- 347 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ŞİİR VE ŞAİRE DAİR
Şiir, ruhun derinliklerinden çıkan bir madendir. Şair, ruhunda saklı duran bu madeni kazabilendir. Herkes şiir yazabilir. Veya kazabilir. Ama kimi bakır, kimi gümüş, kimi altın bulur. Aynen herkesin şarkı söyleyebilmesi gibidir bu. Kiminin şarkısı kendini avutur, kimininki birkaç ayda unutulur, kimininki de yıllara damga vurur.
Şiirin, insanlık tarihi kadar eski olduğu söylenebilir. Birçok arkeolojik kazıda, şiirle ilgili kalıntılar bulunmuştur. Mezopotamya’da ortaya çıkarılan çok sayıda kilden yapılmış tablette, eski Mısırlıların ünlü Papirüs kâğıtlarında, Orta Asya’da keşfedilen birçok kurganda hiyeroglif veya çivi yazısıyla özel levha ve taşlara işlenmiş şiir örneklerine rastlanmıştır. Bu da şiirin sadece günümüzde değil, çok eski devirlerde de önemli bir edebî tür olarak kullanıldığını göstermektedir.
Şiir, insan ruhunun derinliklerinde saklı duran duygusal coşkunun ölçülü veya uyaklı bir biçimde kâğıt üzerine dökülmesidir. Diğer bir deyişle ritmik bir his sarmalının kelime ve yazıyla ifade ediliş şeklidir. Şayet biz şiir kelimesini Arapçadan dilimize aktarmasaydık, kanaatimce onu en iyi “duyguntu” veya “coşkuntu” şeklinde isimlendirmiş olurduk.
Şiirde, insan ruhunu bütünüyle saran, onu adeta can evinden yakalayan, dahası onu tüm manevi yönleriyle kuşatan bir giz saklıdır. Şiir, ritminde çok derin titreşimler ve ruhsal etkileşimler barındırır. Bu yönüyle o, tamamen insanın iç âlemine ait bir ruh havzasının kendine mahsus serüvenidir. Şiir, bazen insanı büyüleyen bir sihir, bazen gürül gürül akan bir nehir, bazen de kalbin ağunu ve acısını alan bir panzehirdir.
Şiirin belli bir vakti, saati veya mevsimi yoktur. Onun kalpten kâğıda ne zaman taşacağı, şairinin gönlünü ne zaman kımıldatacağı belli değildir. O bazen şairini bir berberin tıraş koltuğunda, bazen dağ başında bir kayanın kovuğunda, bazen bir zemheri ayazının soğuğunda yakalar. Şiir bazen deprem, bazen güz yağmuru, bazen dolu gibi aniden bastırır. Böyle anlarda şair, şiire tutulmuş olur. Dahası birdenbire ortaya çıkan bir esin tazyikinin delişmen dalgalarına kapılmış olur. Bir anlam denizinin ortasında salınan bir kavun dilimi misali, yana yıkıla benliğinin kıyısından uzaklaşır gider. Bir müddet sonra da Yunusça bir şiir avıyla geriye döner.
Bazı şiirler, ağır zamanların meyvesidir. Şair sepetini hemen öyle çabucak olgun meyvelerle dolduramayabilir. Önce belli aralıklarla not ettiği esin koçanlarını dürer büker, bir kenara koyar. Ardından dinlenme veya mayalanma dediğimiz süreç başlar. Bu, tıpkı kuluçka müddeti veya yeni sürülmüş toprağa serpilen tohumların patlayıp filizlenme süreci gibi bir zaman dilimidir.
Aradan günler veya haftalar geçtikten sonra şair, bu kısa notları şiirleştirme aşamasına girer. Zindeleşmiş zihni, keskinleşmiş gözü ile pirinçle taşı, kabukla özü, sahi ile sahteyi birbirinden ayırır. Bütün bu yazdıklarını ayıklar, âdeta elmas gibi işlemeye tabi tutar. İnsanın içini okşayacak, gök kubbesinde hoş seda bırakacak kıvama kadar getirir.
Böyle bir sürecin sonunda; ortaya az ama öz, kısa ama anlamlı, veciz ama çetin ceviz bir ritim pırlantası çıkar. Bu, hem şairine hem okuyucusuna aşkın bir hikmet, tatlı bir terennüm, müthiş bir zevki ruhani tattırır. Bu hikmet ve zevki ruhani demetine de şiir denir.
Mesut ÖZÜNLÜ