- 1372 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
Üç Konu / Üç Beş Anı
Üç konu üç beş anı
dört hafta izinden aklımda kalanlar...
Hava bugün oldukça güzel. Güneş her on dakikada bir kaç serseri bulutun arkasına saklansa da, iki gündür balkon ıslatan gece yağmurları yerini ılık meltemli, açık ve dışarıda kahve içmeye uygun bir ağustosa bırakmış.
7-8 gün oldu 42 dereceden 18’lere geçişi yaşıyorum. Burası girizgahtı.
Dört hafta susuz kalan balkon çiçeklerim; güneş yüzü görmeyen, yaz aylarında bile haftanın iki gününün yağmurlu geçtiği Almanya’da nasıl kurumuşlar hâlâ anlamış değilim.
İlk işim yeni Alp gülleri filizlemek oldu, çünkü onlar sert rüzgarlara dayanıklı ve ilk kar yağana kadar aynı güzellikte kalıyorlar. Dört ayrı renk, dört ayrı güzellik, Allah’ın sanatı...
Kahve dedim de;
Aksaray belediyesi şehrin merkezinde geniş bir alana, büyük bir açık hava kafeteryası yapmış.
Yoğun koşuşturmalar ardından, bir gazete alır oraya sütlü kahve artı soğuk su filan içmeye gider, köşe yazılarını okur dinlenirdim bir iki saat.
İsmi; Türk Kahvesi, diğerinin ismini bilmiyorum (servis yapan nazik hanımefendi)
"Gözleriniz bana birini hatırlatıyor" diyemeyen biri her halde ismini de soramazdı. Gerçekten hatırlatıyordu. Lise aşkı yıllarından aklıma yer eden bir renk vardı sanki...Kimbilir belki onun kızı veya akrabalarından biri olabilirdi.
Aradan 35 yıl geçmiş oysa,
unutulacak kadar uzun bir süre aslında, boş bir düşünce benimkisi,
içimden gelip geçtiler o an...
...
İkindi serinliğinde edebiyat bölümünden, mezun olduğum ve kazandığım bir üniversitede, okuma hakkımın elimizden alındığı yüksek okula salavatla bir iki ay anca gidebildiğim yıllardı.
Ya taraf ya bertaraf günleriydi o zamanla maalesef. Lisemin adının değişmiş olduğunu, kemerli giriş kapısı üzerindeki "TC Aksaray Anadolu Lisesi" tabelasından farkettim. Taş yapılı tarihi ve dört tarafı yüksek duvarlarla çevrilmiş üç katlı bir bina.
O zamanın öğrencilik yaşlarımda, öğretmenlerimizin teşvikiyle boş derslerde tüm çevresine minik minik fidanlar diktiğimiz ve ilk gençlik aşkımızı platonik olarak yaşadığımız lise yılları...
Kavga yılları, henüz onyedi yaşında nezaret, karakol ve bir davaya gönül verme yılları...
O fidanlardan öylesine büyümüşler ki, üç katlı okul binasının boyunda. Dış kapı kapalıydı haftasonu olduğu için.
Yeşilin her tonunda, ve giriş merdivenlerindeki rengarenk çiçekleri seyrettim dışarıdan, tekrar genç olup, aynı günleri yeniden yaşamak sadece bir hayaldi ve hayali bile güzeldi.
35 yıl bir ömür yarısı...
...
Bir vekalet konusu için yurt dışı görüşmem olacak. Postaneye gittim. Dışarıda 7-8 yan yana telefon kulübesi var, tamamı telefon kartı ile çalışıyor.
Kartı almak içinde, postaneye girip satış gişesinin birinden alıp çıkıyor ve dışarıdaki boş bir telefon kulübesine yöneliyorsunuz.
İçeri girdim hemen girişte iki satış gişesi var. Birinde çalışan görevli memur, iki metre arkada bilgisayarla bir şeyler yapıyor, diğer gişedeki memur tek başına ve o anda sırada olan onbir vatandaşın işi ile meşgul ben dokuzuncu sıradayım. Yavaş yavaş ilerliyor kuyruk. Benim gözlerim bilgisayar başında oturan diğer memurda. Adam arasıra tebessüm ediyor filan, bence postane ile ilgili bir iş değildi yaptığı, ya biriyle konuşuyor ya da okey mokey bir şeyler oynuyordu. El hareketleri ve yüzündeki ifadeden aynen böyle düşünüyordum. Bu arada kuyruk uzuyor yavaş yavaş. Diğer memurla göz göze bakıştılar bir ara ve yerinden kalkıp ikinci gişeye geçti okeyci memur. Bir iki kişiden sonra ben de diğer gişe kuyruğuna geçtim ve sıra bana geldi yarım saat sonra. Telefon kartı, ödeme ve para üstü faslına kadar hiç ses etmedim.
Tam çıkarken memurun duyabileceği şekilde, " okey atabildiniz mi bari " dedim ve cevabını beklemeden çıktım gittim. Yüz şekli nasıl oldu artık görme imkanım olmadı ama yarım saat beklemenin sonunda, küçük bir rahatlama hissettim kendimde.
...
Şaban’la tapu dairesinin ikinci katında tanıştım.
İlk müracaatları o alıyor, kimde hangi evrak eksik, neler lazım söylüyor, kimini vergi dairesine kimini alt kattaki fotokopi makinasına, cepheden bakma resimleri olmayanları da üç beş duraklık (minibüs) bir fotoğrafçıya yolluyor v.s. İşinin uzmanı, çok şakacı ve eli dili şahbaz biri. Aha dedim; Burada sıram geç gelse de Şaban’ı gözlemler, vaktin nasıl geçtiğini anlamam hiç.
Aslında tapu dairesine üç beş gün gidip geldim ve o kuyrukta yazmak için bayağı bir malzeme yakaladım.
...
Genç bir beyefendi annesinin nüfus cüzdanını almış gelmiş tapu çıkaracak. Şaban soruyor: "anan sağ mı" genç; "evet" Şaban; " hani kendisi nerede?" genç: "nüfus cüzdanı var ya" Şaban: " Kendisi varken o işe yaramaz evladım, hadi git ananı da al gel" Bu veya buna benzer diyaloglara şahit oluyorum orada.
Bir diğer gün gittiğimde; öğle paydosuna yakın saatlerdi ve dünkü kadar kalabalık değildi. Müracaatlarını yapanlar yapmış, numaralarını almışlar diğer yan yana olan dairelerden bir çalışan çağıracak diye, oturmuş bekliyorlar. Yani Şaban on onbeş dakika serbest.
Hafif sararmış kart bir salatalık var elinde (acur derler bizim oralarda) kabuklarını soymuş, bir bardak çay var yanında,onu alelacele yemeye çalışıyor. Bizi görünce dünden hatırladığı için gülümseyerek selâm verdi. "Sırada kimse yok, şu hıyarı tuzluyarak yiyim evrakları alacağım dedi" .yanımda benden iki yaş küçük erkek kardeşimi bi gülme krizi tuttu, yalnız tam gülemiyor bir türlü, kendini sıkıp duruyor. Dedim ki; "aşağı in, bir serbest yer bul, iyice gül sonra çıkarsın tekrar" Sonra evrakları tamamlayıp ertesi güne randevu aldık.
Sıradayız; Şaban’ın banka veznesi gibi küçük bir penceresi olan bürosu önünde ayakta bekliyoruz. Kardeşim de yanımda. Elimde bir dosya var ve ben sıramız gelmeden eksik filan var mı diye kardeşimle dosyayı sayfa sayfa gözden geçiriyorum. Arkamızda da kirli sakallı bir adam var. Hani otobüste filan gazete okursunuz da meraklı biri göz ucuyla sizinle birlikte okur ya, tam da öyle. Adam ikimizin arasından boynunu uzatmış, bizimle birlikte merakla inceliyor dosyayı. Farkettim ve dosyayı burnuna hemen hemen değecek kadar uzattım,
dedim: " çok özür, size çok zahmet verdik, neredeyse boynunuz kırılacak. Buyurun rahat okuyun" Adam bir döndü yönünü, galiba sırası gelene kadar sırtı dönük bekledi, orasına dikkat etmedim daha.
Çünkü benim de ona sırtım dönüktü.
...
Bir hafta sonra Aydın’dayım.
Çünkü canım anneceğim ve öğretmen kız kardeşim orada ikamet ediyorlar.
Özlem, ziyaret, kucaklaşma, koklaşma...
Sigaram bitti Aydın’da. Küçük, büfeden az büyük bir dükkan gördüm ve girdim içeri. Sigarayı aldım, adam para üstü verirken rafta bir şeye gözüme ilişti. Galiba hediyelik süslü cezve, çay kahve takımı gibi şeylerdi.
Maksat muhabbet olsun gibicesine, süslü bakır cezvenin fiyatını sordum. Adam bir zahmet fiyatını söyleyeceğine; "Üzerinde yazıyor ya!" demez mi, sonra da ardından;
"Uzağı göremiyorum buradan" diye ilave etti.
Ben de gayr-ı ihtiyari ve hafiften; "Ben de yakını göremiyorum, ayıkla pirincin taşını o zaman."
Halbuki çok şey gördüğümün farkında bile değildi esnaf olacak o yakışıklı...
Kaldı ki gözlerim kara tarlada kara karıncayı görecek kadar keskindi.
...
Akşamdan kalma bir demokrasi mitinginin ertesinde sabah çorbası içmeye çıktım. O meydan ve yollar en az beş on cm çekirdek kabuğu, mısır artıkları, pet şişeler, poşetler vs.vs.. "Vay be!" dedim içimden.
Yerde unutulmuş bir bayrak buldum, öptüm,başıma koydum ve onu yanıma aldım eve götürdüm. Kaldığım yerde başucuma astım ve dönüşte de yanımda getirdim. Bana güzel ülkemin demokrasi hatırası...
Sevgi’ evet sevgi çok güzel bir duygu. Sokak kedilerinin gözlerinden okudum... Gözlerimin içine bakarak bir şeyler anlatmaya çalıştılar. Onlarla epey konuştum üşenmeden. İkisi kavga ediyordu, sözlerimi anlıyormuş gibi güzelce dinleyip, kavgayı bıraktılar. Belki de anlıyor ama anlatamıyorlardur. Yüce Allah’ın onlara bahşettiği ne sırlar vardır kimbilir...
Ha onlarla diyaloğumu görenler: "Delinin biridir demiş olabilirler ardımdan. Burayı geçelim...
Gözlerim yoruldu artık yazmaktan.
Gelecek günlerin hepinize güzellikler getirmesi dileklerim,
sonsuz saygı ve sevgilerimle
Hoş kalasınız..
Hilmi Yazgı
30.06.2016 / Almanya
*Fotoğraf: Tarihi Aksaray Lisesi