- 392 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BAYRAMLAR VE HALAMLAR
Yedi sekiz yaşlarından sonra, genellikle bayramların ikinci günü halamlara gider, iki üç gün orada kalırdık. Annem; abimle ikimizi giydirir kuşandırır, “bizden de çok selam söyleyin” deyip halamlarla bay-ramlaşmak üzere bizi Hasköy’e uğurlardı. Yürüyerek giderdik o üç dört kilometrelik yarı toprak yarı taş döşeli yolu. Hasköy’e yaklaştığımızda, daha çok aşağı mahallenin ucundaki dere yolundan girer, ortadan yukarıya doğru yürür, kahvelerin bulunduğu geniş caddeye çıkardık. İki caminin arasında kalan ve yaklaşık yüz elli metre uzunluğunda olan bu geniş cadde, hem Hasköy’ün merkeziydi hem halamların evine yakın bir yerdi.
Halamlar, yukarı caminin hemen üst tarafında otururlardı. Evlerine varır varmaz, bizi çok sevdiğimiz bir eğlence beklerdi halamlarda. Büyüklerle bayramlaşıp ellerini öptükten sonra ilk işimiz, evin önünde duran demir tekerlekli, ahşap el arabasına binmek olurdu. Bizden beş altı yaş daha büyük olan halaoğlumuz Ertuğrul abi, beni ve abimi bu kocaman el arabasına bindirir, evlerinin önünde, doğu batı yönünde uzanan o ince uzun alanda üç dört defa tur attırarak gezdirirdi. Büyük keyif alırdık bu el arabasına binmekten. Bazen Ertuğrul abiye biraz daha gezdirmesi için ısrar eder, o da bizi kırmak istemez, evlerinin doğu tarafından aşağıya doğru inen yolun yarısına kadar götürür, tekrar geriye getirirdi.
Şayet kurban bayramı ise, biz kendilerine geldiğimizde kurbanlarını kesmiş olurlardı halamlar. Genellikle halamı ya ailecek et doğrarken, ya misafir ağırlarken, ya da kelle üterken bulurduk. Bizi görür görmez sevinir, içtenlikli bir gülümsemeyle ‘hoş geldiniz’ diyerek karşılardı. Şayet kurbanlık ve et işiyle meşgulse hemen ellerini yıkar, bayramlaşmak için yanımıza gelir, elini öptükten sonra da bize bir ucu lacivert oyalı hafif al renkli birer mendille ikişer buçuk lira para verirdi. O yıllarda büyük bir paraydı bu. Her çocuğa verilmezdi. Biz de biraz çekinerek alırdık ama içten içe çok sevinirdik. Bu arada annemlerin selamını iletirdik halama. O da selamlarını alır, “Nasıl annen baban iyiler mi?” şeklinde gıyaben hâl ve hatırlarını sorardı. Ardından “Ne yaptınız, kurban kestiniz mi?” şeklinde bir soru daha yöneltir, “evet kestik hala” deyince de mutlu olur, “Allah kabul etsin” şeklinde dua ve temennilerde bulunurdu. Daha sonra diğer büyüklerimizle bayramlaşır, ellerini öper, oturur sohbet ederdik.
Sıcak karşılanırdık halamların evinde. Onca hareketli ve kıpırdak oluşumuza (özellikle ben) rağmen, bizi oldukça hoş tutarlar, hiçbir zaman kırıcı davranmazlardı. Rahmetli halam çok asil ve gani gönüllü bir kadındı. Eşi Süleyman dayımız da dünya iyisi bir insandı. Onların çocuk sevgisini ve bize olan candan muhabbetlerini, aradan yaklaşık yarım yüzyıl geçtiği hâlde hâlâ bugünkü gibi hissederim. Hatta Hasköy’e yaptığımız ilk bayram ziyaretinin, Nazilli’den sonra çevreyi ve coğrafyayı tanıma, hayatı ve insanlığı anlama noktasında ufkumuzu şekillendiren ilk kilometre taşlarından biri olduğunu söyleyebilirim. Mesela doğu batı yönünde uzanan Büyük Menderes havzasının bu kadar uzun ve geniş olduğunu, o henüz açılmamış çocuksu gözlerimle, ilk defa Hasköy’den, halamların evinin bulunduğu o yüksek rakımlı tepeden güneybatıya doğru bakınca fark etmiştim. Özellikle halamların ‘dam başı’ dedikleri toprak çatının üzerine çıkıp akşam yemeği için bir araya geldiğimizde, Kuyucak’tan Koçarlı’ya doğru uzanan o uçsuz bucaksız düzlükler, birdenbire yıldız yağmurlarını andıran binlerce elektrik lambasının titrek ışıklarıyla aydınlanmaya başlar, beni âdeta dipsiz zamanlara doğru sürükleyip götürürdü. Dolayısıyla bu büyüleyici görüntü bana; yörenin, bölgenin, memleketin sadece köyümüzün üzerini örten gök kubbeden ibaret olmadığının, dahası o koskoca yeryüzünün benim daracık dünya kurgumun çok daha ötesinde bulunduğunun ipuçlarını verirdi.
Bu bayram ziyaretleri, halamları çok memnun ederdi. Galiba biraz da bizim o ele avuca sığmayan hâlimiz, saf ve sevecen çocukluğumuz, onların hayatına değişik bir tat verir, apayrı bir renk katardı. Sanki bizim gelişimizle biraz daha şenlikli, biraz daha neşeli bir hâl alırdı halamların evi. Hele benim her gittiği yerin maskotu olmak gibi kabul gören doğal ve ufak tefek yapım, bulunduğum her ortamda varlığımı fazlasıyla hissettirmeme sebep olurdu. Bundan böyle insanlar bana sık sık “lafı cebinde bunun” veya “büyümüş de küçülmüş bu çocuk” gibi sözler söylerlerdi. Dolayısıyla böylesi ballı dilli bir afacanlık, başta halamlar olmak üzere büyük küçük, konu komşu, gelen giden hemen herkesi güldürür, neşelendirirdi. Neden öyleydim, ağzımdan dört köşeli çay şekeri gibi düşen o sözleri nasıl söylerdim, şimdi kırk yıl düşünsem aklıma hayalime gelmeyecek o orijinal lafları nereden bulurdum, bilmiyorum. Hiç unutmam, bir seferinde halamların komşularından genç yaşlı beş altı kadın akşam oturmasına gelmişlerdi. Bu arada “Ahmet dayı” denilen, biraz yaşlı, oldukça tuhaf ve komik bir adam da bu misafirlerle birlikte halamların evindeydi. Derken kendi aralarında sohbet eden kadınlar benim Ahmet dayıyla bıgıl bıgıl bir şeyler konuştuğumu fark edince birdenbire susmuşlar, arada bir yükselen gülüşler ve kahkahalar eşliğinde pürdikkat bizi dinlemeye başlamışlardı. En nihayet bizim, Hacivat’la Karagöz misali aramızda akıp giden doğaçlama diyaloglarımız bütün misafirleri gülme krizine sokmuş, deyim yerinde ise bir ev dolusu kadın âdeta kahkahadan kırılmış, yerlere yatmıştı. Derken saniyeler geçtikçe bu gülüşler ve kahkahalar birer ikişer azalmaya, “bir âlem bu çocuk”, “çok bitirim bu”, “şu çocuğu alıp içime sokasım geliyor”, “bu çocuk kim ayol”, “gün görmemiş laflar var bunda” gibi sözler duyulmaya başlamıştı.
Halamların evinde, Anadolu kültürü hâkimdi. Halam da, eşi Süleyman dayı da çok dürüst, temiz, samimi insanlardı. Dolayısıyla sevilen sayılan bir konuma sahiptiler. Öte yandan Süleyman dayımız Hasköy’ün iğnecisiydi. Bu nedenle “Doktor Süleyman” namıyla tanınırdı. Beş kuruş para almadan köydeki hastaların iğnelerini yapar, tedavilerine yardımcı olurdu. Bundan böyle evlerinden neredeyse misafir eksik olmazdı. Arada bir kendileri de tanıdıkları konu komşuları ziyaret eder, ailecek gittikleri akşam oturmalarına bizi de yanlarında götürürlerdi. Bu tanıdıklar arasında köy camiinin hocası ilk sırada yer alırdı. Hocaları çok severdi Süleyman dayımız. Onlarla yakınlık kurmaktan, beraberce oturup konuşmaktan büyük mutluluk duyardı. Hatta bir seferinde halamlarla aşağı caminin imamına ailecek misafir olmuş, hep birlikte sohbet etmiş, güzel dakikalar geçirmiştik.
Hâsılı bayram ve zaman, çabuk geçerdi halamlarda. Sanki bayramların birinci günü babamla, diğer ikinci ve üçüncü günleri de halamlarla özdeşleşmiş gibiydi. Nihayet dördüncü günü kuşluk veya ikindi vakti, tekrar abimle birlikte köyümüze dönmek üzere yola çıkardık. Genellikle dönerken, yine aynı dere yolunu kullanırdık. Ancak arada bir, biraz sapa ve dolaşımlı olsa da, Hasköy’ün merkezinden güneydoğu yönüne doğru inen, taş döşeli, geniş yoldan yürüyerek dönmeyi tercih ederdik. Çünkü bu yol boyunca yedi sekiz yüz metre kadar aşağıya yürüdüğümüzde; önümüze küçücük, kenarları sazlıklarla çevrili bir göl çıkardı. Etrafında cıvıl cıvıl kuşlar öten, dupduru mavi sularında yer yer su tavukları yüzen bu göl, bize çok sevimli ve otantik gelirdi.
Nihayet zaman mesafeyi milim milim içer, o taşlı topraklı yollar adım adım biter, tekrar evimize dönerdik. Böylece, çocukluğumuzun mai hülyalarıyla süslü bir bayramı daha beraberce idrak etmiş olurduk.
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.