- 271 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
HER YAŞAM BİR ÖYKÜDÜR I
Her Yaşam Bir Öyküdür
G
üz; kapının önüne geldiğini her sabah uyandığımızda kar-şıki tepelerde sürekli değişen ağaç yaprakları ile haber üstüne haber göndererek veriyordu. Bin dokuz yüz yetmiş beş yılı. Çoğu için bir önceki yıldan farkı olmasa da birisi için önemliydi. İlkbahar, yaz göz açıp kapayıncaya kadar türlü beklentiler içinde geldi geçti yerini sonbahara bırakarak. Eylül ayı, elindeki fırçasını sarı ve sarının daha koyu tonları rengine batırmış, günün her saatinde çizdiği resimlerle çıktı geldi. Doğanın bu hızlı değişimi karşısında toprak ana bir şekilde besleyip doyurduğu tüm canlılarını kışa hazırlamaya koyuldu. Ki insanlar ve hayvanlar üzerinde bunu görmek mümkündü. Hatta ağaçlar bile hazırlık içindeydiler.
Karıncalar, telaş içinde yollarını gidiş, geliş olarak ayırdıktan sonra, yapabileceği son hız sınırına ulaşarak, sırtlarındaki kışlık yiyeceklerini, yuvaya taşımaya başladı-lar. Patika yollarda yürüyen herkes karıncaların bu telaşına şahit oldu. Aceleleri vardı, gözle görülen acelecilikti bu görülen. Akıllı hayvanlardır karıncalar. Bir kere iş bölü-münü iyi biliyorlar. Bulduklarını eşit olarak bölüşmeyi biliyorlar. Aralarında birbirlerinin sırtından geçinmeyi düşünen yok. Ah bu karıncalar. Onları seyrederken, dalar gidersin. Farkında olmadan giden her karıncanın arkasına takılır düşüncelerin. Alır götürürler, bakan gözleri peşleri sıra, siyah bir ırmak gibi akarlar.
Göçmen kuşlar geçer bu mevsimde gökyüzünden, ka-natlarını değdirerek şaire, ozana, en güzeli zamana. Zama-nın aktığını fark edersin, hep akar zaman. Aslında tanımı da yok gibi. Eskiyen zaman mıdır yoksa insan mı? Zaman onlarla birlikte olunca kavranılan olur hep. Kuşların kanat-larında gider, günlerin sıcaklığı, gittikleri yere, arkalarında serinlikler bırakırlar. Göçmen kuşların, neden gelip gittik-lerini düşünmeye fırsat olmaz. Bir bakarsın gitmişler, bir bakarsın gelmişler. Tıpkı gidip gelen mevsimler gibidir doğada her şey.
Köylere şehirlerden taşınır kışlıklar, yakacak odundan tezekten gayri. Tuz, un, pirinç ve daha ne varsa yiyecek bir aceleyle alınır doldurulur ambarlara. Yurdun ister doğu-sunda, ister batısında, ister en ortasında ol; kural budur ve yazılı değildir asla. Tezekler yığıldıkça yığılır direnmek için tüm şiddetiyle geleceği bilinen kışa. Bir de hayvanlar için ot yığınları girer oluşacak resimdeki görüntüye eylüllerde. Kış sert gelir, haşin gelir. Ağaçlar soyunur, yapraklarını sarartır, döker. Yaprak denizinde gezer insan, meyve ağaçlarının altından geçerken, sonra seyrekleşir ağaçlar. Su boylarında kalabalık olarak göze çarpan kavak ve söğüt ağaçları, köy içine geldikçe tek tük olur. Orman dediğin sıra sıra bodur meşelerden öteye geçmez. Bir iki de ardıç olur içlerinde. Hepsi bu.
Hava çok soğuktu. Yuvasından düşmüş yavru kuş gibi düşündü bir an. O gün ilçe merkezindeki görüntü; ağaçla-rın altında yularından bağlanmış eşekler, başları saman torbasının içinde. Hem yiyorlar hem osuruyorlar. Kulakla-rını sallıyorlar sürekli. Bir de kuyruğunu. Durduğu yeri eşeliyor ara sıra eşeklerden biri. Canı sıkılıyor hayvanın, anırıyor uzun uzun. Ne demek istediğini anlamak zor, eşekçe konuşuyor muhtemelen. Yanından geçen küçük çocuklar bu sesten sonra bir başka sarılır annesinin belin-deki eteğine. Güllü desenli etekler, kalçalarını ortaya çıka-rıyor elinde çantayla dolaşan kadınların. Hava durumu şizofrene yakalanmış gibi saati saatini, dakikası dakikasını tutmuyor. Gitti bir saat önceki o ısıtıp ısıtmama konusunda kararsız olan güneş, yerini yağmur çiselemesine bıraktı. Sokağa, eşeklere baktı bir süre. Önünden gelen geçenler oldu. Kimse farkında değildi o’nun. O, herkesten biriydi. Yağmur incemsi ve avanak ıslatandı… Çiseleyen yağmu-run üşüttüğü insanlar, ara sıra gözüken güneşten medet beklediklerinden çok aldırış etmiyorlardı çiseleyen yağ-mura. Hava soğuk. Kış, bir başka… Geliş tarihi belli ama gidiş tarihi belirsiz. Söz dinlemez asi çocuk Mehmet bura-nın kış takvime uymayanından. Burada iki mevsimi göste-rir memleketin takvimleri, yaz ve kış. Altı ayı yaz, altı ayı kış. Bazen sekiz ayı kış, dört ayı yaz olur. Rüzgârı, yağ-muru, karı, tipisi, eksik olmaz bu ilçenin. Acıklı hikâyeler kış mevsiminin içinde geçer. Çocuklar, annelerinin altıncı, yedinci hatta sekizinci kardeşlerini doğururken yollarda ölmesi sonucunda öksüz kaldıklarını, akılları ermeye baş-ladığında öğrenirler. Ömrü bu kadarmış derler, kader böyle imiş derler, büyüklerinden de nasihati alırlar. “Takdir Allah’ındır, vadesi oraya kadarmış.” derler. Yaşayanlar alışıktır rüzgârın sertliğine, yağmuruna, karına, fırtınasına, soğuğuna, zamansız ölümlerin yaşanmasına. Her olumsuz-luğun kesildiği bir fatura muhakkak vardır. Suçlu aranmaz nedense. Rüzgâr eksik olmadığı gibi toz da eksik olmaz. Burada yaşayanlar boşuna dememişler buraya, “Yazın toz dolabı, kışın buzdolabı” diye. İlçenin toprak zeminli yolla-rında, çamurla birlikte, telaşlı hareketlilik sürmeye başladı yağmur sonrası. Yol kenarındaki kaldırımların üzerinde fileler, çantalar, ayakları bağlı tavukların sahipleri malına sahip oldu. Ağaç altlarına bağlanmış eşeklerin yanına geldi sahipleri. Anırmalar arttı. Hayat devam ediyordu.
Gördüğü ne varsa ilk defa görüyor ve görüntüleri ya-dırgıyordu. İlçe merkezinde olmasına rağmen keskin bir tezek kokusu vardı havada. Ziraat bankası tam karşıdaydı. Gördüğü levha çok tanıdık geldi. Çünkü şu ana kendisine yakın gördüğü tek tabela bu yazıydı. Kocaman harflerle yazılıydı. Ziraat Bankası. Ona doğru yöneldi. Adımları karasızdı. Konuşmalara kulak verdi.
Konuşuyordu yakınında olanlar, bankaya doğru yürür-lerken. Senelerdir tek banka ile idare etmişler. İkinci ban-kaya ihtiyaç olmamış. Banka müdürü ömür adammış.. İnsanlar, sabahları bankanın kapısında para yatırmak, pa-rasının vadesi dolan vadesini yenilemek veya faizini alıp kullanmak için sıra olurlarmış. Banka müdürü selamını ortaya verir, kimin selam aldığına almadığına aldırış et-meden doğruca içeri girer, masaların arasında öylesine dolaşırmış. Çalışanlarla selamlaşırmış. Amir adam bakacak elbet, sabahın bu saatinde işlemesinden mesul olduğu bankanın her bir şeyine. Gerekli kontrollerden sonra oda-sına yönelirmiş. Koltuğun tozunu eli ile kontrol eder. Bir iki üfler koltuğa nihayet otururmuş. Koltuğuna oturdu mu; Bankanın hizmetlisi çok geçmeden elindeki çayla kapısını vurur.
“Müdürüm çay!”
Banka müdüründen selamı alan halk; yüzlerindeki o yılların verdiği kahır dolu ifadeyi bırakır, yerine gülüm-semeli bir hal aldırır. Kolay değil caddede, sokakta bir banka müdürünün, askerlik şube başkanının ya da bir başka bürokratın selamını almak. Hazır almışken onlar da bunun zevkini çıkarmaya bakarlar. Bu yüzden gülümseme yayılır kulaklara kadar. Dikkatli bakan gözlerden kaçmayansa, yokluğun yaşattığı çilenin herkesi esas yaşından daha yaşlı göstermesidir. Yıllar ağır, yılların ağırlığını yaşayanlar biliyor. Her yüzde, yokluğun, garipliğin fukaralığın, baskının çizilmiş resimlerini görmek mümkündür. Yoklu-ğun, kıtlığın, gurbetin çileleri çizgi olmuş, yüzlere yapışmış. Geçmişte yaşananların geleceğe çizdiği harita gibi…
Bankanın müdürü egeden.
Çocukluğu Ege’de geçtiğinden hiç alışamamış bura-daki havalara. Hep şikâyet, hep şikâyet etmiş buradaki havadan da yaşantısından da. Oturduğu her yerde dilinden düşürmediği; “Az kaldı tayin istememe, bundan sonra bu-ralara gelmek mi, asla!’’ cümlesini herkes ezberlemiş. Birinin yanına varır varmaz, yanına gittiği kişi “Biliyorum buralara gelmezsin bir daha müdür bey.” derdi. Ziraat Bankasının tombul müdürünün, şikâyeti bitmezdi, ama uğradığı devlet dairelerindeki hürmetten, söylenilen çayları içmekten de mutlu idi. Hem çayını yudumlar hem de dizlerini ovuştururdu. “Bu romatizmalarım bu memlekette azdı, eskiden de vardı ama şimdi arttı, bu meret, huzur vermez ki bir dostunla ahbabınla iki laf edesin. Sızlar durur içerden.” derdi. Askerlik şube başkanın yanına sık giderdi. Askerlik Şube Başkanı sert mizaçlı adamdı. Ne de olsa o bir askerdi. Sert olmak veya öyle görünmek görevinin gereği de denilebilir. O sertliğin altında, birkaç kez sohbetinde bulunanlar, yumuşak, sevecen, baba ruhlu biri olduğunu hemen anlardı. Görüntüsü ile sohbeti arasında terslik vardı. Yüzündeki asık, sert ifade gider konuşmala-rında babalık, alçak gönüllülük gelirdi. Bu adamın o adam mı, o adamın bu adam mı olduğuna şaşırır kalırdın. Bu karşılıklı samimiyetten dolayı, karşılıklı ziyaretler de eksik olmazdı. Askerlik şube başkanı ne zaman, odasından çıksa, adına iadeyi ziyaret der, Ziraat Bankasının müdürüne giderdi. Gösterilen koltuğa oturur oturmaz “Hele şu savcıyı çağır, burası onun fıkraları ile çekilir.’’ derdi. Savcı İstanbullu idi. Güngörmüş, feleğin çemberinden geçmişti. Saçları aklaşmış, beli hafif kamburlaşmıştı. Yüzü zayıfla-dığından burnunun uzun ve inceliği iyiden iyiye belli olur durumdaydı. O İstanbulluyum dedikçe, burnuna bakanlar, “Kuran’a el basarım sen Karadenizlisin.” derlerdi. Emekli-liği yakındı. Çocukları okullarını bitirmiş, babaları gibi olmasa da kendilerine yetecek kadar memur olmuşlardı. Her konuşmasında “Siz bana bakmayın, ben unumu elemiş eleğimi asmışım.” derdi. Yıllarını ülkenin çeşitli yerlerinde adalete hizmet vererek geçirmişti. Tam bir adalet adamıydı. Halk savcının tutumundan,davranışından çok memnundu. Makama, yüzündeki gülücükle işini bilen biri olarak gelir giderdi. Bunun için de yüzüne bakan onun adil, adaletli bir insan olduğunu düşünürdü. Ne zaman iki kişiyi bir arada görse, önce iyi bir nasihatte bulunur “Bu saçları değirmende ağartmadık.’’ derdi. Yaşlarına bakmadan baş-lardı müstehcen fıkralarına. Onun için aranırdı küçük ilçe-nin bürokratları tarafından. Ağız dolusu güler sonra “Üç kahkaha bir pirzola yerinedir.’’ derlerdi.
PTT müdürü çok aralarına karışmazdı. Bu ilçede doğmuş, devletin ekmeğine burada kavuşmuştu. Ortaokul ikinci sınıftan okulu bırakmış, ama yine de şansı gülmüştü. PTT sınavlarına girmiş kazanmıştı. Bu meclisten ziyade, tanıdık esnaflara uğrar, onların çayını içerdi. Tanıyanlar onu gördüğünde, “Nasılsın Müdir Bey” dediklerinde ken-dine çeki düzen verir ağır adam olduğunu göstermeye çalı-şırdı. Sağ elini kabinin üstüne koyar başını hafif sallardı. Bu hareket onu daha olgun bir adam durumuna koyardı. İlçenin bir başka bürokratı da belediye reisiydi. Hem reis-liği hem ayakkabı ticaretini bir arada yürütüyordu. Bele-diye reisinin ayakkabı dükkânı, ilçenin ayakkabı satılan tek yeri idi. Karşılıklı oturulduğunda, dost başa düşman ayağa bakar derler ya onun gibi, karşısındakinin ayağındaki ayakkabının nerden aldığına bakar “Nasıl kaçırmışız seni?” derdi. Belediye reisi üst üste üçüncü seçimi kazanarak devam ettirmekteydi reisliği. Kıdemliydi reislik konu-sunda. O istemese de halk seçiyordu. Babasının hatırı vardı ne de olsa. Kurnazdı, işini bilirdi. İlçenin dışından gelen memurlara Türkçe, ilçeden olduğunu bildiği memurlara Kürtçe karşılık verirdi. Bazen de Kürtçe, Türkçe karıştırır-dı. “Ben iki dil bilen ender başkanlardan biriyim.” der övünürdü. Haksız da değildi belediyenin başkanı. Hem Kürtçe hem Türkçe biliyordu. Küçük ilçenin bürokratları boş zamanlarında bir arada olmaktan sonsuz mutluydular. İlçenin hâkimi yeni göreve atanmıştı. Yarın buradan ayrı-lacakmış gibi bir havası vardı. Hoca Nasrettin gibi geçin-meye gönlü yoktu. Çok konuşmaz, sanki kafasında gele-ceği tasarlardı. Ankarada adalet Bakanlığında üst düzey tanıdıkları varmış. Çok kısa süre içinde başka bir yere ata-nacağını söyler dururdu sohbet ettiği o kısa süreler-de.Çokta konuşmazdı. Hâl hatır sorar sonra susardı. Öğ-leye kadar görevinin başında olan bürokratlar, öğleden sonra yavaş yavaş makamından ayrılırlardı. Çünkü bu kar-şılıklı ziyaretler, öğleden sonra başlardı. Zaten resmi işlem gerektiren işlerde öğleye kadar çoktan bitmiş olurdu. Çün-kü köyden gelenler geri dönmek için acele ederlerdi.
Mevsim sonbahar olduğundan havalar soğuktu.
YORUMLAR
Devamı gelsin lütfen değerli hocam.
İlgi ile okudum.
Saygılarımla efendim