- 200 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HER YAŞM BİR ÖYKÜDÜR II
. Kış kapıdaydı gibi. Soğuk ve yağmur sarıp sarmalardı insanları bir anda. Evlerinin dışında yağmura yakalananlar, gömleklerin yakalarını kaldırır, pantolonunun paçalarını çorabın içine koyup soğuğu dışarıda bırakıp koşar adım eve dönerlerdi.
Eylül ayında bu ilçenin kalabalığı hareketliliği sanki biraz değişik olurdu. Gözle görülür bir farktı bu. Mesleğine yeni başlayan öğretmenlerin geldiği, zorunlu hizmet yılını dolduran öğretmenlerin gitti mevsimdi bu ilçenin sonbaharı ve eylül ayı. Öğretmenlerin gelmesi gitmesi, esnaf için az da olsa parasal açıdan bir hareketlilik oluştururdu. Gelenlerle gidenlerin yüzlerine baktığında iki değişik yüz ifadesi görmek mümkündü. Bir yüzde mutluluk diğerinde karamsarlık var. Bir kısım öğretmenler, görevlerini tamamlamış, başlarına kaza bela gelmeden buradan ayrılmanın mutluluğunu yaşarken, yeni gelenlerin yüzlerindeki umutsuzluk, karamsarlık uzaktan kendini belli ediyordu. Gelenlere dokunsan ağlayacaklar gibiydiler. Bu yörenin de en büyük sıkıntısı gelen öğretmenlerin birçoğunun, gelmeden önce yapılan olumsuz konuşmalar-dan dolayı, işe umutsuz başlamalarıydı. Sanki umutlarını kasıtla alıyorlardı ellerinden. Bu umutsuzluğu taşımayanlar olduğu gibi, büsbütün içine batanlar da bin türlü hayal kurar gideceği günleri düşünürlerdi. Gerçekten şartları ağırdı. Burada yabancı olarak yaşamanın oldukça sıkıntılı olduğunu bilmeyen yoktu. Yeni öğretmenler bu nedenle moralsiz gelirlerdi çoğunlukla. Gelmeden önce kulaklarına fısıldanır devamlı, alışkanlık gelir bu cümleyi tekrarlamak, “Yandın sen, yandın ki ne yandın. Şimdi gideceğin köy, kim bilir hangi dağın başındadır, yolu var mıdır, suyu var mıdır?” uzar giderdi bu olumsuzlukları saymak… “Orada nasıl idare edeceksin, köylüler konuşacak sen anlamayacaksın, sen konuşacaksın onlar anlamayacak, keşke birini bulsaydık, hani torpil filan yapsaydık da gitmeseydin.” gibi bir sürü cümle kurulurdu. Özneden sonra gelen bütün kelimler olumsuz yüklemle son bulurdu. Bu garip cümlelerin sonunda, göreve başlamadan bırakıp gidenler olduğu gibi bir iki ayın sonunda bırakanlarda olmuyor değildi hani.
Yağmurun kaba damlarla düştüğü rüzgârın esip savurduğu, soğuk bir günde indi dolmuştan sağına soluna baktı. Gördüğü manzarayı içine çekti. Hiçbir şey duymasa bile tam her şeyin anlatıldığı gibi olduğu düşüncesi içine girdi. Ne demişlerdi; “Yandın sen Zeki öğretmen. Yandın sen.” Tıpkı, diğer gelenlere dedikleri gibi demişlerdi. O Ziraat Bankasının tabelasına bakıyordu hala.
Rüzgâr yağmurla karışık sert esiyordu. Görünmez el gibiydi yüze çarpışı hem üşütüyor hem acıtıyordu. Ce-ketini ilikledi, yakalarını kaldırdı soğuğu, yağmuru bertaraf etme çabası içine girdi. Bir şeyler yapmalıydı. Bu kadar soğuk olacağını düşünmemişti. Doğup büyüdüğü öğretmen olmak için okuduğu coğrafyaya benzemeyen ama adını da koyamadığı bir durum vardı. Yağmur çiselemeye devam ettikçe rüzgâr daha soğuk vurdu yüzüne. Yorgundu, uzun saçları bazen gözünü kapatıyor, bazen arkaya doğru savruluyordu. Yağmur öncesi esen rüzgârın kaldırdığı toz bulutu, yağmurla birlikte yere indiğinden uzun saçları çamurlaştı. Saçları örülecek kadar uzundu. Görenlerin dikkatini çekmekte gecikmedi. Yanından geçenler, geçtikten bir iki adım sonra dönüp arkalarına baktılar. Örmek istesen, örebilirdin. Yılın, genç erkek modasıydı bu uzun saçlılık ile pantolonda otuz sekiz santim paça genişliği. Dükkân camlarından dışarıyı gözleyen gözler onu görmekte, tereddüt etmekte, kim olduğunu tahmin edip fikir yürütmekte birbirleriyle yarış içine girdiler bir anda. Ortak kararını birbirlerini görmeden verdiler; “Bu bir yabancı. Kesinlikle köylerimizden birine atanmış yeni öğretmendir. Ne kadarda genç.”
Yerler çamurdu. Sokak toprak olduğu için yağan yağmur sokağı çamur deryasına çevirdi. Birkaç araç geçti çamur sıçratarak. Sırtını bankaya döndü, çamurlu yolda dükkân camlarına bakarak yürüdü. Aklındaki soruları önce sokağa sordu. Bu sokak… Bu İlçe… Ben… Köy… Adres soracak biri. Ya sorduğumu anlamazlarsa… Kendini gördü camda. Onun, bu ilçeye uzak yolları bitirerek geldiği yüzünden anlaşılıyordu. Ne kadar perişan bir durumu vardı. Gözleri uykusuzluktan kan içindeydi. Gözleri kan çanağı olmuş ancak böyle hallerde denilebilirdi. Bu kanlı gözleri ne zaman görsem kime ait olursa olsun, sahibinin yine az önce zor geçen yolculuğu bitirdiği geçer içimden, yanılmam da. Bitkindi. Perişandı. Kendine tanımakta zor-landı. Elindeki valiz giderek daha da ağırlaşıyordu.
Çok gençti. İlçenin dayanılmaz yağmuru, yağmur son-rası çamuru, yağmur öncesi rüzgârı iyice hırpaladı, siyah takım elbisesi tıpkı saçları gibi griye dönüştü. Yağmur çekilince ikindi güneşi serildi ilçenin dağlarına. Karşı karşıya geldiği birine; Selam verdi. Sonra, “İlköğretim müdürlüğüne nasıl giderim?” dedi. Akşam güneşi, Kargapazar dağında, ışıkları ile dağ yamaçlarını okşuyordu. Güneş ile Kargapazar dağı iki arsız sevgili gibi veda edecekken dönüp kucaklaşıyordu. Gölgeleri birkaç misli uzatmıştı. Şimdi herkesin gölgesi kendinden kat kat büyüktü. Az sonra gün karanlığa doğru yola çıkacaktı. Eliyle işaret etti “Gel be-nimle,” dedi, adres sorduğu adam. Takip etti. Beraberce, ilköğretim müdürlüğüne yürümeye başladılar. Söze teklif-siz başladı. Acelesi vardı.
“Adım Zeki”
“Memnun oldum. Ben de Abdullah” dedi peşi sıra yürüdüğü adam. Daha fazla konuşmasına fırsat vermeden sürdürdü konuşmasını.
“Öğretmenim. Okulu iki ay önce bitirdim. Bu ilçeye tayin oldum. Uzun yolcuklara alışığım fakat bu yolculu-ğum çok uzun sürdü. İçimde bir an önce yerime gitme heyecanı olduğundan saatler geçmek, yol bitmek bilmedi.”
“Ne iyi. Ne güzel.” Dedi Abdullah.
Ayağını bastığı toprağın yabancısı olduğu attığı adımlarından belli oluyordu. Daha buranın ne gecesini tatmış ne sabahını görmüştü, bazı anlar yabancılığın verdiği tedirginliği yaşıyordu. Ana yoldan çıkınca iki üç toprak damlı evi, hâkimin, nüfus müdürünün kaldığı tahta barakaları önünden dönüp, bu tahta barakalar genellikle ilçeye gelip kalacak yer bulamayanlar için yapılmıştı, devam ettiler. İlköğretim Müdürünün ilçeye ne zaman atandığını çok kişi bilmez, ama kendisi ile ilçe halkı tanışalı on, on beş yıl kadar olmuştu. İlköğretim müdürü; “Çok hizmet ettim.” diyor “Bu ilçeye, büyüyüp, okuyan, eli ekmek tutan her gencin şekillenmesinde emeğim var, kazandığı ekmekte payım var, helal hoş olsun. Bizi mutlu eden de görseler de görmeseler de bu aş, ekmek sahibi olmaları…” İlköğretim müdürü, ilçede görev yapan bürokratların en uzun boylularından biriydi. Daireden giderken koltuğunun altında bugüne kadar hiç kimsenin hangi gazete olduğunu tespit edemediği bir gazete ile onun arasına sıkıştırılmış kitap olurdu. Sol omzunu yukarı çeker, diğer eli ile ceketini düzeltirdi. O kadar ki, onu bilen, arkasından bile tanıyabiliyordu. Bu omuz çekişi onun kartvizitiydi. Önceleri tuhaf gelmesine karşılık sonra yakın ilişki içinde olan herkes bu tike alışıyordu. Akşamın bu saatinde İlçe İlköğretim Müdürlüğünün kapalı olacağını düşündü, yine de kapısına kadar götürdü sokakta bulduğu misafirini. Zeki Öğretmen kendine bir prova aldı.
“İlçenize öğretmen olarak atandım, yolculuğum sıkıcı, yorucu geçti, ancak gelebildim.” diyecekti, ama olmadı. İlköğretim Müdürü mesaisini tamamlamış biraz erkende olsa daireden çıkmıştı. Kapısına gittiklerinde, müdürlüğün hademesi kapıları kapatıyordu, gelenleri görünce, “Müdir Beyi soracaksanız az evvel çıktı. O da insan çok yoruluyor, geleni gideni bitmiyor, adama dur otur yok, gelen var giden var, bu insana yazık oluyor, diyen devlet büyüğü yok ki yanına bir yardımcı versin.” Müdir bey demesinden hizmetlinin de bu yöre insanı olduğu belliydi. Susacağı yoktu. Yanından ayrılmalarına rağmen konuşması sürü-yordu. “Yardımcı vermiyorlar ne oluyor? Her işe ben koşuyorum. Canı sağ olsun müdirim iyi insandır fakat ben de yorulmaktayım. Devlet kapısında iş sahibi olmam için beni de buraya o aldı.’’ dedi, daha sonraki konuşmalarını uzaklaştıkları için duymadılar. Daracık sokaktan yürüyüp geldikleri yere geri döndüler. Ne yapacağını düşünürken; İlköğretim Müdürlüğünün kapısına kadar getiren kişi, “Yarın sabah kolayca bulursun.” dedi ve ona kalabileceği oteli tarif edip ayrıldı. Aslında bulunmayacak kadar ne kalabalık bir şehirdi nede onlarca sokağı caddesi olan bir yerdi. Söylediği sözün gelişi bir nevi ayrılık cümlesiydi. Önce gelenlerin öğretmen olduklarını öğrendiğinde; daha temizdir, sözü sohbeti yerindedir, azda olsa Almanyada kalmıştır diye Rıza’nın oteline gönderiyordu. Allah için Rızada yurt dışında kalmış olmanın hakkını veriyordu. Rıza’nın otelinin dışında bir otel daha vardı ama oraya kimseyi göndermedi. Sürekli yok gibi davrandı. Birazda aslına bakılırsa gönül koymuştu. Bundan önceki belediye seçiminde meclis üyeliğine o otelin sahibi aleni karşı çık-tığından gönlü kırıktı. Belli etmemeye çalışsa da belliydi. Burası gelişmiş bir köy denilemeyecek kadar geri kalmış bir yerdi. Bunu söylemek haksızlık değildi. Ne zararı olurdu, meclis üyesi olsaydı ama karşı çıktı. Bunu bir köşeye yazdı. Gün gelir intikamını alırdı belli mi olur. Şimdi bir tane bile misafir göndermiyordu bu bile yeterdi. Ama otelcide bunu anlayacak kafa var mıydı? Onu da bilmiyor.
İlçeye atanan öğretmenler, sanki Abdullah yolarını bekliyormuş gibi onunla karşılaşır ilk bilgileri ondan alırlardı. Bu bir tesadüf müydü, Abdullah’ın aşırı dikkatliliği miydi belli değil. Ama öyle olduğu bir gerçekti. Zeki öğretmende bu kuralı bozmadı. Onunla karşılaştı. Abdullah öğretmenlerin önüne düşer kendi yakınıymış gibi ilköğretim müdürüne götürür teslim eder öyle ayrılırdı. Bu sefer biraz geç kaldıkları için bunu yapamadı. Biraz buna üzüldü.
Bir dost meclisinde, sohbet ederken söz yeni atanan öğretmenlere geldi. Laf lafı açtı. Dedi ki “Benim bu ilçeye çok hizmetim var, bir öğretmen gelince mutlu oluyorum. Bizim insanımız bunu anlamıyor. Onlar için okumanın önemi yok. Cahil kaldıklarından mutlu oluyorlar, ne var ki cehalete esir olduklarını bugüne kadar anlamadılar, bu-günden sonrada anlamayacaklar. Karşılıyorum. Güler yüz gösteriyorum. Nasıl gönlü alçak insan olduğumuzu gösteriyorum. Bunlar benim milli eğitime hizmetim değil de nedir?”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.