- 309 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
IHLAMURUN GÖLGESİNDE
IHLAMURUN GÖLGESİNDE
Sabahleyin hepimiz dedemin her zamanki ufak tefek tıkırtılarıyla uyandık. O, bizleri seslenerek uyandırmak yerine, ya raftan aldığı ayakkabı boyasıyla pabuçlarını boyar veya sabah haberleri için açtığı televizyondaki olan bitene yorumlarıyla katılarak, bizi sabah kahvaltısına ve yeni güne hazırlardı. Mutfaktan, güne herkesten önce başlayan ninemin çorba kokusu geliyordu. Birazdan annem ve teyzem de kalkacak ve birlikte kahvaltı yapılacaktı. Bu hepimizin evde olduğu günler, hep böyleydi.
Bugün cumaydı ve mahallenin pazarıydı. Adeta bütün köyler bir sel gibi şehre akmışçasına civardaki kaldırımları kaplayıverirlerdi. Kapımızın önüne kurulan ve geniş bir alana yayılan pazarcıların sesleri, önce yavaş yavaş, sonra gürül gürül yankılanarak evlere gelirdi. Burası, uzun bir caddenin restoranlarla kaplı caddesinin hemen arkasındaki duvarlarının çoğu dökülmüş, bakımsız, çoğu tek, bazıları iki kat sıra sıra dizilmiş, kendisi ıstırap çekse de başkalarının dertlerine çare olmada marifetli birer hasta gibi birbirine sarılmış yaşlı evlerle dolu bir sokaktı.
Mahallemizin sessiz ve sade hali, cuma günleri kurulan pazarla birlikte büyük bir canlılık kazanırdı. Buradaki sebze, meyve türünden çoğu şey, civar köylerdeki insanların kendi ürettikleri mahsulleriydi. Akla gelebilecek her türden malı sergileyen insanlar, yaz veya kış günleri olsun, karanlık girmeden alanı boşaltmazlardı. Her yeri meyve, sebze, köy ekmeği, balık, baharat, peynir kokusu kaplar; pazarcıların aynı zamanda üretici olması bu mallara olan rağbeti arttırırdı. Satıcıların ise çoğu feraceli köy kadınlarıydı. Onların yaptıkları işler, küçük yaşta benim de çok ilgimi çeker, onlara imrenirdim. Sattıkları mallarının yerine bir şeyler almaları da en çok hoşuma giden tarafıydı.
Bazen kapı komşumuz Zeynep’le biz iki kız çocuğu, ninelerimizin feracelerini sırtımıza alır, birer yetişkin gibi sebze satan teyzelere yardım eder, çok eğlenirdik. O gün pazardaki kalabalık gibi evlerimiz de dolar taşardı. Biz de ailecek, evimizde akşama kadar uzaktan yakından gelen misafirleri ağırlar, yorulduğumuzu akşamları anlardık. Ama her hafta Cuma gününün gelmesini dört gözle beklerdik.
Sokağımızı ilginç ve vazgeçilmez yapan, sadece pazarlar değildi aslında. Burada yaşayan herkes, tarihin hangi döneminden fışkırmış birer nadide çiçek gibi etrafına nezaket ve güzel kokular yayardı adeta. Bu çıkmaz sokağın baş tarafındaki dükkânın sahibi Erzurumlu Halil Bakkal, her yaştaki insanla akran olur, başındaki birçok felakete rağmen, yüzü hep gülücükler dağıtır, insanların gönlünü alırdı. Semiha Teyze, ilerleyen yaşına rağmen eski dikiş makinesiyle hâlâ bir şeyler diker, hayattan ve komşularından kopmazdı. Nebahat Nine, seksenli yaşına rağmen, buruşmuş yüzüne inat hiç solmayan elma yanaklarında canlı ve sımsıcak bir yüreğin izlerini taşırdı. Hemen yüzümüzü assak, nazara uğradığımız zannıyla başımızı okşar, okur, dualar eder:
-Bu günlerin kıymetini bilin çocuğum. Bak, ben bile bu yaşta ne kadar mutluyum, ağlanacaksa biz ağlayalım, size gülmek yaraşır, derdi. Yaşlı kadının derin derin bakan gözleri adeta ruhumuzu okurdu. Ancak biz sekiz dokuz yaşın masumiyetiyle onun bize anlattığı şeylerin derinliğini kavrayamazdık.
İsmail Dede, uzun yıllar süren (hastanedeki) hasta bakıcılığının ardından emekli olmuştu. Her zaman takımlı, yelekli, yüzü kat kat olmuş çizgilerin etrafındaki apak sakalıyla Karesi oğulları döneminden çıkıp gelmiş bir alperen görünümündeydi adeta. Kapısının önüne dikip yetiştirdiği ıhlamur ağacının altına sandalyesini koyar, evimizin ikinci katından dışarı seyreden dedemle birlikte hem sohbet eder hem de bizleri gözetlerdi.
Denizden habersiz balıklar gibi nasıl bir hazine olduklarını o zaman anlayamadığım bu insanların hepsi, bu çıkmaz sokağı sevgi dolu doyumsuz bir dünyaya çevirmişlerdi. En doğru tarif ise, burasının ayrı ayrı odaları olan büsbütün bir insan yuvası olmasıydı. Öyle ki o yıl eşini kaybeden büyük halam, hayran olduğu bu sokağa, dedemin gölgesine de güvenerek taşınmış, satın aldığı iki katlı eve yerleşmişti.
Fakat zamanla bütün bu insanların her birinin çektikleri derin hasretlerini kavramaya başlamıştım: Bakkal Halil, amansız hastalığının pençesindeki biricik kızının tedaviye cevap verip, bir an önce iyileşmesini bekliyordu. Semiha Teyze, yıllardır göremediği, sadece ara sıra telefon eden Slovakya’daki oğlunu, Slovak gelinini, torununu hasretle anıyor, birkaç yıl önce ölen rahmetli eşinin de yokluğunu derinden hissediyor, gözyaşları döküyordu. Nebahat Nine’nin ıstırabını hiçbir ilaç kesemezdi. O, biricik oğlunu, ömrünün fidanını yıllar önce, öğrenci olaylarında kaybetmişti. Kocası da onun kahrından fazla yaşamamıştı. Teyzem uzak bir şehirde çalışan asker eniştemi, annem ise çok uzak memleketlerden birinde çalışan babamın dönmesini bekliyorlardı. Bu iki katlı eski ev, üç aileyi barındıran bir pansiyon gibiydi ama içi bizim için saraylardan daha güzeldi. Bu eski püskü yapıda ne entrika, ne sahtekârlık ne de “ben” duygusu vardı. Acıların, zorlukların ve hasretin birbirine kenetlediği bu yuvayı bir kartal gibi kanatları altında koruyup kollayan, Dedem Sarı Muharrem’di. Ama onun bütün dertlerimize derman olan varlığı, kalbimdeki babamın yanımda olmamasına dair hasreti dindirmeğe yetmiyordu.
İsmail Dede, emekliliğinin onuncu yılında büyük bir felaketle karşılaştı: Eşi Umman Teyze felç oldu, belden aşağısı tutmuyordu. O, birçok erkek gibi işi kızı Raziye’nin üzerine yıkabilirdi. Fakat onun şefkat dolu, vefalı gönlü buna razı olmadı. Yapılacak şey belliydi: Yıllarca hastanede ekmek davası için verdiği mücadeleyi şimdi eşi için, gerekirse bir ömür boyu sergilemek. Onu satın aldığı akülü arabasına bindirip komşulardan, çevreden ve hayattan hiç mahrum bırakmadı. Umman Teyze’nin hastalanmadan önceki haliyle hastalandıktan sonraki hali adeta farksızdı. Komşular da biz de onu yalnız bırakmıyorduk. O halde bile mutluluğu yüzünden belli oluyordu.
Dedem emekli bir işçiydi. Ben ve teyzemin çocuklarına çok ilgi gösterir, kedinin yavrularıyla oynaması gibi boğuşur, ben küçük olduğum için elimden tutar, bakkal -manav gezdirirdi. Akşamları derslerimizi kontrol eder, tembelliğe asla müsamaha göstermezdi. Boş zamanımızda şimdi unuttuğum birçok masalı, birçok menkıbe ve tarihi olayı görmüş gibi dillendirirdi. Hele Sultan Fatih’in Karesi’ ye gelmesini tekrar tekrar anlatırdı: Damadı Zağanos Paşa’yı cezalandırmak için gelmiş de bir de bakmış ki (bugün) adıyla anılan camiinin inşasında çalışıyor. “Zağanos” diye seslenince “Buyurun Sultanım!” cevabını alıyor. “Sen bakmadan benim sultan olduğumu nereden bilirsin?” diye sorduğunda “Bana sizden başka kimse Zağanos, demez ki Sultanım!” diyor. Bunları söylerken, taş taşımaktan yüzünü bile dönmemiş. Dedem bunu o kadar büyük bir heyecanla anlatırdı ki adeta beş yüz yıl önceye dönerdi. Ama bu rivayetlerden beni en çok etkileyeni sultana soğuk ayran verip içine saman atan ihtiyar nineydi. Sultan Fatih ayranı üfleye üfleye samandan ayırıp içince sorar: “Niçin ayrana saman koydun, Bacı?” “Sultanım, at üstünde ve terliydiniz. Ayranı hemen içseniz hasta olacaktınız.” Ayşe Bacı, bir köye adını veren kadın.
Annem, teyzem ve ninemin her günkü sıradan işlerinden bize ayırdıkları zamandan iki kat daha fazlasını dedem bize ayırırdı. Teyzemin bizden büyük oğlu Muzaffer ve kızı Merve benim dikkatle dinlediklerime ilgi göstermezlerdi. Onlar biraz büyük olduklarından daha çok arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi tercih ediyorlardı. Dedem, bazen hepimize bazen yalnız bana, eskilerden birçok şey anlatır, ben de onu bir yetişkin gibi dinlerdim.
Dedem, gençliğinde Balya’nın bir köyünde yıllarca çobanlık yapıyor, sonra bir iş bulup şehir merkezine geliyor. Ardından bu iki katlı virane evi satın alıp tamire çalışıyor. Bu tamirat sırasında sağ eğe kemikleri kırılıyor, Eğirdir’deki kemik hastanesinde birçok ameliyattan geçiyor ve yıllarca tedavi gördükten sonra ancak iyileşebiliyor. Bundan ötürü dedem için bu ev, dile getiremediği ve bizim anlayamadığımız çok daha derin anlamlar ifade ediyordu. Onda gençliği, çocukları, torunları, komşuları her şeyi vardı. Onun duvarlarında Harputlu babasıyla İşkodralı anasının mübarek yüzlerini görürdü. Bir de komşular, gelen gidenler eksik olmazdı. En çok da akşamüstü İsmail Dede’yi çağırıp karşılıklı kahve içtiler mi, değme keyfine. Babamın memleketindeki evimiz, ne kadar bakımlı ve güzeldi. Ancak bu kadar sevgi dolu insanın bulunduğu yerde insan, hiçbir şeyin yokluğunu hissetmiyordu, babamın hasretinden başka…Benim güzel evim, seni hiç unutmayacağım. Çok büyük insan olsam da seni asla sattırmam, senden vazgeçemem. Sende ömrümün en acı, en tatlı, en unutulmaz yılları var…
Bir kış günü hastalanmıştım. Doktora gidip gelmekle hastalığım bir türlü iyileşmiyordu. Komşularımızdan birçok kadın başıma toplanıp kimi şifalı bitki ilacı kimi bir tabak çorba getirmişti. Bazılarının da başımda dua ettiklerini hatırlıyorum. Dedemse şefkat dolu bakışlarıyla bana bakıyor, ateşimi ölçüyor ve gözyaşları döküyordu. Gece yarısına doğru kendime geldim. Annemden su istedim, çılgınlar gibi sevinmişti. Birkaç komşu da hazır duruyorlardı. Semiha Teyze, Nebahat Nine ve İsmail Dede derin bir nefes aldılar. Kendime gelmemden sonra İsmail Dede elini alıma vurup:
-Tamam inşallah, dedi. Bundan sonra açılır. Beni Nine bekler, bir şey lâzım olursa uyandırın, çekinmeyin, diye tembih etti. Gözlerimi açmamla birlikte odanın neşesi de değişivermişti. Büyüklerimin kaygılı yüzlerinin yerini gülücükler alıvermişti. Onların mutlu yüzleriyle evden ayrılmalarının ardından rahat ve derin bir uykuya dalmıştım.
……………………
İsmail Dede’nin evi bir sabah kalabalıklaşmıştı. Ninem ve teyzem koştular ve herkesin tahmin ettiği şey olmuş, Umman Teyze bu dünyaya ve bizlere veda etmişti. Cenazesi yıkanmış, bütün komşuları ve sevenleri toplanmıştı. Herkesten helallik istendikten sonra evinden alınmış, namaz için camiye götürülmüştü. Ondan geriye yalnız birkaç resim, yaşanan acı tatlı hatıralar ve bana anlattığı çocuk masalları kalmıştı. Demek her şey bu kadar basitti. Demek akülü arabada her gün görmeğe alıştığım, gül yüzlü Pomak Umman Teyze’mi de bir daha hiç göremeyecektim…
…………………….
İsmail Dede’nin evine siyah bir karanlık çökmüştü. Ancak Dede güçlü ve görgülü bir adamdı. Her acıya sabır gösteren metin bir kişiliği vardı. Cenazenin üzerinden iki ay geçmişti ki o, hiçbir şey olmamış gibi hayatına kaldığı yerden devam ediyordu. O seksene dayanan yaşına rağmen, odununu kırıyor, sobasını yakıyor, yemeğini pişiriyor, kimseye muhtaç olmuyordu. Bizler yine de her bir komşu sıraya koymuşuz gibi, birer tabak komşu hakkını mutlaka götürüyorduk. Çok mahcup oluyor ama bir yandan da memnuniyetini gizlemiyordu. Kızı haftada iki üç kere geliyor, giyimini temizliğini bir düzene koyup gidiyordu. Gündüzleri vaktinde kahveye gider, her vakit namazını cemaatle kılar ama Cuma için mutlaka Zağanos Paşa Camii’ne giderdi. En sevdiği şey de oradaki ve diğer yerlerdeki ezbere bildiği velileri ve türbeleri bir bir ziyaret etmekti. Gece vaktine kadar bir meczup gibi dolanır, sonra büyük bir huzurla evine döner, kapısının önünde yetiştirdiği, belki de kendi ömrüyle münasebet kurduğu biricik ıhlamur ağacını bir çocuk şefkatiyle okşardı. Ömrünün bir günü böylece bitmiş olurdu.
Bir gün Dede’nin ışığı, vakit geç olmasına rağmen yanmadı. Dedem, huzursuzlandı. Acaba bir şey mi olmuştu? Olur ya, bir araba filan çarpardı. Vakit geçtikçe Dedemin huzursuzluğu arttı. Evinin kapı zilini çaldı, bir karşılık yoktu. Ninem:
-Sabahleyin bakarız, şimdi merak etme, belki kızının evine gitmiştir, dedi.
Dedem ikna olmamıştı ama yapabileceği bir şey yoktu. Sabahleyin erkenden İsmail Dede’nin kızı Raziye’yi telefonla aradı. Gereken bilgiyi aldıktan sonra telefonu kapadı. Ninem, “Ne olmuş?” gibilerinden başını salladı.
-Dün Milli Kuvvetler caddesinde bayılmış, hastaneye kaldırmışlar, tansiyonu yükselmiş, dedi. O gün dedem ve ninem, İsmail Dede’yi ziyarete gittiler. Genel durumu iyiymiş ancak doktoru yalnız yaşamaması gerektiğini tembihliyor, hatta “Huzur Evi” ne yerleşmesinin bile iyi bir çözüm olabileceğini söylüyormuş. Dedem:
-İki haftada biter garibim, diye söylendi. Öyle şey mi olur? Gözümüzün önünde bakılır gider, dedi. Birkaç günlük hastanedeki tedavinin ardından İsmail Dede’yi kızının evine götürdüler. Kızı, ona evin uzaklığından, sürekli yanında kalmasının iyi olacağından bahsetti. Ancak yaşlı adam bir haftayı zor edebilmişti. Kızı, damadı ve torunlarının ısrarlarına rağmen evine geri döndü. Artık uzun uzak yerlere yürümeyecek, mahalle civarından ayrılmayacaktı. Paşa camii uzak geldiğinden, Kaya Bey Camii ile yetinecekti.. Dedem ve bizler, o günden sonra ona daha çok göz-kulak oluyorduk.
Raziye Teyze, babasının yanına daha sık gelip gider olmuştu. Bizler bundan çok memnunduk. Fakat babasına bu evi satıp başka bir yerden, hepsine yetecek bir ev satın almalarının iyi olacağını söylüyordu. İsmail Dede, bunu birkaç kez dedeme anlatıp ne yapması gerektiğini sormuştu. Dedem, Raziye’nin bir gelişinde eve çağırıp nasihat verdi:
-Kızım, bu adamın ömrü buralarda geçti, bu yaşta ayrılığı kaldıramaz; sebep olursunuz. Bizim artık güz mevsimindeki yapraktan farkımız yok. Ne zaman rüzgâr esse, “düşeceğim” diye korkuyoruz. Ama baban senin, karar sizin, demişti. Birkaç ay böyle geçmiş, yaz gelmişti. İsmail Dede için ıhlamur ağacının altına bir sandalye atmak için kaçırılmaz fırsattı. Yine eski güzel günlere kavuştu, derken evin satıldığını öğrendik. Herkes ağlamaktan kötü olmuştu. İsmail Dede’nin ağzını bıçak açmıyor, bahtının rüzgârına kapılmış bir kelebek gibi savruluyordu. Evi satın alanlar kendileri yerleşecekti. İsmail Dede, bir kuşluk vakti, yeni satın aldığı daireye taşınmak üzere, bir kamyon dolusu eşyayla mahalleden ayrıldı. Gözleri donuk ve hislerini yüzüne asla yansıtmıyordu. Oysaki ben, o çocukluk halimle, onun iki üç damla gözyaşı dökmesini beklerdim. Mahalleliyle vedalaşıp helalleşirken bir robot kadar duygusuz görünüyordu. Fakat ben ve bütün komşular, ölmeden, ölümden daha acı bir duygu olan ayrılığı bize yaşatan İsmail Dede için gözyaşlarına boğulmuştuk…
Birkaç hafta sonra İsmail Dede, kuşluk vakitleri dedemin yanına, hemen her gün gelmeğe başladı. İki mahalle öteden, namazını eda etmek için Kaya Bey’e geliyor, esnaf kahvesinde tanıdıklarıyla sohbet ve çay- kahve faslından sonra bir fırsatını bulup dedemin yanına uğruyordu. Bizler bundan mutlu olmakla birlikte, onun gönlündeki “mekan hasreti” ni fark ediyorduk. Bu gelişlerin hep olmasını istiyordu Dedem. Bunun ona çok iyi geldiğinin farkındaydı.
Yaklaşık iki ay sonra bizim eve geldiğinde, İsmail Dede’nin yüzü kireç gibi olmuştu. Neşesi kaçmış, hayli dalgın bir görünüşü vardı. Dedem, onu üzen şeyin ne olduğunu anlamıştı. Önceki gün İsmail Dede’nin evi kepçelerle yıkılmış, bütün hatıraları bir kuş gibi uçup gitmişti. Evi satın alanlar, “Kendimiz gireceğiz.” demelerine rağmen, evi kat karşılığı müteahhide vermişlerdi. Yaşlı adamı asıl üzense bir çocuk gibi bakıp beslediği ıhlamur ağacının da kesilip atılmasıydı.
-Ağaçtan ne istediniz yahu, ağaç size ne yaptı? diye diye söyleniyordu. O gün dedemle uzun uzun sohbet ettiler, ancak ertesi gün ve daha sonraki günler İsmail Dede bir daha mahalleye gelmedi. Annemler telefonda biraz keyifsiz olduğunu öğrenmişlerdi kızından. Bir gün hiç ummadığımız bir telefon aldık. İsmail Dede annem ve teyzemi şimdiki evine çağırıyordu. Hiç tereddüt etmeden yola çıktılar, beni de yanlarına almışlardı. Evde bizi çok güzel bir karşıladılar. Yeni, her yeri temiz, eşyaları ile pırıl pırıl bir evdi. Yalnız İsmail Dede’nin pek keyfi yoktu. Yatağının üzerinde oturuyor, bizi karşılamak ve mahcup olmamak için oturduğu belliydi. Bizi görünce yüzünde güller açıvermiş, çocuklar gibi neşelenmişti. Bizler de onu bu sağlıklı ve temiz bir ortamda görmekten çok mutlu olmuştuk. Yaklaşık yarım saatlik sohbetin ardından, yaşlı adam, kızına kendisine ait kutuyu getirmesini istedi.
-Evlatlarım, sizlerle akrabadan da ileriydik, şükür Allah’a ki her birinizin mürüvvetini gördük. Fakat sizin çocuklarınızın düğünlerini ben göremem. Size bunları veriyorum, düğünlerinde onlara takmanızı rica ediyorum, diyerek daha önceden satın aldığı üç çeyrek altını annemlere uzattı… Ben, ömrümde hiçbir hediyenin insanları böylesine ağlattığını görmedim…
Güz ayı gelip çatmış, herkeste kış hazırlıkları tam sürat gidiyordu. Büyükler turşu kurmak için birkaç gündür uğraşıyorlardı. Evin manzarası, manav dükkânını andırıyordu. Sirkeler, tuzlar: lahanalar, biberler, havuçlar, turşu otları her yerleri kaplamıştı. Sabahleyin herkes, erkenden kalktı, yavaş yavaş malzemeleri koyup plastik bidonlara yerleştiriyorlardı. Ben bir şey yapmıyordum ama gürültüden rahat edemeyeceğimden odamdan çıkmış, onları seyre koyulmuştum. Ara sıra “Şunu al, bunu ver.” gibi emirleri yerine getiriyordum.
Bir ara bir ses duydum. Bahçe kapısını açıp baktım, bir kalabalık vardı. Büyükler bana “Sen içeri gir!” diye tembih ettiler. Dedem dışarı çıktı fakat gelmedi. Az sonra annemler İsmail Dede’nin ölüm haberini getirdiler. Donup kalmıştık. Sabah namazından sonra camiden çıkmış, eski evinin yerine yapılan binanın duvarına sırtını dayayıp ayaklarını uzatmış, ruhunu oracıkta teslim etmiş. Onu fark eden, sabah erkenden dükkânını açan Bakkal Halil Amca olmuş. Daha sonra öğrendiğimize göre, İsmail Dede çocuklarına kendisini çok iyi hissettiğini, söyleyerek evden ayrılmış. “Epeydir eşimi dostumu aramaz oldum. Bugün onları bir göreyim, sonra bir daha gitmem. Beni merak etmeyin!” diye tembih etmiş. Ah sevgili yolcular, keşke gittiğiniz yerden bize, göz yaşlarımız kadar teselli verebilseydiniz!
On beş gün geçmişti ki bir sabah kapı zilinin çalındığını işittim. Bu, benim üç yıldır yolunu beklediğim adam, babamdı. Bizi almağa gelmişti. Ev halkı büyük bir mutlulukla babamı karşıladı. Ancak ben, ertesi gün okula babamı götürmek istiyordum. Çünkü okula arkadaşlarımın babaları okula sık sık geliyor, benim babamı ise kimse tanımıyordu. O da kabul etti . Öğretmenlerime ve arkadaşlarıma babamı göstermiştim. Eve dönünce babama:
-Baba, siz annemle gitseniz, ben burada kalsam, burada okusam olur mu? dedim.
-Sen nasıl istersen kızım, dedi. Yalnız bunu niçin istiyorsun?
-Ben bu evden başka yerde yaşamak istemiyorum çünkü.
-Evlerin içinde insan yoksa evin hiçbir değeri yoktur kızım, dedi babam. Ben senin olmadığın evi ne yapayım. Buradaki eşyalarımızı da götürmeyeceğim memleketimize, her yıl gelir kalırız. Ama yine ısrar edersen, biz annenle gidelim sen burada kal. Babamın bu sözüyle korkmuştum. Kendimi çok sevdiğim yer ile çok sevdiğim insanlar arasında tercih yapmaya zorluyordum. Ama çocuk yaşımla duygularımın altında eziliyor, diğer yandan babamı da darıltmaktan korkuyordum:
-Yok, şaka yaptım baba, dedim. Sen neredeysen bizim evimiz orası. Ben, sen olmadan evi ne yapayım? Sen yanımızda olduktan sonra, her yer bizim evimizdir, dedim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.