- 372 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Moğolistan Notları 1-5
01
Mavidir gök, camgöbeğidir, bakanı içine çeker eritir; bulutlar dili, rüzgar sesidir; yüreğe serinlik, göze ferahlık, ruha aydınlık getirir. Babadır, toprağın anneliğinin yanında. İnsan, toprakla gök arasına, korktuğu için annesiyle babasının arasına sıvışan çocuk gibi sıvışır, o umuk karanlıkta salt güven ve huzur vardır, hayatın mümkünlüğü vardır, emek ve alınteri vardır. Uçsuz bucaksız genişliğiyle korur kollar kubbesinin altına sığınanları, ayrım yapmaz eğer insan aşırıya gidip hakkından fazlasını talep etmezse. Paylaşılmaz çünkü göğün ıssızlığı; sınır konulmaz havanın boşluklarına; çitlerle çevrilemez görünmeyen, dokunulmayan ama her yerde var olduğu bilinen o meçhul meşhur. Bu yüzden üstündür topraktan, bu yüzden adil ve koruyucudur. Bundandır ovooların tepesine ya da ağaçların dallarına bağlanan çaputların mavi oluşu. İnsanların azgınlığından göğün merhametli kollarına sığınan ruhların yalnızlığı okunur tepeleri fetheden taş yığınlarında, bayırları dikine kesen ağaçların gövdelerinde. Ve yine bundandır ülkenin bir adının da Munkh Khukh Tengriin Oron (Sonsuz Mavi Gökyüzünün Ülkesi) oluşu.
02
Moğolca adları Takhi. İngilizce’ye "wild horse" diye çevirmişler. Türkçe’ye de birebir çeviri yapılırsa "vahşi at" ya da "yabani at" olarak çevrilir. Sabahtan akşama kadar ot yiyip, akşam olunca yaşadığı yüksek tepelerden dereye inip su içen bir hayvan nasıl vahşi olabilir? İnsanın, evcilleştiremediği ya da bir anlamda kendisine benzetemediği her canlıyı vahşi ya da yabani olarak adlandırması ne kadar da bencil ve küstahça! Bir çeşit kıskançlık var bu yaftalamanın altında. Uzanamadığı ete mundar deme marazı. Ben özgür değilsem, ben yerleşik hayatın kölesiysem, ben sınırlarımı biliyorsam; başkaları da bana uymalı ve bana benzemeli.Tıpkı Antik Yunanlıların diğer milletlerin insanlarına barbar, Çinlilerin yerleşik hayatı reddeden Moğollar için medeniyetsiz demesi gibi. Günümüzden örnekler vermek de mümkün tabii ki. Oysa bu atlara verilecek en güzel ad "özgür at" olmalıdır. Diğerleri gibi dizginlenip, iple bir kazığa bağlanamadıkları için. Eksi elli derece soğuğa rağmen kışları kendi başlarının çaresine bakabildikleri için. Issız dağları kendisine mesken edindiği için. Evet; Moğolistan sadece mavi göğün değil, aynı zamanda özgür atların ülkesidir.
03
Yol, gidenle gidileni kavuşturan en kısa ve zahmetsiz mesafedir genelde. Önceden çizilmiştir, gidilmiştir, işlevi ve verimliliği kanıtlanmıştır. Bu yüzden yolcu güvenir yola, gidilene varacağını bilir ve zihnini yolun olası çağrışımlarıyla meşgul eder yolculuk sırasında. Moğolistan’da ise yol boş bir sayfaya yazılacak cümleler dizisi gibidir. Boş bir sayfa evrenin en zengin kütüphanesidir aynı zamanda, tıpkı bozkırın ve çölün sonsuz sayıda yola gebe olması gibi. Daha önce gidilmiş olan yol çamurlanmışsa, koyunların istilasına uğramışsa ya da bakımsızlıktan çökmüşse; beklenilmez. Yeni bir yol yapılır hemen. Etrafından dolanılır, bayıra doğru sürülüp otların, taşların ve derelerin arasından, o güne kadar varlığından kimsenin haberdar olmadığı sapa bir yol keşfedilir. Bozkırda, taşlıkta, dağda, bayırda, çölde ve kumulda her yer yoldur. Bu yüzden yol yok demenin bir anlamı da her yer yol demektir. Hatta tam olarak bu yüzden ulusal parkların girişlerinde sürücülere “Yeni yol yapmayın. Mevcut yolu kullanın” uyarıları yapılır.
04
Kaldırımlarda, ara sokaklarda, otobüslerin arka koltuklarında, bina önlerinde ve müşterisi kalmamış barların karanlık köşelerinde sızmış ya da sızayazmış sarhoşları gördüm. Ülkede alkolizmin sorun olduğunu duymuştum da bu kadar bariz olacağını tahmin etmemiştim. Belki uzun süren kara kışın getirdiği karamsarlıktan ve boşluk duygusundan, belki etkisinde kaldıkları Rusya’nın yüzünden, belki de göçebelikten yerleşik hayata hızlı geçişin neden olduğu baş dönmesinden… İkisi üçü bir araya gelip bir şişe votkayı mideye indiriyorlardı, Barış Caddesi üzerindeki oturakların birinde. İçlerinden birisinin eliyle yırttığı bira kutusunu bardak olarak kullandığını görünce çok şaşırdım. Arkadaşının ağzı değdiği için aynı şişeden içmeyip, dudağını ve dilini kanatma riskini alması sarhoşluğuna mı yoksa Cengiz Han’ın torunu oluşuna mı verilmeliydi, bilemiyorum! Bir akşam da gece yarısına doğru otelime dönerken yolumu kesti kafası güzel bir abi. “Nerelisin?” dedi bozuk bir İngilizceyle. Aslında o pek bir şey demedi de ben anladım ne sormak istediğini. “Türkiye” deyince dağılıverdi yüzündeki boz bulutlar. Sarıldı bana. “Sarhoştur, beyninin içinde bilardo topları zıplıyordur, ne yapsa yeridir.” demek isterdim ama adamın Türkiye’ye karşı bir sempatisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama İngilizcesi yetmiyordu. Bende de Moğolistanca yok ki adamı rahatlatsam. Öyle, yol kenarında dikildik kaldık bir süre. Adam “Turk” diyor, gülümsüyor, bana sarılıyor ve ardından da devamını getiremediği için “I am sorry.” diyerek özür diliyordu. Bir çeşit ayyaş nezaketi, zararsız ve biraz da saçma. Ürkütmekten ziyade insanda acıma hissi uyandıran bir sahneydi bizimkisi. Bir süre takip etti beni, tekrar tekrar sarılmak istedi. Ben yoldan karşıya geçince bıraktı peşimi. Karşı kaldırıma varınca ister istemez –ona çaktırmamaya çalışarak- ellerim ceplerime gitti. Telefonum ve cüzdanım yerinde miydi?
05
Rehberimiz Hristiyan olarak doğup, sonradan düşünüp taşınıp Budist olmaya karar vermiş, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir genç kızdı. Doğu ve Güney Asya’da cirit atan misyonerler sayesinde Budistlikten Hristiyanlığa geçeni çok görmüştüm de Hristiyanlığı bırakıp Buda’nın yolunu tercih edeni ilk kez gördüm. Şaşkınlığımı gizlemedim –Jon da şaşırdı ilk duyduğunda, hatta eski bir Hristiyan olarak sevindi içten içe-, sormadan edemezdim. Zaten akşam yemeğine kadar olan vakti öldürmek için yakınlardaki en yüksek tepeye çıkmaya karar vermiştik. Otlara, çiçeklere, marmot deliklerine, civarda otlayan yarı evcil atlara, kutsal oldukları için gömülmeyen at kafalarından kalan kemiklere bakarak tırmanıyorduk dik bayırı. Hedefimiz tepedeki ovooya varmaktı. “Neden Budizm?” diye sordum hafif bir çekinceyle. “İnsanın iç sıkıntılarını ve bu sıkıntılara bulacağı sorunları inceleyen en güzel din Budizm’dir.” dedi. Ailesi –ya da abileri ve ablaları- Hristiyan olduğu için küçükken kiliseye gidermiş ama Hristiyanlığın kafasında oluşan sorulara yanıt veremediğini anlaması uzun sürmemiş. Sorguladıkça –biraz da aldığı tıp eğitiminin sonucunda olsa gerek- kopmuş ve en sonunda, 16. yüzyıldan beri Moğolistan’da en yaygın din olan Budizm’de karar kılmış. Yokuş bitene kadar konuşuyoruz din konusunda. Anatman doktrininden, şanghadan, darmadan, tipitakadan, günümüz Budizm’inin Buda’nın miras bıraktığı eşitlikçi ve adil düzenden çok farklı olduğundan söz ediyorum. Ben Tayland’da yaşadığım kısa tapınak maceramdan bahsediyorum. O benim böyle bir şeyi deneyimlemiş olmama şaşırıyor. Açıkçası kafasını karıştırıyorum biraz. İçimdeki rasyonel öğretmenin durdurulamayan dersleri yayılıyor benim kontrolümün dışında… Soluk soluğa tepeye vardığımızda, civardan bir taş bulup ovoo’nun üzerine bırakıyor. Sonrasında da saat yönünde üç defa dönüyor koni şeklindeki, tepesindeki çubuğa mavi çaputlar bağlanmış taş yığınının etrafında. Bir dilek tutuyor –TOEFL’da yüksek not alıp, göz alanında uzmanlık için ABD’ye gidebilmek en büyük rüyası- ve ellerini birleştirip tepedeki ruhlara saygılarını sunuyor.
-- Devam edecek --
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.