- 281 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
BİZ DE TARİH OLUYORUZ GALİBA
BİZ DE TARİH OLUYORUZ GALİBA
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Resim Bölümü’nde temel dersleri alıp tam Akademi’nin havasına girdiğimiz bahar mevsiminin sonunda Federal Almanya’ya ailemin yanına hem izine, hem de yürüyebilmek için sağ dizimden ameliyat olmaya gidiyordum.
Bu durumlarda hayallerimde yücelttiğim bir Almanya vardı; sanki bir başka aleme ya da uzaya gidiyordum. Derin bir aile özlemi ile Almanya hayranlığı vardı zihnimde.
Bu duygularla Haziran ayının son haftasında kendimi İstanbul’daki Yeşilköy (Atatürk) Havaalanından Almanya Düsseldorf’a uçan uçağın içinde buldum. Adeta ardımda mevsimine uygun sıcak ve güneşli bir gün ve masmavi gökyüzü bırakıyordum.
Öğleden sonra büyük bir sevinçle Düsseldorf Havaalanına indik. Hava kapalı, güneş bulutların ardına gizlenmiş gibiydi. Hafiften de serinlik vardı. Dışarı çıkınca sanki gökyüzü ağlıyor gibi yağmur yağıyordu.
Ayağım yere basar basmaz yağmurun sulu sepken yağması yüzümdeki gülücüklerin bir kısmını silip yok etti. Sanki bir günde iki ayrı mevsimi yaşamış gibi oldum.
Bir de babam, köylümüz Tekin amcanın kullandığı arabanın ön koltuğuna yerleşti. Hemen sigarasını yakıp dumanını arabanın içinde üfürdü. Hafifçe kapı penceresini açtığı için sigaranın dumanı olduğu gibi bana geldi.
“Ya, baba! Sigara içmesen olmaz mı?” der demez;
“İmanımla dumanıma karışma!” diye sert bir cevap verdi.
Sustum. Yağmurlu havada buharlanan camı elimle temizleyip, Oberhausen’e kadar sesimi çıkarmadım. Çünkü, yedi yaşından beri babamla birlikte yaşamamıştım: Birbirimize bazı söz ve davranıştan dolayı nasıl tepki vereceğimizi bilmiyorduk.
Yollar, yollardaki araçlar, yol kenarındaki ağaçlar, soluk renkte boyanmış evler dikkatimi çekiyordu. Yaklaşık bir saat içinde babamların oturduğu caddeye geldik. Sokağın iki kaldırım kenarı park etmiş binek arabalarıyla doluydu.
Arabadan çıktık. Tekin amca ile babam öğrenci bavulu olan eşyamı alıp merdivene yürüdüler. Bana da; “Açık kapı görünceye kadar çık!” deyip köşeli döner merdivenlerde kayboldular.
“Bu da mı başa gelecek!” diye merdivenlere koyuldum. Her merdiven başında iki daire kapısı vardı ama açık değillerdi; hem de kapı zilinde Türkçeye benzemeyen isimler vardı.
Birinci katı arkamda bıraktım. İkinci üçüncü katlarda da değişen bir durum yoktu. Dördüncü kattaki, kapılarda bir Türkçe bir de Almanca isimler vardı. Yukarıdan Türkçe sesler geliyordu. “Ya Allah bismillah!” deyip bir kat daha çıktım. Çok şükür merdiven de bitti ve açık kapıdan içeriye daldım. Anamla kardeşlerimle sarıldık.
Oturma odasına geçince pencerenin gökyüzüne baktığını görünce birden şaşırdım. Meğer çatı katıymış babamların kaldığı daire. Hayatımda ilk defa çatı katı gördüğüm için yadırgamıştım. Türkiye’de kurduğum hayallerim teker teker yıkılıyordu.
Neyse günler günleri kovaladı... Yaz gününde yağmursuz havalarda çatı katı çok sıcak bir durumdaydı. Bir de evin ortasında mutfak olduğu için sıcaktan da sıcak oluyordu.
Beş katlı binayı inip çıkmak sağlıklı olanlarımızı bile yoruyordu. Bu yüzden bazen iki hafta evden dışarıya çıkmıyordum. Bulabildiğim kitapları okuyup vakit geçiriyordum.
Bir gün resim yapmak istedim. Karton ve kalem gerekliydi. Babam ile bir kaç alışveriş yerine gittik. Bir kaç karton ve kalemler bulduk. Fiyatları babamın dediğine göre yüksekti ama hiç bir şey demeden malzemeleri alıverdi.
30 Mart 1975’de Hacı Hüseyin dedem vefat etmişti. Dedemi çok severdim. Babamda çok severmiş. İkisi de askeri bandoda trompet çaldıkları için ortak noktaları pek fazlaydı.
Hatta babam yurtdışına giderken dedeme;
“Bana yazdırdığınız her mektuba bir sol anahtarı çizerseniz, sizin yaşadığınıza inanırım” demiş.
Çünkü, dedemin okuma yazması yoktu ama müzik notalarını biliyordu. Hatta hiç nota kağıtlarına bakmadan bir çok klasik Batı Müziği parçalarını ezbere trompet ile seslendirebiliyormuş. İşte köyde sol anahtarını dedemden başka; belki bir kaç kişi bildiğinden, babamla aralarında bir sır olmuş.
Dedemin cenazesine katılamayan babam, benden onların kara kalem bir portresini istedi. Hemen babaannem ile dedemin fotoğraftan yan yana portrelerini çizdim. Babam milim milim resimi takip edip çizerken eşlik ediyordu.
Kendisi benim kadar resim çizemese de sert eleştirilerde de bulunuyordu.
Babaannem ile dedemin kara kalem portresi bitti. Bir müddet babam, dedemlerin portresini vitrinde sergiledi. Daha sonrada çerçeveletip oturma odasının baş duvarına astı.
Yıllar yılları kovaladı. Kaç defa kar yağdı, kaç defa karpuz kesildi saymadım. Düğünler de oldu vefatlar da... İlk gelişimde hayallerimin bir kısmının çöktüğü Almanya’ya nihayet 1980’li yıllarda geldim. Düsseldorf Kunstakademisinde tahsilimi bitirdim. Bu arada bir eğitim kurumunda öğretmenlik işi bularak 39 sene çalıştım.
Çoluğa çocuğa karıştık ve onlarda büyüdü. Kızımız doktor oldu, oğlumuz da biyoloji dalını bitirdi.
Eskiden ben iki baston yardımıyla yürüyebiliyordum. Artık yaşlandıkça ayaklar beni taşımaz oldu. Tekerlekli sandalye yardımı ile hayatımı devam ettirip; resim yapıyorum, edebiyatla uğraşıyordum. Evimizde bir odayı resim ve çalışma odası yapmıştık. Her taraf kitap, dergi, dosya, tuval ve resim malzemesi doluydu.
Şu korona günlerinde kitap okuyup yazıyordum. Resim yaptıkça artık koyacak yerim yoktu. Hem yaşlı hem de rahatsızlığımdan dolayı yüksek riziko grubuna girdiğim için son üç aydır işe de gitmiyordum. Kızım doktor Gülhan da, virüs bulaştırmamak için üç aydır yanımıza gelememişti.
Üç haftalık iznini yanımızda geçirebilmek için bize geldi, ama ilk hafta evde sosyal mesafe uyguladık. İkinci hafta içinde kızım ve oğlum benim çalışma odama el attılar. Dayanıklı büyük bir raf aldılar ve önce çalışma odamı boşalttılar. Aman ya Rabbim ne eşya varmış odamda.
Dayanıklı rafı teknik bilgileriyle kurdular. Tuvalleri boy boy ayırıp raflara yerleştirdiler. Resim defterlerini, karton ve kağıtları da yerleştirdik. Güzel bir düzen oluyordu. Benim de hoşuma gidiyordu.
Bu arada çizimlerimin olduğu çantaları gözden geçiriyordum. Her resim bana ayrı ayrı duyguları yaşatıyordu. Kimisi sevindiriyordu, kimisi de buruk bir acı veriyordu.
Büyük bir plastik kaplamanın içinde kara kalem bir portre gözüme ilişti. Bir kaç yerinde çivi delikleri ve üst kenarında iki yeri yırtılmış. Hemen o yerlerini düzeltip bu portreyi ailemimizin bir emaneti olarak görüp sevgi ve hafızamdaki binbir hatırayla üsteki rafa yerleştirdik. O portrenin çizilmesinden bu güne kadar neredeyse çeyrek asır geçmişti. Ağır ağır biz de tarih oluyorduk galiba. Babam için çizdiğim Gülayşe ebem (babaannem) ile Hüseyin dedem sanki bizlere bakıyorlardı.
Halil Gülel
Düsseldorf / 01.06.2020