sabrediyor ama yeni sunulmuş yeni bir hayat, kurulacak yeni bir düzen, yeni bir mücadele vardı istikbalde.
"Cahil, görgüsüz, kontrolsüz… Biz adam olmayız be! Yazık! Bunlar için mi mücadele ettik yıllarca? Yazık! Akıl, mantık, algılama, yorumlama… Yok, yok, yok! Kaderine sıçayım ben bunların! Bunlara orman teslim edenlere, üstüne maaş verenlere… Böyle bir devlet yönetimine… Hadi duy da, gör de dayan bakalım dayanabilirsen..."
"Kalk gidelim." dedi Azmi. "Senin sinirlerin bozuldu."
Hasret:
"Yok, iyiyim. Gideriz tamam da, dur biraz… Şimdi beş çapulcudan tırsıp kaçmak olmaz."
Cin Kerim, öyle dedi. "Kaçmak" dedi. "Bir uzun yol var. Bunun bir başı, bir de sonu var. Kaçmak kurtuluş değil. Kaçarak yaşamaksa yaşamak değil. Nereye, ne zamana kadar kaçmak? Kaçanın anası ağlamazmış. Yalandır bu, yanlış! Kaçılacak haller de var tabii ama böyle basitçe kaçmak hayat boyu hep kaçmak demek; kaçarak yaşamak da korkular içinde yaşamak demektir ki bu seni mutsuz eder. Kalk git ama eve değil kendini bilmezlerin yanına. İkaz et. Güzel güzel söyle, anlat. Tatlı dil ve delikten çıkan yılan misali…"
Hasret öğretmen Cin Kerim’i dinleyip ormancıların yanına gitti. "Arkadaşlar…" dedi onlara. "İçkilisiniz belli. Belli değil sizi Dolapdere’de gördüm, biliyorum. Ama bu ağzı bozuk arkadaşınızın niyeti nedir onu pek bilmiyorum. Rica etsem de onu sustursanız… Ya da kahve filan içmeden kalkıp gitseniz de yarın akşama ayık kafayla gelseniz…"
"Tamam, hocam!" dedi İbrahim ormancı. "Kusura bakmayın. Resul aslında iyi çocuktur ama biraz kafası bozuk bugün. Biraz idare etseniz... Yahya aga kahveleri hazırladı, ziyan olmasınlar. İçip gideriz. Meraklanmayın kötü birşey olmaz. Öyle değil mi Resul?" derken genç Resul’ün sırtını sıvazladı. "Daha kendisi üç yaşındayken babası anasını bırakmış. İki arada bir derede yetim kalmış. Kaç yıl yurtta, yuvada yaşamış. Anlarsın… Öyle değil mi Resul?"
"Anladım da…" dedi Hasret, "Bu üzücü bahane bu çirkin hakkı vermez ki ona!"
"İşte gördün mü?" dedi Resul. "Anlamaz İbrahim abi! Bunlar insan halinden anlamaz. Anladın mı lan?" diye bağırdı Hasret öğretmene.
"Tövbe, tövbe…" dedi Hasret. Dişlerini sıkıp sustu.
Resul:
"Ne tövbesi lan? Senin Allah’ın var mı da tövbe çekiyorsun?"
Hasret:
"Sana ne lan! Hemşerim… Bak hemşerim, sen bela mısın? Bugün derede konuşmadık mı seninle?"
Resul:
"Haa… Konuştuk. Doğruu… Bak bunu unutmuştum, iyi ki hatırlattın. Oğlum, sana ceza yazmıştım ben, şimdi hatırladım. Hadi bakalım yaylan da ufak ufak bakkala git sen. Bakkal açık mı lan! Haa ışıkları yanıyor. Açık. O zaman bize beş tane bira al ve gel. Buz gibi, soğuk… Anladın mı lan! Kırk bir lira ceza yazdım sana ama neyse… Misafirin var Ankara’dan gelmiş. Onun hatırına… Biz de köyünüzde misafiriz ya, yani onun dalgasına… Beş bira alırsan cezanı silerim."
Hasret öğretmen:
"Ne cezası yazdın sen bana Pazar günü?"
Ormancı Resul:
"Lan, balık tutmadınız mı Dolapdere’den?"
Hasret:
"Tuttuk…"
Resul:
"İşte onun cezası…"
Hasret:
"Balıklar senin mi?"
Resul:
"Devletin…"
Hasret:
"Öyleyse sana ne?"
Resul:
"Ben devletim lan, ne demek sana ne?"
Gene tövbe çekti Hasret. Ama bu sefer sinirli değil gülümseyerek. Aslında Resul, kızılacak değil gülünecek bir adam. Onu anlamıştı. Yani o komik bir adam. Yani, aslında acınacak bir adam...
"Tamam hemşerim." dedi, yumuşak. "İyi… Madem ceza yazdın… Madem yasaklara uymayıp cezalandık, biz de öderiz. Ama ceza devlete birayla ödenmez…"
Elini cebine atıp bir avuç bozuk para çıkardı. İçinden sayarak bir miktar ayırıp ormancı Resul’e uzattı;
"Al bakalım..." dedi.
Resul:
"Bu ne?" dedi, aval aval bakarak.
Hasret:
"Ceza…" dedi.
Resul:
"Bu ne lan?"
Hasret:
"Ceza lan!"
Cezacı Resul, avucundaki paraları saydı. Bir, bir buçuk, iki, üç, dört, dört buçuk. "Bu ne lan, dört buçuk lira? Senin cezan dört buçuk değil, kırk bir lira!"
Hasret:
"Kırk bir kere maşallah hemşerim! Hangi kanun, kaçıncı madde, kaçıncı fıkra? Ulan Çağlayık Köyü muhtarı kuzuyu kesti, yüzdü, içini temizleyip size verdi. Cipi deposu dolu olarak devlet verdi. Kendi keyfinize dağ bayır gezdiniz, sonra da Dolapdere’ye geldiniz. Odunu ormandan kesip ateşi gürlettiniz. Beleşe. Kuzu döne döne pişti; ellerinizi yalaya yalaya yediniz. Çağlayıklı çobana kaç para ceza ödediniz? Rakıları Kula Köylüsü verdi. Dolapdere’nin suyunda soğutup içtiniz. Fakir Kula Köylüsüne kaç para ceza ödediniz? Adamın canını sıkma! Üç tane balık tuttuk, o da çocuklar balık tutmuş olsunlar diye. Tanesi bir buçuktan eder dört buçuk lira. Haydi nazlanma al işte!"
Resul:
"Lan, sen benle dalga mı geçiyorsun?"
Hasret:
"Dalga filan geçtiğim yok. Çiftlikte Alabalığın tanesini iki buçuk liradan satıyorlar. Ama onlar büyük, teki iki yüz elli gram gelir. Bizim tuttuklarımız küçük. Gelse gelse yüz elli gram gelir. Etsin diyelim, tanesi bir buçuktan üçü dört buçuk, al işte!
Ormancı Resul, derede bir içmişse, içip kendinden geçmişse, bu öğretmen ibnesi de ne beter birisi çıktı be! Bir de beyninin merkezinde devrimci akıllı Cin Kerim diye bir mi var ne! Onun sayesinde Meşeköy’de içkileri içmeden üçledi, beşledi. Aklı kilitlendi, mantık zaten yok; iyice hiçlendi. Algılama sıfır, yorumlama eksi sıfırken masaya yüklenip kalktı. Geri geri beş adım öteye gitti. Elini beline attı, silahı kaptı, mekanizma şak şuk yaptı; nişan almadan tetiğe bastı. İki patlama sesi karanlıkta yankılandı...
"Benimle dalga geçilmez laaan!"
Olan olmuş, her şey bir anda olmuş, her yere duman ve barut kokusu dolmuştu. Masalar yıkıldı peşi peşine. Sandalyeler yerlerde, korkmuş insanlar can havliyle hepsi upuzun tozlar içinde. Kahvenin önü dümdüz...
Hasret öğretmen karnından vurulmuştu...
Resul’ün üç adım geriye gidişi, şak şuk sonrasında ateş edişi ve mermilerin karnına girişi…
Gık bile diyemeden iki büklüm oldu Hasret, ellerini vurulan yere koydu. Sonra gözleri karardı, başı döndü, diz bağları çözüldü ve yıkılan masanın dibine dizleri üstüne çöktü. Sesi soluğu kesilmişti ki, diyemedi vuruldum...
"Ben adamı böyle mıhlarım laaan!"
Şaka mı Resul? Sen hayatında kaç kişiyi mıhladın? Ne yaptın Resul? Ananla baban sen üç yaşındayken ayrıldı, arada kaldın. Kaç yıl, kaç yıl; hem öksüz hem de yetim yurtta yuvada kaldın! Seni devlet mi büyüttü? Okuttu, iş verdi, memur etti; sadakatin bu mu Resul? Dağlarda gezdin at üstünde. Kışın ak kar, yazın yeşil otlaklar içinde geyik kovalarken karaca mı vurdun Resul? Bu bir insan, şimdiye kadar kaç insan öldürdün Resul?
Resul, ruh gibi… Benliğini yitirmiş, başı bir ot çuvalı, zaten kanı sulanık ve her yer her şey bulanık. Tetiği iki kez çekmiş, Hasret öğretmenin karnını iki yerinden delmiş; her yer dümdüz. Bir kaç masa, bir sürü sandalye, köylü kırk bir kişi, ormancı arkadaşları dört kişi, bir de şoför Zülküf… Hepsi yüzükoyun yerde, toz toprak içinde ve Kırıkkale daha bir sürü serseri kurşun kusmak isterse diye can derdindeyken o, hep bağırıyordu; "Benle dalga geçilmez laaan!"
Bir dakika, iki dakika, üç, üç buçuk, dört…
Önce Azmi’nin babası emekli başçavuş kalktı ayağa. Baktı ki, Hasret vurulmuş, karnı hep kan içinde. İşte o zaman o da can evinden vuruldu. Elini beline attı, görev yadigârı Kırıkkale’yi aldı, mekanizma şak şuk yaptı, tetiğe tam üç kez bastı; üç kurşunu ormancı Resul’ün karnına yolladı...
Hasret’in iki, Resul’ün karnında üç delik açılmıştı. O da Hasret gibi sırtını kambur yaptı, karnı içine kaçtı, elindeki tabancayı usulca yere saldı. İki eliyle karnındaki delikleri kapamaya çalıştı. O da Hasret gibi "vuruldum laan" diye bağıramadı. Nefesi kesildi, dili kilitlendi, titredi ve içi boş bir kütük gibi devrildi. Devrildiği yerden küt bir ses geldi...
Herşey şaka gibi bir anda olup bitmişti. Üç dört dakika da bundan sonra geçti. Sonra can derdiyle kendilerini yere atan kırk yedi köylü kişi kendine gelip kalktılar. Üstlerine bulaşan tozları silkeleyip attılar, vurulanların yanında toplandılar...
Hasret Öğretmen, önce dizlerinin üstüne çökmüştü. Birkaç dakika zor dayanıp sonrasında yıkılıp yere yan yattı. Elleri karnında, ne kadar bastırsa da delik yerlerden kan akıyordu...
Kan candır. Her can bir hayattır. Beden ve ruh, ikisi de birbirine muhtaçtır. Kan bedenden akınca, can parmak uçlarından başlayarak çıkmaya başlamıştı.
Ölüm işte bu!
Ölüm hem çok zordur, hem de çok kolay. Yaşam işte bu! Çok zor ve çok kolay. Bugün var, yarın yoksun. Akşam uyudun, sabahı uyanamamışsındır...
Yakalamış, tam ölümün sırrını anlayacak; ölürse, ya da ölümden dönerse… Ne karmaşık! Ölüm nedir, onu yaşayıp hayattakilere anlatacaktı ama ne karmaşık… Bu karmaşıklığı çözemeden bayıldı...
İnsan bedeninde kaç litre kan dolaşıyor? Kaç litre kan, durmak bilmeksizin hücrelere can taşıyor?
Arkadaşı Azmi’nin babası eski bir asker. Kıbrıs’ta savaşmış. Kaç kez silah patlatmış, kaç kez insan avlamış. Kaç yarayı sarıp, kaç can yaşatmış. Tecrübeli. Azmi ve o Hasret’in başında, sarhoş ormancılar karnı delinmiş Resul’ün başında, kırk bir köylü olmuşlar şimdi yetmiş iki; onlar da ahların vahların arkasında; vurulanlar gözleri önünde ölüyor da ne yapsınlar?
Usul usul ölüyordu Hasret. Yere yan yatmış, toz ve toprakların içine, Azrail de gelmiş başı dibine; "hey insanoğlu!" diyordu ona, yaşayanların duyamayacağı bir sesle. "İşte bitti. Buraya kadar. Aciz bedenin topraktan geldi gene toprağa gidecek. Bak şimdi düşmüşsün; yüzün gözün toz içinde. Cin Kerim’i dinleyip karnından delindin. Bütün kanın bu delikten akıp biraz sonra bitecek. Ve o zaman iş bitecek. Ruhunu tanrı verdi, o gene tanrıya gidecek. Kural böyle. Çek ellerini karnından, boşuna direnme!
Hasret, ellerini karnından çekemiyordu. Arkadaşı Azmi, ceketini çıkarıp yastık gibi başının altına koymuş, bir taraftan da ona yalvarıyor; "Ölme yoldaş" diyordu. "Nolur ölme! Diren bu kahpe ölüme! Azrail’i dinleme! Daha çok gençsin, sakın ölme! Kızın Sevgi on üç yaşında be! Oğlun Mustafa on birinde… Çilli suratlı kara Gökçe’yi ebedi bir karanlığa gömme! Onlar daha ne günler görecek, ne olur Azrail’in peşinden gitme!"
Ne bir ses, ne bir kıpırtı; devinimsiz, depreşimsiz, duyusuz, duygusuz ve mavi gömleği kızıl kanlar içinde…
Emekli Başçavuş yırttı mavi gömleği. Bir parça koparıp aldı, Azrail’in isteyip de kendisinin alamadığı ellerini de yaralı karnından kaldırıp aldı.
"Tampon, tampon, tampon… Kan durmalı, kan durmalı, durmalı… Akmamalı… Bırak sızlanmayı Azmi Bey! Bırak ağlamayı, beyhude yakarmayı! Arabayı çalıştır çabuk! Hastane, hastane, hastane… Hastane nerede?"
Hastane şehirde.
Şehir nerede?
Ötede.
Öte nere? Uzak mı?
Uzak değil, yakın.
Kaç kilometre?
Araba hızlı giderse on beş dakikalık ötede…
Eski asker çok tecrübeliydi. Neyi nasıl yapacağını, kanı nasıl durduracağını çok iyi biliyordu. Tampon, tampon… Çünkü kan akıp gidiyor, yaralı usul usul ölüyordu...
Azrail başı dibinde; "boşuna direnme ey insanoğlu!" diyordu ona. "Geldin, uzun yaşamanın sırrına eremedin ve erkenden gidiyorsun. Yazgın bu. Tampon hikâye, değil mi? Biliyorsun. Delik kapandı, kan kesildi mi? Arkan delik, kulakların delik, burnun delik… Bak, kan ağzından akıyor, çünkü ağzın da delik!"
Ağzının kıyısından azıcık kan sızıyordu Hasret’in. Bereket ki burun delikleri açık, usul usul da olsa hala soluk alıp verebiliyordu...
"Ruhunu bana ver. Teslim ol. Bu yalan dünyada bir beden edindin, ruhla takviye edilip yaşayan bir canlı kabul edildin. Candı bedeni yürütüp işleten, kıymetini bilmedin. İşte beden ölüyor. Dedim ya, o topraktan geldi, toprağa gidecek. Hadi söz dinle ve püf de, ruh benim. Direnme ver! Ruh emanetti, onu geri ver!"
Hasret, direniyordu da içi sıkıntıda. Kendisini koruyup kollayamayan, ayağa kalkıp taşıyamayan bedenden püf bile demeden sessizce çıkmış; Azrail’in peşinde usul usul göğe doğru gidiyordu. Galiba her şey burada bitiyordu…
Az ötede bir köprü, köprünün ötesinde uzun bir servi. Servi ağacı yüksek mi yüksek, sanki başı arşa değiyor. Dallarında serçeler… Minicik yürekleri güp güp eden kuşlar ağlamaklı gözlerle, çaresiz Hasret’in Azrail’in peşi sıra gidişini seyrediyorlar.
Hey gidi hayat…
Daha dün çocuktu. Ahşap köprü sallanıp gıcır gıcır ederken, yüzlerce serçe servinin tepesinde vıcır vıcır ederken…
Daha beş yaşındaydı kibrit çakıp akan suyu yaktığında. Kahvenin küllüğünde oynuyordu. Atık radyo pilleri topluyordu. Duran ustadan öğrenmiş, ahıra elektrik tesisatı yapıyordu. Ampul yanınca karanlık ahır aydınlanıyordu. Su yanmıyordu ama dere boyundaki top top kuru otlar yanmış, kahveci Yahya ense köküne koca bir şamar patlatıyordu…
Hani, Cin Kerim şimdi nerede?
Cin Kerim’le henüz beş yaşındayken tanışmışlardı. Hep cinlik etmişti hayatı boyunca. Kimi altına işetmiş, kimi yaramazlık etmesini, kimi sövmesini, isyan etmesini öğretmiş, başını ufak tefek belalara vermişti ama sonra büyümüş, aklı Kemale ermiş ve ona söz vermişti. Cin Kerim kendisine söz vermişti. Hani şimdi? Hani, o nerede? "Bu yolda beraber yürüyeceğiz, her zorluğu beraber yeneceğiz, ölene dek anca beraber kanca beraber" demişti ama hani şimdi nerede? Hani, o ölürken Cin Kerim nerede?
"Dur!" dedi kulağına usulca. Demek gelmişti gene. "Dur, nereye?" İşte tam o zaman ruhu uzun kavağın tepe yerinde, çok yüksekteydi. Azrail’in peşine takılmış gidiyorken onu duyunca durdu.
"Ben Cin değil senim. Beyninnin merkeziyim. Kalbin, böbreğin, ciğerin… Her şeyin. Öldün mü de gidiyorsun? Dur!"
Azrail’se ısrarlı; "Durma gel…" diyordu boyuna. "Gitme dur! Bak… Başını eğ ve yere bak. Bak. Yerde yatan kendi bedenine bak. Öldün mü? Bak kanın durdu, akmıyor. Bak, kalbin hala atıyor. Burnun açık, soluyorsun. Pantolonun mu ıslak? Güldürme beni! İşemişsin gene. Ben mi işettim? Boş ver!"
Ruhu uzun ve ulu servinin tepesindeydi. Gitmek mi zor kalmak mı misali çok yükseklerden yeri seyrediyordu. Bir sürü insan bedeni başında; kimisi gidiyor, kimisi geliyor, koşmaca, koşuşturmaca, adamlar, kadınlar, gençler, yaşlılar, hepsi canla başla bir şeyler yapmaya çalışıyor, yaşatabilmenin savaşını veriyorlardı sevdikleri için...
Bırak Azrail’in Peşini! Onun tek işi can almak. Şimdi değil, şimdi değil. Daha vakit erken! Programda bir hata var. Yüklemede yanlışlık yapılmış. Bir yanlışlık var. Bu Azrail de neden çok aceleci ki? Bırak onun peşini! Hayran gönüllü, terelelli, ne oldum delisi, telaşe müdürü! Çok işi varsa, acelesi bu yüzdense sana ne, sal gitsin! Şimdi gitsin, sonra gelsin. Sana ne!
Ruhu uzun kavağın tepesinde, arşın altı yüksek bir yerden yaralı bedenine bakıyor, bir türlü kopup gidemiyordu...
Gök kapısı kapansın!
Karısını görüyordu. Orada, köprübaşında. Yere çökmüş. Dirsekleri dizlerinde, başı elleri arasında, ağlıyor muydu ne?
Gök kapısı açıldı mı? Kapansın…
Cin Kerim, bağırıyordu Azrail’e; "Çek git, çek git işine! Bak, bir kızı bir de oğlu var onun. Bak, gencecik bir karısı var onun. Bak, uzun boylu zayıf babası şimdi kambur, onu okutmak için eriyip bitmiş. Anasına bak! Te çeşme önünde… Ak saçları tiftik tiftik. Gördün mü? Az mı ağladı üç yıl. Az mı gözyaşı döktü oğlu mahpustayken. Gözpınarları kurumuş. Bak, çeşme önünde. Gördün mü? Yanaklarını suyla mı ıslasın şimdi? Çık git, çık gök kapısından öteye. Giderken kapıyı da çek, bir daha zamansız gelme!"
Kucakladılar pörsük bedenini usulca. "Yavaş, yavaş! Yavaş olun, sarsmayın! Başını tut Azmi, sarkmasın! Ayaklarını iyi tut Saim, kapıya çarpmasın! Fevzi, Nedim, Naim aga… Haydi hooopp… Hoppala. Gökçe kardeş, komşu teyze, küçük dede, Miğremşe inge, Ümmüş nene…"
Kucaklayıp Murat yüz yirmi dörde taşıdılar. Gökçe, arkanın soluna oturdu. Yaralıyı koltuğa uzattılar. Ayakları sağ kapının yanında, düşmüş başı Gökçe’nin kucağında… Azmi öğretmen, bastı gaza. Haydi hastane, hastane, hastane…
Ruhu hala yükseklerde, yerdeki kendi bedeninin hallerine bakarken Cin kerim’i dinleyip Azrail’e veda etti. Gök bıraktı onu, yer çekti onu ve koşup otomobilde yatan yaralı bedenine kavuştu. Sevgili karısı Gökçe, onun soğuk terli başını okşuyordu…
Hastane günleri…
Ak giysili Melekler başında pervane dönerken ameliyat uzun sürdü. Karnına saplanan kurşunlar tek tek çıkarıldı. Babasının kanından kanına takviye yapıldı. Babasıyla kan kardeşi olmuşlardı. Yaralar dikilip kapatıldı, sarılıp sarmalandı ve yaşatıldı...
Ak çarşaflar içinde yatarken vakit sabaha karşıydı…
Horozlar mı ötüyordu ne yeni güne? Usul usul kendine gelirken çok derinlerden gelen bazı sesler işitiyordu. İç içe, üst üste, anlaşılır anlaşılmaz… Ama sert değil, yumuşak. Karnı acımıyor, başı ağrımıyor, akan kadar kan verilmiş; ayaklarını, ellerini hissediyor, parmak uçlarında gezinen karıncalar gitmiş.
Karmaşık sesler içinden bir ses seçiyor kendine. Bu ses yabancı değil ama acaba kimin sesi?
"Öldün mü laan?"
"Ölmedim." diyor, duyulur duyulmaz.
"Öldün mü laan?"
Sesi tanıyor ve "Ölmedim." diyor dudaklarını kıpırdatmadan. Öldün mü diyen, görünmeyen Resul’ün sesi, ölmedim diyen de kendi içindeki Kerim’in sesi...
Hasret:
"Ya sen? Sen öldün mü?"
Resul:
"Ölmedim lan!" diyor
"Ölmedin mi?"
"Ölmedim..."
"Peki, nerdesin şimdi?"
"Hastanedeyim."
"Ben de hastanedeyim."
"Biliyorum."
"Biliyor musun?"
Resul:
"Biliyorum lan salak! Aramızda sadece bir duvar var. Ötede sen, beride ben. Sana iki gönderdim, üç kurşunla ödüllendirildim. Ama ölmedim lan!"
Hasret:
"Yanında kim var?"
Resul:
"Yalnızım laaann! Yalnızım…"
Bir gün çok içmiş Resul. Karısına hakaret etmiş. Dövmüş bile. O da dayanamayıp çocuklarıyla birlikte kaçıp baba ocağına gitmiş…
Elleri karısı Gökçe’nin ellerinde, kapalı gözleri onun menekşe gözlerde; Cin Kerim’i acilen Trabzon’a gönderdi. "Tez git karısına haber ilet" dedi. "Söyle ona, Resul tövbe etti, çocukları alıp geri gelsin."
Cin Kerim onu dinledi. Cin Kerim onun kendi iç sesiydi.
Hastanede çok değil az kaldılar. Bu olay ikisine de ders oldu; hayata yeniden bağlandılar...
Hastanede on üçüncü gün…
Kapı usulca açıldı. O zaman Hasret, ayaklarını sarkıtmış yatakta oturuyordu. Kapıdaki de ormancı Resul’dü. Yüzünde tebessüm; suyu buz gibi akan Dolapdere’deki gibi değil, köy kahvesindeki gibi hiç değil, bambaşka biri gibi usulca odaya girdi.
"Merhaba Hasret Bey!" dedi.
Hasret:
"Merhaba." dedi
Resul:
"Ben çıkıyorum. İyileştim."
Başıyla yanındakini gösterdi; "Bu..." dedi "karım Fadime… Bu kızım Dicle. Dicle on üç yaşında. Bu oğlum Fırat, o da on birinde…"
Hasret:
"Sen nerelisin hemşerim?" dedi.
Resul:
"Diyarbakırlıyım hemşerim."
Hasret:
"Yalancı! Hani Trabzonluyum demiştin bana…"
Resul:
"Karım Karadenizlidir."
Hasret:
"Anlamıştım ama…"
Resul:
"Anladığını ben de anlamıştım."
Sol elindekini Hasret öğretmene gösterdi. "Bu…" dedi. "Senin kanlı mavi gömleğin. Gökçe bacım bana verdi."
Sonra sağ elini uzattı. Uzattığı elinde başka bir mavi gömlek, çoktan kurumuş ama o da kan içindeydi. "Al…" dedi. "Bu da benim ki. Kızım sana vermemi istedi. Kardeş olduk lan! Kan kardeşi…"
Hasret öğretmen gülümsedi;
"Birbirimizi dövüp sonra dost mu olduk?" diye de sitem etti.
"Öldürmedik ya lan!" dedi ormancı Resul. "Al işte! Biz zaten kardeş değil miydik kaç bin yıldan beri? Al işte!"
Hasret:
"Tamam hemşerim..." dedi.
Resul, biraz daha gülümsedi; "Çabuk kalk lan!" diye diklendi yeni dostuna. "Bekliyorum bak! Dolapdere’deki balıkların hepsi Dicle’nin, Fırat’ın, Sevgi’nin, Mustafa’nın… Hepsi çocukların. Kuzu benden, rakı senden lan! Bekliyorum bak, tamam mı?"
Hasret:
"Senin baban çok mu akıllı?" dedi, gülümseyerek. "Kuzu sevmem ama oğlak Çağlayık’tan, rakılar Kula’dan… Beleş lan!"
Resul:
"Tövbe laan! Yoksul köylünün malına, olmayan parasına, beleşin anasına avradına… Tövbe lan! Çabuk çık, bekliyorum. Yaparız bir şeyler. Ha, unutmadan; mavi gömleği iyi sakla. Altın kilitli sandıkta sakla. Ölene kadar… Yok yok; ölene değil kıyamete kadar. Ben çocuklarım Dicle’ye, Fırat’a söyledim. Onlar çocuklarına, çocukları da çocuklarına anlatacak. Çocuklarının çocukları da kendi çocuklarına… Kardeşlik adına lan, kardeşlik adına…"
Tevfik Tekmen. 23/Ağustos/2008-Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.