- 315 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
-İHTİLAF UYANDIRAN HADİSELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ/AMA NASIL?-(2)
Bizde sosyal bilim, edebiyat, düşünce dünyasının temel ihtilaf noktası “batılılaşma”, “çağdaşlaşma” gibi kavramlar etrafında cereyan eder. Son iki yüzyıllık süreçte geçirdiğimiz aşamalar kadar, bunun niteliği, detayları, nüansları, boyutları her zaman ihtilaf uyandırır. Öyle ki, bu kavramlar etrafında laf lafı her zaman açabilir de, geviş getirmek istidadındadır çok kez.
Vikipedi kaynaklı tanıma göre, Batılılaşma “dünya toplumlarının sanayi, teknoloji, hukuk, siyaset, ekonomi, yaşam tarzı, beslenme, giyim, dil, alfabe, din, felsefe ve değerler gibi çeşitli alanlarda batı kültürünün benimsenmesini sağlayan bir süreçtir.” Çağdaşlaşma ise “her bakımdan içinde bulunduğumuz zamanın gereklerini benimseme, o gereklere uyma, o gerekleri yerine getirme” demektir. Ülkemizde sosyokültürel yapılar, tek bir sözcükle özetler bunu. Asrilik, evet.
Ana sorun bizim zihnimizde, gönlümüzde, algımızda yer eden batıyla, nesnenin kendi gerçekliği arasındaki farkta yatar. Öyle ki, zanlarımızın derecesi, büyüklüğü bağlamında bir dayatma kültürünü de tetiklemekte. Kendisinden başlayarak genişleyen daireler halinde çevreye, toplum kesimlerine yabancılaşma, beraberinde başkalarını ötekileştirme halini almakta. Kaçınılmaz sonucu ise bunun; birlik beraberlik, gönül bağı, hoşgörü, tolerans, hakkaniyet kavramlarının havada uçuşması ama o ölçüde de havada kalması olmaktadır.
Batı dediğimizde kendi içerisinde bütünlüğü olan bir kavram yelpazesi zihnimizde canlanabilir elbet. Yunan, Roma, Hristiyanlık temelinde kendisini inşa etmiş, tümleşik kılmış ve kendi dışındaki dünyayla sınırlarını çizmiş bir dünyadan söz edebiliriz.
Çağ dediğimizde de, batı hâkimiyetinde bir dünyanın günümüzde ya da son devirlerde geldiği nokta anlaşılabilir. Batıya oranla daha kaypak ve sinsidir. Güney yarımkürenin hariç tutulduğu yalnızca kuzey yarımküre üzerinden okunan, ya da doğunun Asya’nın gelişmeleri dışta bırakılıp Avrupa ve Amerika’nın kabul gördüğü bir ucubeye dönüşür. Batı deriz de, o batının ekvatorun güneyinde kalan kısımlarını kabul etmeyiz. Doğu geriliği simgeler de, Çin, Japonya ne olacak? Sırasında batıdan daha batı, çağdan daha çağcıl bir dinamizmi saklar onlar. Hep batıya gittikçe doğuya, devamlı kuzeye gidersek güneye varacağımız gerçekliği de cabası.
Ortaçağ’da tüm yeryüzünün gelişmeye, medeniyete, modernleşmeye ara verip kış uykusuna yattığını zannederiz. Arapların tarihin hiçbir devrinde bir baltaya sap olmadığını sanır, hararetle dayatmaya kalkarız. Bunların genelde materyalist düşünce muhitlerinde boy vermesi de ayrıca hayret uyandırır. Düşünsenize maddeci düşünceye göre evren sürekli hareket, oluş, devinim halindedir. Görünen o ki, evrende bunun dışında kalan, sürekli durağan, statik yapı arz eden, asırlar binyıllar boyu bıraktığın yerde bulduğun bir töz var. Araplar bu, evet! Bilim deriz, felsefe deriz de, sekiz on ikinci asır arasına karşılık gelen ve kendisinden sonra gelen dünyayı önemli ölçüde etkilemiş bir emeği yok saymaya, inkâr etmeye kalkarız. Yunancı bir anlayışa sahipken hem de, Meşşai, İşraki ekollerden habersiz yaşarız.
Şimdi efendim, elbette çok şey söylenir de yazının boyutlarını aşar. Demem şu ki, batı dediğimizde Attila İlhan merhum gibi “Hangi Batı” demeliyiz. Çağ dediğimizde ona keza. Yeryüzündeki nice sömürüye, haksızlığa ve onları besleyen siyasi, ideolojik, filozofik damarlara tümden sahip çıkamayız çağdaşlık derken, değil mi? Kapitalizmin, emperyalizmin, Siyonizm’in uygulamaları, tahribatları hepsi çağımızın bir parçası, hepsi de çağdaş uygulamalar. İlkellikle uygarlığın sarmal oluşturduğu, birlikte soluk alıp verdiği bir çağdan söz ediyoruz.
Elbette Atatürk’ün batının emperyalizmine karşı çıkıp uygarlığına açılmamız bahsi bir parantez açmakta. Yine Türk tarihine binlerce yılına eğilerek sahip çıkması, Gazinin batı medeniyeti bahsine koyduğu kotadır özünde. Ne ki, 1938’den sonra doksan derece dönüşle mutlak bir alafrangalığa, batıcılığa geçiş yaparız. Tam da bu yüzden 1923-50 arası tek parti dönemi diye geçse de, ikiye ayrılır gerçekte. Hele 1945 sonrası Sovyet tehdidi, anti komünizm derken tam yol batı denebilir. İslamcı çevreler cumhuriyet döneminde jakoben laisizm politikaları dolayısıyla ötekileştirilmenin etkisiyle 1950 öncesini yekpare bir bütün, önemli ölçüde kırılmadan uzak homojen bir yapı algılamaktan kurtulamıyor manen.
Bir önemli hususta başta da vurguladığım gibi, batılılaşma tarihimiz yüz değil, iki yüzyıl. Üçüncü Selim ile başlayan, ikinci Mahmut ve Abdülmecit ile hız alan, ikinci Abdülhamit ile mola vermiş gözükse de aslında muhafazakar bir renge büründüğü de söylenebilir. Ve elbette Meşrutiyet, Cumhuriyet evreleri.
Burada da önemli kırılmalar vardır. Osmanlı modernleşmesi başlarda idari, askeri reformlar üzerinden gelişirken, Abdülmecit ile birlikte yer yer kültürel bir hal de alır. Abdülhamit kültürel olanına son verir, yine idari, askeri, teknolojik çizgiye döner. Ne var ki, aydınlar bağlamında daha farklı bir gelişme çizgisi bulunmakta. Osmanlının son dönem aydınları batılı kentlerde eğitim gören, 19’uncu asrın materyalist, pozitivist cereyanlarıyla da tanışan, oldukça cereyanda kalan bir zümredir özünde. Ve haliyle payitahtta yayınlanan gazete, dergi, telif ve çeviri eserler kanalıyla hararetle tartışılan fikirlerin rotasını da önemli ölçüde tayin etmektedir.
Hiç kuşkusuz batının iktisadi, teknolojik, bilimsel üstünlüğünün de neticesidir bu. İslam dünyası bin yıl önce Hint ve Yunan’dan istifade eder, bu ikisini de potasında eritirken siyasi, askeri, iktisadi, teknolojik bağlamda üstün olandır. Bu yüzden de o çağın etkileşimi ruhumuza dokunmamakta. Halbuki son yüzyıllarda yerkürede güç merkezleri değişmekte. Güçlü olandan bilim, teknoloji, mantalite, felsefi birikim almak bir yerde kanımıza dokunmakta. Modern çağın gelenekçi, İslamcı yapılarında bu defansif psikolojiyi de hesaba katmalıyız. Hani futbolda zayıf takımların güçlü takımlara karşı tüm hatlarıyla defans yapmaktan başka çaresinin olmaması misali. Bin yıl önce defansif oynayan milletler batıda iken son asırlarda doğuda kümelenmeye başlar. Hani derim ki, batının bilimini tekniğini alsaydık, kültürünü sokmasaydık dediğimiz şey sandığımız kadar kolay olmasa gerek. Senden güçlü olanın bilimini, tekniğini aldın mı, kültürü de girmekte içeriye. Bir başka deyişle bilimde, teknikte üstün olanın kültür emperyalizmi imkanları da genişliyor. Kötü ama gerçek açıkçası.
Evet, dedik ki önce aydınlar batılılaşma noktasında. Bu aydın katman üzerinde Vülger Materyalizm denilen kaba bir maddeciliğinde etkileri vardır. Sultan Abdülhamit payitahtın çıkarları açısından siyasi zıddiyete izin vermemekle beraber, kültürel, edebi, felsefi hareketlilik Osmanlı aydınları arasında had safhada. Sultan bu kulvara siyasi bir tavra dönüşmedikçe dokunmuyor. Ne var ki, bu ayrım çizgisi uzun vadede bambaşka bir mecrayı tetiklemekte. Sultan Hamit kendisine ve devlet-i aliye kadar gerekli olanı arzu etse de, siyasi ile felsefiyi ayırmak zannedildiği kadar kolay olmasa gerek. Merhum padişah Siyonizm, masonluk gibi konularda duyarlıdır malum. Ve elbette bu duyarlılığı akıbetini tayin eder önemli ölçüde. Ancak onun üzerinde durduğu Siyonist ve mason arka plan salt siyasi muhalefeti beslemiyor, felsefi, düşünsel yapılarında ardında yer almakta bilakis.
Buna karşın Tanzimat ve Meşrutiyette devlet yine İslami zeminde yükselmektedir. Toplum ona keza. Henüz batılılaşma yanlısı, Modernist düşünce biçimleri aydın katmanı tesir altına almaktadır. Şu kadar ki, bu aydın zümreyle devlet ve bürokrasiyi mutlak surette ayırmakta, yahut sürgit birbirine karışmayacağını, bunun mümkün olmadığını sanmakta gerçekçi olmamakta. Açıktır ki, pozitivist, materyalist düşünce biçimleri mülkiye, harbiye, tıbbiye çevrelerinde hakimiyet kurmakta. Haliyle doktor, subay, bürokrat katmanlara dönüşecek bir kültürel, eğitimsel kesimdir karşımızdaki. Hal böyle iken, aydınlar kumda oynasaydı, devlet niye bu yapıya uydu ki denemez. Gerçekçi olmaz. Sular giderek daha büyük alanları kapsamakta, daha geniş alanlar erozyona uğramaktadır.
Nasıl? Müze derken, müzelik mi olduk? Şöyle ki, burada arz ettiğim hususlar şu fikir kesimi haklı, şu haksıza vurmak değil. Küçük fotoğrafa takılırken, büyük fotoğrafı kaçırmamak adınadır açıkça.
-DEVAM EDECEK-
-LT-
YORUMLAR
Bu kadar donanımlı bilgi içeren uzun yazınızı sonuna kadar okumasına okudum. Final satırlarınızı Nasıl? Müze derken , müzelik mi olduk kısmı itibariyle güzel misalle sonlandır mısınız. Fakat Beni algımı biraz aşan bir yazı içeriği, bu ve benzeri takip ettiğim kadarıyla çoğu konulara vakıfsınız o doğrultuda yazılarınızda derinlik var.
levent taner
Zarif yorumunuzla onurlandırdınız
Ne var ki, o ölçüde de haddimi aşan ve mahcubiyet uyandıran sözler bunlar
Ummanda bir damla olduğum takdirde yeterli benim için
Bilmenin ucu bucağı yok, yoksa
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Selam ve saygılarımla kıymetli hanımefendi.