- 299 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Dışarıda
Farklı kimliklerin bir arada var olmasından kaynaklanan yalnızlık ve yabancılaşma hissi, her yurtdışında doğan Türk’ün ve büyük ihtimalle farklı etnik kökene sahip bir insanın da yaşadığı bir histi. Ve bu daha ben çocukken aklımı kurcalayan bir meseleydi. Çünkü benim dünyamda bir tek kimlik yoktu, iki kimlik, hatta yerine göre birçok kimlikler vardı.
Belçikalıların yanında ben hâlâ ‘ben’ olmak istediğim zamanlarda, dışarıdakiydim ve hep ‘anormal’ olan bendim. Onlara benzemeye çalıştığımda, ben artık olması gereken ‘ben’ değildim.
İlkokul, lise ve üniversite yıllarının bizi hapsedeceği bir devrede yaşamak, ki buna yaşamak denirse, hep bir kaygı ve korkuyla geçmeliydi. Ait olmanın belli bir kuralı yoktu, sosyal ve ekonomik faktörler çerçevesinde şekillenen ve “onlar” isterse ve de lutfederlerse bir yere ait olabilecektik. Bazılarımız aidiyet kavramının gerçek anlamını sorguladık, bazılarımız ise yelkenleri çok erken suya indirip bir başka kimlikte yaşamaya razı oldular.
Ama kendi kimliğinden ödün vermemeye çalışan çocuk, genç ve yetişkinler her zaman aidiyetin ne demek olduğunu asıl itibariyle bilen insanlardı. Çocuk yaşta bile, onlar gibi olmadığını bilen çocuklar ve asla onlara benzeyemeyeceğini bilen çocuklar vardı.
Bir zamanların derin kaygısı aidiyetin ne denli değişime uğrayacağı kaygısıydı. Akşamları bir araya gelen konu komşu ve akrabalar, demlenen Türk çayı ve pişirilen Türk kahvesinin eşliğinde gündeme dair konuşurdu.
Hem Türk televizyonlarından izlenen haberler, tartışma programları hem de o zamanların tek tük dizileriyle geçiştiriliyordu bazı mevzular. Çünkü her şey insanın elinde değildi. Ve bu coğrafyaya göç edenler olarak, deyim yerindeyse, boyunlar kaderin karşısında kıldan inceydi.
Bu süreçte okula giden gurbetçi çocuklarının az bir dil bilen babaları veli toplantılarında ne olup bittiğinin farkında olmadan çocukları okutup, yüksek mevkilere gelmeleri için düşük notlara kızmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Düşük not demek bu ülkeye ayak uyduramamak demekti. Yıllarca maden ocaklarında örselenen bedenlerinin hıncını böylelikle almayı umuyorlardı belki. Ve artık maden ocağının tozlu ve kirli yerleri değil, fabrika köşeleri bekliyordu gelecek nesilleri. Bu döngüyü bozacak tek yol tahsille kendini ispat etmekti.
Ama unuttukları bir şey vardı, isimler hâlâ “Ahmed, Fatma, Türkan, Ayşe, Mehmet”ti. Bu isimlerin değişmemesi, ister yüksek mühendis olsun, ister profesör doktor bilmem ne olsun, yine de iş sahasında bir sıfır geriden başlamak demekti. CV’lerde ne kadar şişkin bir kariyere sahip olursa olsun, göçmen her zaman dışarıdaydı. Ve içeri girebilmek için birçok şeyden vazgeçmesi gerekiyordu:
Giyim ve kuşamından, ait olduğu etnik kökenin toplumdaki yansımalarından, örf ve âdetlerinden ve dinî değerlerinden...ve belki uzun bir müddet mücadeleden sonra özgün isminden. İşte bütün bunları üzerinden atabilirse içeri girmeye hak kazanıyordu. CV’deki kariyerin şişkinliği ancak o zaman göze çarpıyordu çünkü.
Göçmen olmanın yanı sıra Avrupa vatandaşlığını alın teriyle kazanmış bir neslin ve bir tarla parası biriktirip memleketine dönecek bir jenerasyonun çocuklarıydık. Ama aynı zamanda uzun yıllar eğitim mücadeleleri vermiş ve fabrikalarda iyi çalışarak bir iki terfi almış, dili öğrenmiş, kılık kıyafet yönetmeliklerine ‘fazlasıyla’ uymuştuk. Ama hâlâ devam etmekte olan bir sorun vardı, biz hâlâ Ahmet ve Ayşe’ydik. Biz hâlâ o Türk genciydik. Böyle olunca iş yerlerinde isim mevzusunu aşmamış gerekiyordu. İsimler değişmese de isimleri bağlamından koparacak birçok yol vardı.
Başörtüsü meselesi, namaz molaları... vb. birçok engel bizi iş ve eğitim dünyasında engelliyordu. Yani engel olarak görüldüğü yerde engelliyordu diyelim. Çünkü kimi hiçbir taviz vermeden hem namaz molaları için mücadele ediyor hem de eğitim sahasında başörtüsünün meşruiyeti için hakkını arıyordu. Adaletin tek tarafta olduğu bir yerde, Batı’nın ikiyüzlü hukuk davası kapsamında ne kadar mücadele edilebilirse o kadar mücadele veriliyordu.
Dışarıdakiler kendilerince bir mücadele verirken, Avrupa da kendine has bir üslupla içerisini korumaya çalışıyordu. Yani kendi değer yargılarını ve hümanist yaşam tarzlarına ket vuracak her türlü din, dil, ırk ve söylemi yargılıyordu. Bunu ilk bakışta saman altından yürüttü. Örneğin okullarda Türkçe konuşulmasının cezalandırılması, tamamen çocuğun dil gelişimine katkı sağlamak içindi. Çünkü ancak böylelikle dışarıdaki içeri girebilirdi (!).
Bununla beraber, Avrupa kendince bir kaygı yarattı. İşlerini alan, onların dilini doğru düzgün öğrenemeyen, sosyal konutlarda yaşayan bir toplum vardı karşılarında. Devletin finanse ettiği dernek ve binalarda gizli gizli dinî dersler yapıyorlar, aşırı bir ideoloji doktrine edip gençlerin ülkeye entegre olmalarına engelliyorlardı.
İlginçtir ki, aşırı ideolojiye sahip olan gençler kendilerini nargile kafelerden, baby shower’lerden, o eğlence senin bu eğlence benim gibi zaman ve mekan kavramını kendilerine unutturan boş işlerden, teknolojinin son harikası sosyal mecralarda (!) kendini, ailesini, çoluk çocuğunu sergilemekten utanmayan, kendi ego ve varoluşunu bu mecralarda tatmin eden bir gençlik türemişti. Bu gençliğin yarının anne-babaları olduğunu vurgulamaya gerek yok ama yine de yazalım eksik kalmasın.
Birinci jenerasyon mal derdindeydi, alın terinin ardına saklanan bir mal derdi ki ne dilini öğrendiler bu ülkenin ne de nasıl kendileri kalabilecekleri üzerinde kafa yordular, istisnalar muhakkak var. İyiki de varlar...
İkinci jenerasyon okumakla okumamak arasında, entegre olmanın ne manaya geldiğini pek umursamadan gelişigüzel bir yaşam sürmekle ve çocuklar büyümeden buraları terk etmekle kafa yordukarı esnada, ne tuhaf, çocuklar birden büyüyüverip iş ve eğitim alanında bir yerlere varmaya başladılar. Artık ikinci jenerasyon için dönmek biraz zorlaştı ve ancak dil sükût edip vücut yorgun düşünce ve emekli maaşlar yatmaya başlayınca memlekete dönmek konusunda kafa yormaya başladılar. Burada ne olup bittiği pek de önemli değildi aslında. Camiler inşa edilmiş, dernekler açılmıştı ve çocukların başı da bağlanınca burada durmanın bir anlamı yoktu sadece hastane işleri için gelip gitmek iyi olurdu. Buradaki bakım başka bir yerde yoktu çünkü.
Üçüncü jenerasyon, ah ki buraya ait olmanın türlü yollarını deneyen bir nesil, birçok ırkçı söylem, bakış ve ayrımcılığa maruz kalmış, kendini ispat etmek için çok terleyen bir nesil...
Hakkını verip okumuş, bir avukat, hemşire, doktor, öğretmen, sigortacı, bankacı... olmuş ve artık kökenin derinlerde bir yerde kopmaya başladığı raddeye gelmiş bir nesil.
Suçlu aramak yanlış olur, mağdur desek daha yerinde olur. Hem buralı, hem de Türkiye’de bir memleketli, mesela Malatyalı, Antepli, Çorumlu... Okuldaki arkadaşlarıyla memleketin farklı şivelerini meczeden Belçikalı Türkler...
Şöyle mağdur, öğretmenlik yaparken kendisini ifade eden ve dinî inancının sembolü olan, sembolden öte bir gerekliliği olan başörtüsü hep bir problem olur. Okurken sorun etmezler, ama çalışacağı zaman, eğitimde ve iş sahalarında nötr olma prensibi gereği bir sürü engelle karşılaşır. Aynı şey hemşirelik, doktorluk, avukatlık ve HATTA İslam dersi öğretmenliği için geçerlidir.
İslam öğretmeni de nötr olmak zorundadır. Yani hiçbir rengi olmadan öğrencilere İslam’ı anlatmak gerekiyor. Bu Avrupa’nın ikiyüzlülüğünün bir başka tezâhürü olmakla beraber, kişinin kişiliksiz olup ne bir kimlik ne bir dinî inanç ne de herhangi bir sıfatı kendinde barındırma hakkına sahip olmadığı anlamına geliyor.
Şimdi bu jenerasyon ne yapsın? Oku ama çalışırken içeri ancak, kusura bakma, her şeyini kenara bırakarak girebilirsin! Sen sadece ete kemiğe bürünmüş bir insan prototipisin. Senin rengin, dilin, isteklerin, hayallerin, düşüncelerinin hiçbir önemi yok, ancak Avrupa standartlarına uyarak, fabrika ayarları da diyebilirsiniz, buralarda bir işe yarayabilirsin.
Bu ne ikiyüzlülük, bu ne saçmalık ve haddini bilmezlik ki birileri size nasıl bir hayat sürmeniz gerektiğini öğretiyor. Sonra da utanmadan özgür ve liberal bir devlet, hümanist ve bireylerin hak ve hukukunu koruyan bir devlet diye geçinip gidiyor...
Arada kalan bir jenerasyon artık havluyu atıp kendilerinden sonra gelecek nesile, “Her şey sizin dışlanmamanız için...”, diyerek.. isimlerde, örf ve âdetlerde, tutum ve davranışlarda, dinî yaşamda tepetaklak olan bir hayat standardı geliştirecek.
Bir kere artık Felemenkçe’de telaffuzu zor bir isim seçmiyorlar, çocuklarının geri kalmaması için pahalı oyuncaklar alınıyor, çocuğun her türlü istek ve arzusu özenle yerine getiriliyor. Sonra bu çocuklar yetişip ergenlik çağına geldiklerinde artık hiçbir şekilde diğerlerinden ayırt edilemiyorlar.
Bu meselelerin üzerinde daha çok yazılıp çizilmesi gerektiğinin farkındayım ancak bu kadarıyla yetineceğim (şimdilik).
Jenerasyonlar geçtikçe kendini ve özünü unutan bir topluluğa dönüşen bizlerin, belki, “Öyle yavaş değişti ki her şey dönüştüğümüzü anlayamadık” diye bir mazeret sunmaları bir derece makul karşılanabilir. Ya Türkiye’den buralara merak sarıp, “Kurtuluş orada” kafasıyla buralara kapak atma çabaları?
Bile isteye bir girdaba atlamak isteyenin aklından şüphe edilmez mi, edilir. Üç beş kendini bilmezin, buradaki hayat daha iyi diye orada burada sürekli paylaşım yaparak cânım memleketimin insanlarını heveslendirmesi can yakıcı bir durum gerçekten.
Ne diyelim içeridekiler dışarıdakileri anadan üryana dönüştürmeden kabul etmediler, sizi mi kabul edecekler diye soralım ve sözü noktalayalım...
Zeynep Zuhal Kılınç