Löpçük Lüpçük Maşallah
Uyandım sabah sabah. Saatin altısı, günlerin pazarı… Hayal etmemiştim böyle bir hafta sonu. İnsan gözlerini “löpçük lüpçük maşallah diye açar mı?” Bir yaşıma daha girdim, yoksa rüya mı görmüştüm hatırlayamadığım, neydi bu şimdi? Aklıma da takılır iyi mi?
Bu cümleyi ilk kez çocukluğumda izlediğim bir Türk filminde duymuştum. Filmin adını da içeriğini de anımsamamakla birlikte, cümleyi kuran vatandaş belirdi birden bire gözlerimin önünde. Elinde turuncu renkli walkman kasetçaları, kulaklarına yapıştırdığı iki kocaman turuncu silindir süngeri, üzerine giyindiği kurukafa baskılı turuncu tişörtüyle. Ağzı yarım karış açık, üst çene önde. Kafası bir o tarafa bir bu tarafa sallandığından olsa gerek, gözleri yuvalarından ha fırladı ha fırlayacak durmak istemiyordu yerinde. Genç adamın dışarı sarkmış dilinden fırlıyordu aklıma takılan o cümle, kıvırcık saçlı sarışın kız geçerken karşı kaldırımdan içi kitap defter dolu turuncu bir fileyle. Kızın ağzından şakkıdı şukkudu sesler çıkıyordu; portakallı sakızı kocaman şişirirken, sönmüş paraşüt bezine benziyordu sakızı, dudakları üzerine patlayarak inişe geçerken... Tatlı bir bakış fırlatarak löpçüğe:
-Selammm…
Peki, aklımda kalan neden yalnızca bu sahne? Bunun ilerisi gerisi, önü sonu neden yok. Hangi durum sebep oldu da damdan düşer gibi beynime çakıldı birden…
Ne çok turuncu hatırlıyorum bu filmin küçücük bir karesine dair, demek ki modaymış o zamanlar. Peki değer mi benim bunlarla uğraşmama, ne kazandırır bana? Hiçbir fikrim yok! Ama bildiğim bir şey var ki ünlü bir fotoğrafçı ve yazarın sözünden hareketle ‘’gerçek sanat her zaman yeraltındadır, rahatsız edicidir, tedirgindir, çelişkili ve eşsizdir ve asla bir kurumun arzusu doğrultusunda iş görmez”. Uyandığımdan beri huzursuzum, ne aramalıyım, neyin peşinden gidip bulmalıyım bilmiyorum. Filmin yayım tarihi gencin walkman kullanımıyla bize ilgili ip ipucunu verirken löpçüğe mi, walkmana mı, yoksa küçücük bir film sahnesinde bolca yer kaplayan turunculara mı, hangi noktaya odaklanmalıyım?
Bu düşünce trafiği beni nereye sürükleyecek, bunca merak içinde kaybolacak olan beni bulmak, bir kahve yapmak için mutfağa gidiyorum. Nasıl bir bilinçaltı yüklenmesiyse yaşadığım; birkaç çeşit kahve fincanı arasından normal zamanda hiç kullanmadığım, rafın daima arka köşesinde duran turuncu çiçekleri olanını seçiyorum.
Etkilendiğimden olsa gerek her kahve yapışımda aklıma Honore De Balzac gelir. Onun günde elli fincan kahve tükettiği söylenir. Ee adam günün on beş saatini sırf yazmaya ayırırmış. Prensipleri varmış, her gün elli sayfa yazacağım diye kurallar koyarmış kendine. İşin en ilginç tarafı da ne biliyor musunuz? Eğer o elli sayfayı tamamlayamazsa ilk yazdığı sayfalardan birebir aynı metni kopyalar on sayfa eksikse on sayfa, yirmi sayfa eksikse yirmi sayfa eksiği ne kadarsa baka baka yazar, elliye tamamlarmış. Sırf yazma prensibini gerçekleştirmek, kendine verdiği sözü tutmak için. Demek ki neymiş iyi bir yazar olmak için kalemi disipline ederek rutin düzeni sağlamak, yazma eylemine alıştırmak şartmış. Burada bir de zamandan fedakârlık yapmak gerekiyormuş ki bu da her baba yiğidin harcı değilmiş.
Çok enteresandır gün içinde aklımda türlü türlü senaryolar uçuşur, öyküler yazarım sayfa sayfa, bazen sesli konuştuğum olur kahramanlarımla hatta güldüğüm de kahkahayla. Evet, bu halimle löpçük gibi komik göründüğümün de mutlaka farkında olurum ve dikkat de ederim elbette yanımda kimse olmamasına… Aslında olsa da ne fark eder ki gülmenin nesi suç, üstelik kendi kendimi huzura kavuşturmanın reçetesini bulmuşken ve bu komik görüntümle alay etseler de onlarında gülüp neşelenmelerine imkân tanıdığım için beni takdir etmeleri gerekirken halen başkaları ne düşünür diye yaşamaktan vazgeçemiyorum. Lirik türküleri ıslığına dolayıp yürüyen bir adamı görseler kimse dönüp bakmaz ya da ses çıkarmaz. Bu haliyle yadırganmayan adam eğer şarkı söyleyerek dolaşıyorsa “deli midir nedir?” derler. Mutluluğuna mutluluk ekleyip çoğaltanlara alerjisi olan insanlarla dolu bu dünya… Ağladığımı görseler dönüp de “neden ağlıyorsun diye” sorarlar mı acaba?
Bir gün dedemi parka çıkarmıştım gezmeye… Dedemin kulakları da ağır işitiyor, ancak yüksek ve çok yakınındaki sesleri duyabiliyor. Biz dedemle otururken bankın birinde, aynı bu löpçük tipli gençten bir çocuk kulaklığını takmış konuşarak önümüzden geçiyor telefonu cebinde:
- Wooaawmm… Aferin lan sana… Ha hahaha… Vay bee! Yuhhh … Dostum. Naptın sen? Puhahaha...
Dedem soruyor bana:
- Bize mi söyleniyor bu nargile?
- Arkadaşıyla konuşuyor, dede.
- Kızım benim gözler de gidik, hani bunun arkadaşı nerede?
Dedeme gerekli açıklamayı yaptığım sıra, ağustos sıcağını usulca emen çamlar arasında yürüyoruz kol kola. Parktan çıkıp epeyce yol aldıktan sonra tel örgüyle çevrili gecekondunun önünden geçerken ünlüyor bir genç kız sesi:
- Annneeee!.. Anneeeeee!..
Cevap veriyor elindeki şerbetten içip ağzından baldıran akıtan adam:
- Ne bağırıyorsun ulan? Kuyruğunu ateşe kaptırmış it gibi!
Dedemin hoşuna gitti nedense kızcağızın azar işitmesi, benimse beynimden aşağıya sanki kaynar sular dökülmüştü, dedeme “sen biraz dinlen burada” diyerek oturtmuştum bir köşeye. Gözlerimi dikerek bakıyordum sesin geldiği yöne. Anne hiç istifini bozmadan bahçeden topladığı domateslerle salça yapıyor, kızcağız sesi titreye titreye ağlıyor, baba da kaşlarını çatmış kıza doğru bakıyor. Annenin umursamazlığı, babanın bu sert üslubu sinirlerimi bozsa da tatlı bir gülümseme takınarak dudaklarıma “Merhaba, kolay gelsin” diyerek girdim bahçe kapısından içeri. Anne ve baba merak etmese de ben çok merak ediyordum bu kızın ”annee” diye bağırarak seslenişinin nedenini.
Kadının yanına yaklaşıp onların şaşkın bakışları arasından bir sandalye çektim kendime doğru, ”buyur otur” demelerini bile beklemeden sordum hemen:
“Kendinize mi yapıyorsunuz bu salçaları yoksa satılık mı?”
Adamın kaşları yerini çok sevmiş olacak ki çatıktı hâlâ ,ben bu kaşların hiç de yabancısı değildim ve o kızcağızın etkilendiğim ses tonuyla çocukluğumdan tanışıklığım vardı aslında. Konuştu adam:
-Kaç kilo lazım sana?
-Elinizde ne kadar varsa.
Amacım kızı biraz yakından görmekti neden öyle çığlık atmıştı, babası mı dövmüştü yoksa? Aileyle konuşurken bir taraftan kızı süzüyordum. Çok şükür görünürde yara, bere, kızarıklık yoktu. Ama gözleri…
Kırık birer misket tanesi gibi…
“Canım, bana bir bardak su getirir misin?” dedim kıza. Eliyle masanın üzerini işaret ederek “Soğuk şerbet de var, istersen abla.” Başımla onay verip “olurrr” dedim, “senin kadar tatlıysa.”
Adamla kadın içeriye girip satış yapacakları salçaları paketlerken hemen kızla sohbete koyulmuştum. Meseleyi nihayet öğrenmiştim. Bu yavrucak şimdilerde kaldırılan teog sınavlarına girmiş meğer ve o çok istediği puanı oldukça yüksek, hayallerinin biriciği, fen lisesini kazanmış. Haberi alır almaz sevinç çığlıkları atarak kapının önündeki anne babasını haberdar etmek istemiş ancak ne yazık ki bu sevinci babasının sert söylemleri tarafından kursağında bırakılmış. Bu arada ikide birde başımı kaldırıp dedemi yokluyordum tel örgüler arasından.
Dedem yine tıpkı diğerleri gibi yetişkin bilgeliğinin verdiği yetkiye dayanarak iki genç bulmuştu kendine uğraşacak!
(sohbetler albümümden)
EbRuAsya//
YORUMLAR
Yazıda takıldığım o kadar yer var ki...yazarlıkta bu değil mi ? Okuyanın aklına bir sürü çengel asmak...
Hele de Teog kısmı... şu sıralar LGS yi bitirip YKS'ye yelken açmışken mücadele içinde bocalayan milyonlarca gencin heyecanını duydum kalbimde.Bir öğretmen olarak elimizden gelmeyenlerin çokluğunda onların kalbini yumuşatmaktan başka çaremizde yok maalesef.
Tebrik ve taktirlerimle...
Bu yazıyı okumaya başladım. Su gibi akıyor yazı.
Ama bir noksanlık var.
Ne?
Tamam buldum.
Kendime bir kahve yapmam lazım.
Kahvem bilgisayarın yanında, yazı karşımda.
Baştan başladım okumaya.
Ohhh... Kahvede bir güzel olmuş ki.
Oysa kahve aynı kahve. Olan ne?
Bilmez miyim hiç !
Kahveye tadını veren bu yazı...
Ne güzel gözlemler, ne güzel bir anlatım.
Tebrik ve Selamlarımla Kardeşim.
Rû //
afiyet olsun abime...
sizi sayfamda ağırlamak onur verici...
öncelikle varlığınız için sonra değerli düşünceleriniz için
çok teşekkür ediyorum
selam ve saygılarımla abi
Yaşamın akışındaki doğal kuralların haricinde, kendimce-kendime belirlediğim kurallarıma hiç sadık kalamadim. Yüzbinlerce alınmış ve uygulanmamış kararın akışı olur zaman zaman zihnimde. Yarım kalan yüzlerce cümlem, tamamlanmayı bekleyen bir sürü işim vardır bir kenarda beni bekleyen.
Yaşım artık hayatın akışını iyice geriye sararken, ben hep bir gün 'tamamlanacağım' düşüncesindeyim. Oysa ki her gün 'eksiliyorum'!
Belki de hep bu yarım kalan işler yüzünden içimdeki huzursuzluk ve eksiklik hâli...
Bu sabah uyanınca yatağımdan kalkmadan okudum yazını. Başlığı tebessüm ettirdi içeriği derin derin düşündürdü. Dedenle diyaloğun epeyce güldürdü :).
Devamı gelecek sanki di mi Ebru;)
Sen hep varol emi, kalemin daim olsun.
Sevgimle....
Rû //
hoş geldin ayşecim.
.
ben de düşünüyorum bazen hani geçmişe dönüp baksak elimizden geldiğince eksikleri tamamlasak gerçekten huzur bulacak mıyız... denemişliğim de var geçici rahatlık sağlayan tam / anlanmışlıklar... ancak yüzleşeceğim bir o kadar da açılmamış kutu... kimini erteleyip durduğum kimini sıkıca bilinçaltına ittiğim.. ömür bitecek de bitmeyecek bu gün yüzüne çıkarıp havalandırmalar diye bir taraftan da korkularımla mücadele edişim... bir de cabası her gün üzerine boca edilen yeni yeni kutular... insanın iç dünyası karmakarışık ve bu karışıklığı yine insanın kendisi çözecek...
yazıyla ilgili tebessüm etmene sevindim:)
bana göre bir yazarın her şeye hakkı vardır ama sıkıcı olmaya asla:)
hiçbir yazı öykü şiir bitmiş olsa da tam anlamıyla bitmiş olmuyor sevgili ayşe bak burada bile eksiklik tamamlanmamışlık baş gösteriyor:) bu çalışmanın eklentisi var... daha doğrusu burada okuduğumuz eklentisinden ayrılmış bir parça.. tamamını vermedim.. belki ilerde paylaşırım bilmiyorum...
sen de hep var ol canım..
ve hep iyi sağlıklı
ha bir de var olduğun için mutlu ol
çünkü
benim için çok değerlisin
sevgilerimle
Rû //
teşekkür ederim sayfa ziyaretinize...
selamlarımla..
O kadar kopuğuz ki değerden değerlerden. O kadar kopuğuz ki gerçekten gerçeklerden. Dejenere olmuş bir toplum olmanın normal seyrine kapılmış gidiyoruz. Saygısız bir dil, sevgisiz hal ve haraketler artık normal gelmeye başladı. Nedeni niçini sorgulamadan teşhis koyma gibi bir lükslükYaşar olduk.
Düşünün ki eski gelenek ve göreneklerde bir erkek eşine SİZ ! diye hitab ederken şimdi saygı ve sevgi ölçüsü çoğu yerde ayaklar altında maalesef. Bir avlat büyüklerinin yanında namüsait bir şekilde saygı örtüsünü kaldırarak oturup konuşabiliyor maalesef.
Maalesef ki ebeveynler evlatlarına karşı onların arzu ettiği sevgiyi yeterince vermez oldu. Maalesef ki kullandığımız dil argo ve anlaşılmaz sözcüklere bırakıldı.
Sevgili Ebru yazında verdiğin örnekler o kadar isabetli olmuş ki. Güzel tesbitler, çok güzel örnekler.
Yüreğine keder uğramasın canım
Sevgimle
Nurettin Önder tarafından 9.6.2022 13:30:53 zamanında düzenlenmiştir.
Rû //
parkta kulaklığını kullanarak arkadaşıyla telefonda konuşan çocuk örneğinde daha bir yakın zaman temsil edilmiş.. karşı tarafa iletilen samimi, takdir edici ve bol kahkahalı bir hava var... ayrıca bu kısımdaki telefon görüşmesi verilen son örnekteki teog sınav sonuçlarının açıklandığı güne denk geldiği için kızın ailesinin tutumuyla karşılaştırılabilir..
ancak bu örnekte ilk örnekten farklı olarak çevrede bir dede ve torun bulunmakta. dede gencin konuşmalarını üzerine alınıyor ki çocuk o ara hareket halinde... dedeye karşı herhangi bir söylem bulunmamakta. buradaki dede torun konuşması önemli bir diyalog. üst jenerasyondan olan dede karakteri argo kelime kullanmakta. Nargile diyerek..( geveze zevzek)
yazının tamamını açıklamayacağım... ancak vurgu yapılan yerler önemli...
eşler konusunda şahsi fikrim "siz" söylemi saygı sevgi ölçüsü değildir...bundan mütevellit eşim isterse ona canım aşkım ağzını burnunu yediğim yerine "siz" diye hitap edebilirim:)) siz söylemim samimiyetsiz gibi görünse de sevgimi resmileştirmez:) sen hitabımla saygısızlık yaptığımı düşünmesin yeter ki..
bu arada efendim görüşlerimiz doğrultusunda sizinle sıkı bir münazara çalışması yapmak isterim. müsait bir zamanda...siz de isterseniz...
teşekkür ederim varlığınıza...
hürmetler saygılar efendim
parantez içinde sevgiler
Löpçük löpçük ne takıldım. Çocuk kazanmış, iyi ki adamı dövmediniz::)))
Bu arada bende kendimle çok konuşuyorum ama gülemiyorum karamsar mıyım ne? Kendime cevaplar verişim de var o nedenle doktorluk oldum artık sanırsam:)) Siz endişe etmeyiniz sizde öyle bir durum yok gülebiliyorsunuz henüz:))
Tebessüm ederek okudum, duyarlı oluşunuza da imrendim açıkçası... Emeğinize sağlık. Selam ve saygılarımla...
Rû //
yazıyı okuduğunuz için teşekkür ederim Halil bey..
var olun, sağ olun
mutlu geceler diliyorum
selam ve saygılarımla
Kısacık zaman dilimlerinde oradan oraya sürüklenen düşünce geçişlerini öyle yumuşacık yapmışsınız ki! Hayranlıkla atladım andan ana...
Savaş Ay’ın çoook eski bir köşe yazısı vardı, başlığı; “Sizin Hiç Kalbiniz Çıt/kırıldı mı?” idi. O kadar etkilenmiştim ki; gazeteden kesip mantar panoma asmış, neredeyse her gün okumuştum üniversitedeyken... Hala da durur eski albümlerin birinin arasında. Malum; eskiciyimdir:) “Bazen ‘çıt’ diye kırılır da kalbiniz, sizden başka hiç kimseler duymaz o gümbürtüyü” diyordu... ben duydum küçük kızın kalbindeki gümbürtüyü...
Nefisti her zamanki gibi!
Sevgilerimle
Rû //
merhaba sevgili eflatun...
anlatacak o kadar çok şey var ki... yazının türü sohbet olunca laf lafı açıyor... devamını da eklerim umarım...
evet ya... özellikle yetişkinler kırmasın kalbini çocukların gençlerin... misal yazının giriş bölümlerinde geçen sarı saçlı kızın şişirip patlattığı sakızı değil de elindeki turuncu rengiyle dikkat çeken filedeki kitabı defteri görsünler... ve yahut parkta arkadaşıyla konuşan çocuğun waww yuh sözlerini değil de oradaki "dostum" sözcüğünü işitsinler... son örnek zaten içler acısı ilk önce ailenin haberdar olması gereken müjdeli haberin bile kızın susturulmasıyla ebeveylerden önce bir başkası duyuyor...
çok teşekkür ederim yazıma gösterdiğiniz ilgi için...
savaş ay da erken giden yüce gönüllülerdendi...
anmış olduk sayenizde...
sevgilerimle