- 233 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HER YAŞAM BİR ÖYKÜDÜR III
Abdullah’ın; Zeki öğretmene tarif ettiği Otel Gökde-len, ilçenin girişinde tek katlı bir bina idi. Gelirken gör-müştü. Gelene gidene konaklama, daha doğrusu geceyi bir çatı altında geçirme hizmeti veren iki otelden biriydi. Zeki öğretmenin diğerinden haberi yoktu. Abdullah söyleme-yince ilçenin yabancıları veya yeni atanan öğretmenleri nereden bilsin? Doğru söylemek gerekirse düzgün olan otelde buydu. Yolun alt seviyesinden bakılınca iki kat, yol seviyesinden bakılınca giriş kat, kazara yanından bir araba ile geçerseniz bodrum kat olarak görebilirsiniz. Köyden gelenler ya köylerine geri döner veya akrabalarında kalırdı. Gelenlerin bazıları, daha önce gelmiş, ilçeyi tanımış olanlar, akşam yaklaşmadan il merkezine geri giderlerdi. İlçenin adı mahrum ilçe olarak civarda bilindiğinden hep öyle kalacak gözle bakarlardı. Gece önündeydi artık. Birazdan hava kararacaktı. Yağmur, soğuk, uzun bir yolculuk sonunda iyice yorgundu. Tarif edilen Rıza’nın oteline yürüdü.
Gecenin İlk saatinden sonra ilçede motor sesi azalır, ilerleyen saatlerinde tamamen dururdu. Gece sadece motor sesi değil hayat da dururdu. Sessizlik anlam bulur, her şey durağanlaşırdı. Sonbahar akşamlarının bu saatinde sokakta soğuğa direnmeyi başaran çocukların oyunları olurdu. Sonra onlar da çekilirdi. Otel Gökdelene(!) doğru giderken yanı başındaki çocuklar yine Türk filminin birinden bir sahne canlandırmaya çalışıyorlardı. Soğuk iliklerde iyice hissedilmeye başlamıştı. Karanlıkta oynadıkları oyunlar bitinceye, üşüdüklerini fark edinceye kadar oynar, oynar-lardı. Yanlarından geçerken, çocuklara bir başka gözle baktı. Bu çocukların geleceğinden bundan sonra kendi de sorumlu olacaktı. Hele sabah olsun, göreve bir başlasın, köyünü öğrensin gerisi kolaydı, ne de olsa o artık öğret-mendi.
Otele birkaç dakika içinde vardı. Kapıdan girince, gi-rişte oturan adama selam verdi. Otel sahibi Rıza idi. Onu herkes otelci Rıza diye bilirdi. “Boş yeriniz var mı?” dedi. “Var hocam.” sizden az evvel iki kişi geldiler, onların ya-nında bir yatak boşumuz var.” dedi otelci Rıza, Zeki Öğ-retmen’ kendisine ilk anda birinin hocam diye hitap etme-sinden huylandı. Çok beklemedi sormak için. “Bana hocam dedin, öğretmen olduğumu mu anladın, yoksa otelinize gelen herkese hocam diye mi hitap edersin?” dedi otelci Rıza’ya. İlk defa hoca denmesinden rahatsız mıydı, hoşuna mı gitmişti kendi de kestiremedi. Sormadan da edemedi. Ağzından kelimeler otelin girişine döküldü bir kez. Niye böyle söylediğine pişman oldu Rıza, Zeki Öğretmenin yüzüne bakıp; “Otelci Rıza bilmez mi gelenin gidenin kim olduğunu, ayıpsın be hocam ayıp. Biz kaçın kurasıyız. Biz adamı gözünden tanırız. Bir yüzüne baktık mı şıppadak kimdir, nedir, ne iş yapar derhal biliriz. Sen boş ver, hoş gelmişsin.’’ dedi. Doğruydu söyledikleri Rıza’nın. O çok değişik hayatların içinde barındığı adamdı.
Otelci Rıza bin dokuz yetmiş bir yılında bir yolunu bulup Almanya’ya gitmişti. Orada iki yıl kalıp geri geldi-ğinde çok değişti. Gâvur bizden gidenlere ne yapıp edip değişmelerine ön ayak oluyordu. Çok sıkıntı çektiklerinden midir nedir, geriye daha becerikli dönüyorlar. Almanya’ya giden Rıza ile Almanya’dan dönen Rıza aynı değildi. Önce Almanya’da en ağır işlerde çalıştırılmış, sonra bu ağır iş-lerde çalışırken kendi işini kurmanın ne olduğunu öğren-mişti. Rıza’nın okula gitmişliği yok ama baka baka kendini geliştirmişti. Okuma yazmayı sökmüş bir şekilde, “Okusaydım kesin avukat olurdum, okumadığım için Al-man’ın tuvaletini temizledim, tuvalet lafı kibar oldu, bok yıkadım bok.” diyordu her sohbetinde. Anlaşılan, gurbet elde yaptığı işlerden gocunmuş fakat ekmek parasıdır deyip katlanmış. İşçi, patron kavramını iyice öğrenmiş. Patron, işçiyi ucuza çalıştıran, işçi, patrona ucuza çalışandı. Patronu sevmemişti ama patrona düşman olanların da Rıza’nın dini duygularını hafife almalarından dolayı, onla-rın yanında olmayı da sevemedi. Başkasının yanında ça-lışmanın işçilik, başkasını yanında çalıştırmanın ise pat-ronluk olduğunu, işçi ne kadar çok terlerse terlesin patronu kadar kazanamayacağını anlamıştı. Aklı yatmıştı fakat bu din konusu yok mu? Rıza’yı iki arada bir derede bırakmış-tı. Memlekete izine gelip geri döndüğünde kafasında da soru işaretleri ile gitmişti Almanya’ya. Almanya’ya git-meden önce yanındaki getirdiği markları banka müdürünün önüne koydu. “Bunlar sana emanet müdürüm. Bir daha gelişime kadar…” Bir yolunu bulup hâkime, savcıya, P.T.T müdürüne, askerlik şube başkanına kahve ısmarladı. Bir daha dönüşünde bu kahve sayesinde ilçenin ileri gelen-lerinden biri olacağını düşündü. Ayrıcalıktı bu zevatlarla oturup kalkmak. Daha şimdiden meyvesini vermişti bile. “Bu gâvurların kahrını çekmektense kendi memleketimde bir iş yaparak kurtulmalıyım bu elin gâvurundan.” dedi. Rıza, kısa boylu şişman biraz da göbekli adamdı. Komşu-ları, “Rıza orada domuz eti yiye yiye ayıptır söylemesi domuza dönmüşsün.” diyorlardı. Bu sözlere önceleri kızar gibi iken sonraları öylesine alıştı ki gülerek karşılık vermeye başladı. Bu şişman hareketliliğini engellediğinden, Almanyada çalıştığı hiçbir patronunu memnun edememişti. Çalıştığı iş yerlerinin kapısına konulmuştu. İşsizlik parası ile de böyle tanışmıştı. Rıza gibi bir de Mehmet vardı o yıllarda Almanya’ya giden. Almanyada tanıştılar Rıza ile fakat kafaları uydu birbirine. Memleketten kopmuş iki insandılar. Kader çizgileri aynı işyerinde birlikte çıkarıl-maları ile kesişmişti, işsiz dolaşmış, işsizlik parası almışlardı belli süre. İkisi de fakirdi yoktu bir varlıkları. Mem-leketinde de doğru dürüst bir işi olmadığını anlatmıştı hep Rıza’ya. İş güç sahibi olamadığından karısı onu terk etmiş. Giderken çocukları da almış gitmişti. Aile parçalanmıştı. Kaderle küsmüş, kederle barışmış ve kendince sürekli bir çile edebiyatı yapıyordu. Hiç çekinmediği şeylerin başında da kadere ettiği küfürler başı çekiyordu. Çırpınmasına çırpınmış, ama kurtuluşuna giden yolun bir türlü başlangı-cını bulamamış, dolandıkça karışmış, karıştıkça dolanmış. Sıkıntıları dertleri birbirine dolaşmış çözülemez yumak olmuştu. Zaten o da çözmek için verdiği çabayı durdur-muştu. Mehmet için hayat acılardan yumak olmuştu sarıl-dıkça büyüyen. “Acaba ne yapmadım ki Rıza memlekette, af edersin, köpeği bile kırktım ama olmayınca olmuyor, bir dikiş tutturamadım. Rahmetli babam, bir gün kazadan geldi. Bana dedi ki; Mehmet, konuşurlarken duydum, bu-rada işi gücü olmayanlar bir yolunu bulup Almanya’ya gidiyor orada çok para kazanıp döndüğünde burada güzel işler yapıyorlarmış, istersen sen de müracaat et, git, bakar-sın şansın döner. İşte bu memlekete böyle geldim Rıza.” dedi. “Şans dönmedi. Dönmez de kaderimizde feleğin kahpeliği var. Böyle kaderin içine sıçayım. Bu boktan bir kader… Her tokadına yanağımı uzattım, bitsin sıkıntılarım diye olmadı. Yedik feleğin sillesini. Sille felekten midir, etrafımızdaki arsızdan mıdır, hırsızdan mıdır onu da bile-medim. İnsanlar şanslı doğmalı Rıza, şanslı doğmalı. Ben, bunu bilir, bunu söylerim. Bak bizim memleketin kayma-ğını yiyenlerin çocuklarına nerelerde ne maaşlarla çalışı-yorlar, bizse… Bitimiz etimizden kanlanmıyor, ayni terane dön dön.’’ İşten yana Rıza da aynı idi. Artık döneceklerdi. Mehmet memleketine dönünce, Rıza’ya gönderdiği mek-tupta, şansında değişiklik olmadığını, bir otelde hizmetli olarak çalıştığını yazdı. “Elimize bol para geçmiyor ama karnımız doyuyor. Şükret deme, bu paraya şükür olmaz. Benim de olsun bak başkaları gibi malım mülküm, o zaman hacca da giderim, zekât da veririm. Ama yok. Tanrıya inat ne hacca gitmeye niyetim var ne de zekâta. Anladın mı beni Rıza?” Rıza sanki bu mektupla yürüyüşe çıktı gece yatağında yatarken. Karısını bırakıp o “Otelde çalışıyo-rum.” cümlesine sımsıkı sarıldı. Sabaha böyle çıktı. Hu-zursuzluğunu sezdi karısı; “Senin derdin mi var, yoksa ben miyim?” diye de gereksiz sorular sordu. Karanlığın içinden sızan bu ışıkla olsa da o gece uyuyamadı. “Sen yat uyu, beni merak etme.’’ diye tersledi. Niye bu ilçenin otelcisi Rıza olmasın ki? İyi kötü okumayı sökmüş, parmakları ile de az çok toplama çıkarma yapıyordu. Adamını bulursa siyaset de konuşuyordu. “Önce bir yer bulmalı, satın veya kiralık olur. Sonra küçük masraflarla onu adam eder kısa zamanda da otelimi açarım. Müdüre teslim ettiğim marklarımda var.’’ dedi. Düşüncesini gecenin karanlığında ayağa kaldırdığında karısı rüyalı uykularındaydı. Kadın olmak varmış dedi kendi kendine. Mehmeth’in mektubu ile kelime olarak Rıza’ya gelen otel kelimesi, Rıza’nın beyninde ete kemiğe bürünmüştü artık.
Güneş doğmak bilmedi bu gecenin sabahına. Sabırsız-landı. Sabah toprak zeminli PTT Caddesi’ni yürüdü. Yu-karı doğru döndü. Ziraat Bankası’nın yanındaki binaya baktı. Çerçilerin sokağı boştu fakat uygun değildi. İlerdeki fırının önünde durdu. PTT Caddesini kesen çamurlu so-kakları dolandı. Sonunda ilden gelen minibüslerin yazıha-neye gitmeleri için kullandığı yolun girişinde bir yer buldu. Atıl vaziyette idi. Küçük pencereleri döküktü. Kapısı kapalı, kargaburnu kilitte asılı asma anahtar vardı. Yıllardır kullanılmamıştı. Sahibi koyun ticareti yapan Abdulbaki idi. Onu bulmak kolaydı. Ağrı’ya Patnos’a gider o bölgeden aldığı koyunları Suriye hududuna götürür satardı. Eline para geçince önce bu ilçeyi, sonra bu ili terk ederek daha gelişmiş olan başka bir ile evini taşıdı. Alışveriş yaptığı yer burası idi, parayı harcadığı yer başka yerdi. Taşındığından evi boş kalmıştı. Ne zaman ticaretinden fırsat bulup doğduğu büyüdüğü bu ilçeye gelse, kahvehanelere uğradığında herkese çay söyler, garsona, “Hele bana bir kahve yap, az şekerli olsun.” derdi. Bu muhabbetlerinden dolayı onu herkes Abdulbaki Ağa olarak bilir, öyle seslenir, öyle tanırdı. Rıza sahibinin kim olduğunu öğrenince içi rahatladı. Nasıl olsa burada kalmadığına göre ya kiralar, ya da temelli satın alırım diye düşündü. Çok istekli olduğunu belli etmemeye çalıştı çünkü derlerdi ki; “Ölü götü ballı olur.” Neyse hele bir anlaşalım da, parasını da azar azar öderim diyerek ayrıldı oradan. Doğru yandaki kahveye gitti, Abdulbaki’yi bulabilirim diye. Abdulbaki’nin paraya mı ihtiyacı vardı? Paraya ihtiyacı yoktu. Domuz, parasının hesabını kendi de bilmezdi. Ucuza da ne satar, ne kiraya verirdi. Ancak anlaşma sağlanması Mehmet’inde senetleri istediği gibi yazıp ödeme yapmasına söz verdi. Ne de olsa ticaretle uğraşıyor, işin raconunu biliyordu. Ev satıldı, ama tarihi, geçmişi parlaktı. Yıllar önce ne artistleri misafir etmişti bu ev. Ünlü aktörlerin oynadığı “Katırcılar” filminin çekiminde kullanılmıştı. Bu olay, film çekiminden sonra evin değerini artırmıştı. Bundan sonra artık buraya farklı bakılmalıydı. Yarın bir başka filmin çekiminde kullanılmayacağı nereden belli olurdu? İçinde oturmasa da, burada yaşamıyor olsa da, ucuza vermezdi. İkisinin de razı olacağı bir fiyatta anlaşmak lazımdı.
Buldu Abdulbaki’yi. İki üç defa Rıza ile Abdulbaki görüştüler, her görüşmede yanlarında aracıları vardı. Son görüşmede Rıza, Abdulbaki’nin elini sıkıca kavrayıp işi bitirmek isteyince aracıları da hep bir ağızdan tamam uzatmayın oldu bu iş deyip anlaşmanın sağlanmasına yar-dımcı oldular. Anlaştığı paranın çok az bir kısmını beh olarak bıraktı. İş tamamdı. Sıra düzenlemeye geldi. Bunlar kolaydı. Tanıdıkları, elinden iş gelen dostları vardı. İşe yarar hale getirmesi kolay oldu. Kapısına da tabelasını astı. “Otel Gökdelen”. Kocaman harflerle yazdırdı. Hem giriş kapısının üstüne hem de her iki cepheden görülecek şekilde yan duvarlara astırdı. Yanan sigarasını dudaklarının arasına, ellerini de arkasına koyarak her iki yönden de yazıları görmek için önce ters yönde yürüyüp sonra dönüp otele doğru baktı, mükemmeldi, diyecek yoktu. Bundan sonra sırtı yere gelmeyecekti. Gurbet nedir bilmeden, ço-cuklardan ayrı kalmadan para kazanacak ve öğrendiği o uğursuz kelimede ki olacaktı, “patrondu” artık. Rıza’nın tanıdıkları hayırlı olsuna geldiler. Sevincine diyecek yoktu. İş kurmuştu kendine. Gelenlerin içinde mor Mehmet’i bozacak sözler söyleyenler oldu ama Rıza pek aldırmadı bu söylenenlere. İş yapar mı ki, bu kadar borçlandın dedi kimisi, sadece onlara da küsmesin diye “Kısmet” dedi. Kimisi de akıllı adam, iyi düşünmüş dedi. Rıza aldırmadı söylenenlere. Zeki öğretmen, işte şimdi bu Otel Gökde-len’deydi. Otelci Rıza, uzun cümle yerine maksadını iki kelimeyle anlatıyordu. He, yok. Böyle konuşması sebepsiz değildi. İstediğinde de maksadını anlatacak kadar uzun konuşurdu ama sebebi vardı. Otel Gökdelen’in tarihi geç-mişindeki askerin, evet-hayır yarışmasından esinlenmişti Oradaki asker de hep öyle demez miydi “He babo, Yoğ babo.’’ “Oda arkadaşların; biri senin gibi yeni atanmış, Eskişehirli, biri de Konyalı buradan Konya’ya tayini çıkmış gidiyor.” dedi, odasında birlikte kalacakları gıyabında tanıttı. Zeki öğretmenin içi rahat etti. “Ah, Konya dedim de hiç gidip görmedim. Ama Konyalı Mehmet yok mu? Sen bilmezsin, insanın yüzlerce dostu olacağına Mehmet gibi düşmanı olsun. Benim el kapılarında kalmamama sebep olan can dostumdur. Bu oteli açmamın da seri sebe-bi, yani baş sebebi demek istedim Konyalı Mehmet’tir hocam.” dedi. Onunla çok Almanya maceralarımız var. İnsanın nerde kimi nasıl bulacağı belli olmuyor değil mi?” dedi. “Sahi hocam siz nerelisiniz?”
“Ben mi? Ben de Artvinliyim…” Çabuk kaynaştı otel-ci Rıza ile Artvin’li Zeki öğretmen.
Rıza; “Bir gün Almanya’da, işsiziz, cepte metelik yok, acıktık, acıktık ki sorma, nefesimiz kokuyor. Açın mezarı yok derler ya, eğer çare bulamazsak ilk defa bizim açlıktan mezarımız olacak. Tenha bir sokağa girdik. Yapacak çok da bir şey yok, hani bizim buralarda olsa belki de yanaşır fırıncının birine derdini anlatır, karnını doyurabilirsin. Tam olmasa bile yarım ekmek alırsın. Almanya’da mümkünü yok. Birincisi, bizde Mehmet’imizi anlatacak lisan yok. İkincisi, Almanlar bu işlerden anlamıyor. Aklımızdan bir an için neler geçti bilemezsin. Çaresiziz ikimiz de. İlk gördüğüm sarışın Alman gencine, usulca yanaştım. Ense-sine dokundum. Arkasına döndü, iki Türk. Bir anda rengi değişti. Çok korktu. İşaretle bir şey yapmayacağımızı, yalnızca aç olduğumuzu anlatmaya çalıştım. Demezler mi ki aç it ambarı kırar. Bizim o an aç itten farkımız yok ki. Ne var ne yok cebinde hepsini verdi. Mehmet’le karnımızı doyuracak kadar parayı alıp gerisini iade ettim. Aklında kötü intiba kalmasın. Gün gelir söze şu Türkler diye baş-lamasın diye.
Otelci Rıza çok az bire sustu. Yeniden başladı. Çünkü o hayat hikâyesini anlatıyordu. “Memleketimize aydın fikirleri getirmek için gelen çok muallim var senin gibi. Bu aydın fikirliliği gelip gidenlerden duydum. Gelirler iki bile-medin üç yılı doldururlar, artık Abbas yolcudur. Bir yolunu bulur giderler. Sonra yenileri gelir, bu çark böyle döner gider. Değişen bir şey olur mu? olmaz. Ne insanımız okuryazar olur ne köylümüz okumuş olur. İçlerinden bazı-ları sivrilir çıkar, öğretmen olur ya da devlet dairesine memur olur. Onun da gittiği yerde dilinden, lisanından doğulu olduğu anlaşıldığından bulunduğu yerin kadını da kızı da yüz vermez. Bak şimdi bizim buraya gelen öğret-menlerden çoğunun haberi olmadan köylü kızları öğret-mene âşık olur. Senin anlayacağın muallim, burada işler senin bildiğin gibi değil. Siz devletin resmi görevlileri, bizim gördüklerimizi göremezsiniz. Ne yalan söyleyeyim Almanya’da öğrendim bazı şeyleri.” Zeki Öğretmen kala-cağı odanın anahtarını isteyip aldı. Kapıları birbirine bakan, dört odası vardı. Her kapının kolu kırıktı. Anahtar deliklerine anahtarı takarak kapıyı açmak gerekiyordu. Her odaya üç yatak koymuştu. Duvarlarda öldürülen sineklerin kan izleri kara kalemle yapılmış anlamsız resimleri andırı-yordu. Gördüğü her kara lekeyi bir başka cisme benzetti beyninde. Ortaya koyduğu masanın üzerindeki çay bar-dakları çay artıkları ile dolu duruyordu, içlerine izmaritler atılmıştı. Acaba burada kalmasam mı diye düşündü ama gidecek yerde yoktu. Duvardaki saat gecenin ilerlediğini gösteriyordu. Bir yerde yabancı olmak bir bakıma da yalnız olmaktır. Etraf nasıl kalabalık olursa olsun eğer anla-şamıyorsan yalnızsın. Mehmet kalabalıkta yalnız olmak buydu. Şimdi yalnızdı öğretmen. Anahtarla odanın kapısını açtı. Başını içeri uzattı. Üç yatağın üçü de boştu. Rıza soruyu beklemeden, “Birazdan gelirler.” dedi. Yarısı kırık elektrik düğmesini çevirdi. Sarı ışık veren ampul aydınlattı odayı. Çaresiz bu gece burada kalacaktı. Ampul sinek pis-liğine kaplanmıştı. Tekrar geri döndüler. “Sana çay yapa-yım, içer misin?” dedi, öğretmen evet anlamında başını salladı. Gözlerini gezdirdi boşluklarda. Gelip gözleri bar-daklara, duvardaki sinek ölülerinin kalıntılarına takıldı. “Otelinizde bit, pire olur mu?” diye sordu. Rıza; “Akşam yatıp sabah kalkan müşterilerden hiç şikâyet eden olmadı, hem olsa bile demezler mi hocam, ‘Pire itte, bit yiğitte bulunur.’ sen rahat ol, yok öyle bir şey.” Küçük tüpün üze-rine koyduğu çay suyu kaynadı. İçine önceden çay attığı demliğe kaynayan sudan ilave edip, alt demliğe soğuk su koydu; “On dakika sonra çay hazır.” dedi. Almanya anıla-rını anlattı Rıza. “Sevmedim ne gâvurunu, ne memleketini. Ama insanlıklarına diyecek yok, ne var ki onlar da bizi sevmiyorlar. Niye yalan söyleyeyim onlar ne kadar bizi sevmiyorsa, ben de onları sevmiyorum, bir de bizim solcu-ları, sahi sende de solculuk var mı ki?”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.