- 871 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CENNETMEKAN SULTAN 2.ABDULHAMİD HAN VE EVLATLARININ AVRUPA'DA SÜRGÜNDE GEÇEN ACI DOLU YILLARI....
Henüz gençliğinin başında bulunan genç şehzade Abdülhamid, yaşama sevinciyle doluydu.Tahta çıkmak gibi bir ihtimali bulunmadığından zamanını daha çok ticaretle iştigal etmeye ayırıyor ve girişimci fikirleriyle bu konuda ümit de vadediyordu.
Dolmabahçe’de bulunan ahşap bir sarayda yaşayan Abdülhamid, ailesine ve küçük kızı Ulviye’ye düşkünlüğü ile biliniyordu.Genç şehzadenin bulunmadığı bir sırada ahşaptan yapılan sarayın tutuşarak yanmaya başladığı haberi şehzadeye ulaştırıldı.
Abdülhamid koşarak saraya vardığında kendisine henüz 7 yaşında olan Ulviye’nin yangının ortasında kaldığı söylendi.
Şehzade Abdülhamid üstünde bulunan cübbeyi çıkartarak yangının içine daldı. Küçük Ulviye’nin salon ortasında boylu boyunca uzandığını ve yanıklar içinde kaldığını gördü.
Abdülhamid, minik Ulviye’sini kucağına alıp da dışarı çıkarttığında artık her şey için çok geçti.Ulviye bir kömür gibi yanmıştı; ama genç şehzade gözlerini biran olsun küçük kızından ayırmıyordu, adeta kaskatı kesilmişti.
Sultan Abdülaziz’in yangın yerine gelmesinden sonra küçük kızından ayrılabilen genç şehzade, Sultan amcasını görmesiyle o ana kadar içinde tuttuğu hıçkırıkları ve gözyaşlarını boşaltıvermişti.
Amca evim yanmadı, içim yandı amca!Evim söndü, içim yanmaya devam ediyor amca! (1)
***
Genç Şehzade Abdülhamid’in hem siretine hem de suretine çöken mahsunluk hayatının sonuna kadar sürmüş, onu yakından tanıma fırsatı bulan düşmanları bile Sultan Abdülhamid’e karşı yüreklerindeki katılığın mum gibi sönmesine engel olamamışlardı.
Bu isimlerin içinde en meşhur olanı Sultan Abdülhamid’in devrilmesinden sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin kudretli Sadrazamı Talat Paşa’dır.
Sultan Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayı’ndaki mahpusluğunda onu yakından tanıma fırsatı bulan Talat Paşa’nın içindeki Abdülhamid düşmanlığı yerini büyük bir vicdan azabına bırakmıştı.
Sultan Abdülhamid’in cenazesi mahşeri bir kalabalıkla Beyazıt’ta bulunan türbegahına götürülürken devlet protokolünün bir numarası olarak cenazede bulunan Talat Paşa’nın gözyaşları ve hıçkırıkları cenazeye damgasını vurmuştu.
Sultan Abdülhamid’in sürgünü sırasında yaşadıkları ve sonrasında yaşananlar milletin maşerî vicdanına damgasını vurmuştu.Sultan Abdülhamid kendisini tahttan indiren meclis kararını öğrendiğinde herhangi bir muhalefette bulunmadı.
Çoktandır, devlet işlerinden ayrılmayı düşünüyordu. Kendisine bu karar tebliğ edildiğinde yalnızca İstanbul’dan sürgün edilmesine içerlemişti.
Hükümetten Çırağan Sarayı’nda kalmak için ricacı olmuştu; fakat hükümet derhal İstanbul’dan ayrılması için kesin bir emirle cevap vermişti.
Abdülhamid’in ikameti için Selanik’te Alatini biraderlerin köşkü tahsis edilmişti. Bu köşk Selanik’in en güzel binasıdır.
Abdülhamid’in yanında orta büyüklükte üç çanta bulunuyordu. Sirkeci İstasyonunda bir bardak Taşdelen suyu istemiş, suyu getirene 30 kuruş kadar bahşiş vermiştir.
Tren nısfülleyli bir saat elli dakika geçerek hareket etmişti ve dün gece Selanik’e varmıştır.Abdülhamid’i Selanik’e götüren zat Binbaşı Fethi (Okyar) Bey olup maiyetinde bir miktar asker vardır.
Selanik’e sanıldığı kadar kolay varılmamıştı. Hem yolculuk hem de yolculuk sırasında karşılaşılan kötü muamele sabık Sultan Abdülhamid ve maiyetinde bulunanları perişan kılmıştı.
Vardıkları konak gazetede anlatıldığı gibi değildi. İzbe bir bölgede bulunan konak neredeyse harabe denecek kadar eski ve temel ihtiyaçların görüleceği malzemeler konakta bulunmuyordu.
Bu biçareliğe sürgüne refakat eden Fethi Bey’de dayanamamıştı;Fethi Bey uyumak için odasına gitmek üzere yanımızdan ayrılırken, bir kanepenin üzerinde baygın baygın uyuyan iki yaşındaki kardeşimi gördü ve ona yaklaştı, başını eğdi ve çocuğu öptü.
‘Zavallı yavrucak’ diye söylendiğini ve gözünden akan yaştan bir damlanın çocuğun yüzüne düştüğünü gördüm.(2)
***
Sultan Abdülhamid’in yatacak yatağı bulunmadığı için Alatini Köşkü’nde Sultanımız iki koltuğu birleştirerek kendisine yatak yapmıştı.
Maiyetinde bulunanların duruma üzülmemesi için tebessümle koltukları göstererek “İşte yatağım” diyerek kötü havayı dağıtmaya çalışsa da köşkteki korkunç günler henüz yeni başlıyordu.
Sultan Abdülhamid’e kurşun sıktılar ve oğluna babasına ...’ dedirtmeye çalıştılar.Hürriyet furyası bütün ülkeyi geçici bir bayram havasına soktuğu sırada Sultan Abdülhamid, Alatini Köşkü’nde tam bir tecrit hayatı yaşıyordu.
Ailesinin ilk zamanlar dışarı çıkması yasakken Abdülhamid günün belli saatlerinde terastan yalnızca gökyüzüne bakabiliyordu.
Selanik’teki Alatini Köşkü sürgününde henüz küçük bir çocuk olan Abid Efendi yazdığı bir mektupta yaşanan dramı gözler önüne seriyor;
Alâtini Köşkü’ne duhûlümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum. Annemin kucağında uykuda imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit (subay),-ki Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galib Bey (sonra paşa) imiş- beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme ‘Verin bana şu yılan yavrusunu!’ demiş.
Anlaşılan, tam mânâsıyla bir centilmenmiş bu kahraman-ı hürriyet! Bunu söyleyen Hareket Ordusu’nun genç ve toy subaylarından biri olsaydı affederdim, lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşında idi.
O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar) ‘Zavallı çocuk!’ diyerek beni kucağına aldı, hattâ gözünden bir damla yaş düştü...
Alâtini Köşkü’ne yerleştiğimiz ilk zamanlarda, bahçenin etrafında gayet alçak bir demir parmaklık vardı, sonra tuğla duvarlar yapıldı. Karaburun’a giden cadde, bu parmaklığın önünden geçerdi.
Ben, ikide bir bahçeye fırlayıp parmaklığa yapışır, caddeyi seyrederdim. Bunu, pedere haber vermişler. Beni yakalayıp pedere götürdükleri vakit, fena halde tekdire uğradım.
‘Bir daha oraya gitmeyeceksin! Bir daha oraya gitmeyeceksin!’ diyerek elindeki kalın bastonu kaldırıp indirmesi hâlâ gözümün önündedir. Korkutmak için, bastonu sadece kaldırıp indirmekle yetinmiş, bir tarafıma vurmamıştı.
Muhafız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi. Bunlardan Salim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!.. Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar. Meselâ, bir hadiseyi gayet iyi hatırlıyorum:
Bir vekilharç Hasan Efendi vardı. Haremin çarşıdan aldırdığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi. O da, dışarıdan getirdiğini zâbitlerin (subayların) huzurunda harem ağalarına teslim eder, onlar da hareme götürürlerdi.
Birgün bana yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmiş. Zâbitlerin yanında bana verecek. Ben de her nedense bu değneklere pek imrenirdim.
Bahçedeyiz, tam değnekler bana verileceği sırada, zâbitler tutturdular: ‘Git babana ‘eşek’ de. Demezsen, değnekleri vermeyeceğiz’.
Ben de bu sözün fena bir şey olduğunu hissediyordum. Fakat, değneklerde de gözüm var. Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gidiyorum. Hareme girdim. Bereket versin, karşıma Gülşen Kalfa çıkıyor, bana ‘Efendi, niçin böyle ağlıyorsun?’ diye soruyor.
Ben de meseleyi anlatıyorum. O da beni ‘A, hiç öyle şey olur mu? Sana yakışır mı?’ diye bir güzel haşlıyor. Ben de o sayede babama gidip o hezeyanı etmiyorum. Maamafih, sonunda değnekler yine elime geçti.
Galiba zâbitler nihayet yaptıklarına utandılar ve değnekleri verdiler. Maalesef zabitlerden hangisi idi bana bunu söyletmek isteyen, hatırlamıyorum.
Alâtini Köşkü’nün bahçesinde yuvarlak, çiçekli bir tepecik vardı... Subaylar, bu tepenin etrafına çiçeklerle ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ yazmışlardı. Okuyabiliyordum ama, bu sözlerin ne demek olduğunu bilmiyordum.
Köşkün pencerelerinden, tepenin yalnız bir tarafı görülürdü... Babam öbür tarafta ne yazdığını merak etmiş; beni çağırdı, ‘Oğlum, git bir bak bakalım, öbür tarafa ne yazmışlar’ dedi.
Gittim, okuyup döndüm, söyledim. Sadece bir ‘Yaa!..’ dedi, başka tek söz etmedi. İttihatçı subaylar, ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ sözlerini toprağa yazmakla işi olmuş bitmiş zannediyorlardı.
Haklarını yememek için şunu da ilâve edeyim: Pederime karşı bu derece saygısızlık edenler, benim iyi bir tahsil yapmamı istediler, içlerinden bazılarını beni okutmakla görevlendirdiler.
İlk hocam, Nâzım Bey isminde bir yüzbaşıydı, beni altı-yedi ay okuttuktan sonra tayin olup gitti. Ondan sonra, Cumhuriyet zamanında Siirt Milletvekilliği yapan ve Milliyet Gazetesi’ni çıkartan Mahmud Bey (Soydan) hocam oldu.
Sultan Abdülhamid’in gönlünü ve aklını en çok meşgul eden konuların başında izdivaç çağına gelmiş kızlarının durumu geliyordu.
Bu durum onu öylesine bunaltmıştı ki İstanbul’a yazdığı bir mektupta sarayın bu durumla ilgilenmesini rica etmişti.
Sultan Abdülhamid’in bu konuda yüreğinin darlandığını iyi bilen zabitler, sabık Sultanın kızlarına oldukça ahlaksız bir teklif yaptılar; Harem ağalarından birini zabitler odalarına davet ederler ve bana şu haberi yollarlar:
‘Bu gece odalarının altına gaz koyduk. Açıkta duran Musudiye zırhlısı köşkü bombandırman edecek. Babaları ve köşk mahvolacak. Kendileri gençtir, acıyoruz. Gece yarısı kardeşleriyle beraber bizim dairemize gelsinler. Biz onları muhafaza ederiz.’
Bunun ne kadar çirkin bir plan olduğunu anlamak için insanda biraz izan olması kafidir.Zavallı harem ağası bunu gerçek zannederek, babamın başına gelecek felaketten derin bir endişe duymaya başlamıştı.(3)
***
Balkan Savaşları sonunda Sultan 2.Abdulhamid Hanın ve ailesinin İstanbul’a dönüşleri başladı.Birinci Balkan Savaşı ile Selanik’in düşman eline geçeceğini anlayan İttihat ve Terakki yöneticileri Sultan Abdülhamid’i İstanbul’a getirerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirdi.
Fakat Birinci Cihan Harbi’nin başlamasıyla beraber İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgal etmesi ihtimaline karşı Sultan Abdülhamid bu kez Bursa’ya götürülmek istendi.
Bu fikri Sultan Abdülhamid’e arz etmeye giden grubun içinde bulunan Ercüment Ekrem Talu şöyle nakletmişti;
Hakan-ı Sabık, Dahiliye Nazırını sonuna kadar dinledi. O susunca keskin nazarlarını hepimizin üzerinde ayrı ayrı gezindirdikten sonra;
’’Şevketli biraderimin hakipay-ı şahanelerine arzı-ı ubudiyet ederim. Endişeleri tamamıyla gayr-ı varittir. Eğer dokunulmamış ise, Çanakkale’yi ben zamanında, fevkalade tahkim eylemiştim.
Oradan hiçbir donanmanın geçmesi kabil değildir. Boğaziçi de öyle. Amma farz-ı muhal olarak öyle bir felaket başa geldiği takdirde, Hakanın yapacağı şey, tacını, tebasını terk ile zillü firarı irtikap değil, eyvanı-ı payitahtının taşları altında terk-i can etmektir.
Hazret-i Fatih bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman Bizans İmparatoru Kostantin kaçmayıp harp ede ede yıkılan kalelerin altında can vermek celaletini göstermişti. Biz, Fatih’in ahfadı, Kostantin’den aşağı kalamayız...
Bana gelince ben artık bir yere gitmem. Yegâne arzum burada ölmektir. Biraderimden ve hükümeti-i seniyyeden bu arzuma mümataat edilmesini istida ederim.’’Demiştir.(4)
***
Sultan Abdülhamid en azından bu isteğine kavuşmuş ve çok sevdiği İstanbul’da 10 Şubat 1918 yılında hayata gözlerini yummuştu.
Sultan Abdülhamid öldüğünde 77 yaşındaydı çok sevdiği kızı Şadiye Sultan’ın hastalanarak yatağa düşmesi bu naif Sabık Sultan’da ikinci bir Ulviye Sultan acısı yaşama ihtimali ihtiyar bedenini iyice hasta etmişti.
Havaların soğuk olması sebebiyle doktorların banyo yapmaması uyarısına rağmen Sultan Abdülhamid, kişisel temizliğine olan düşkünlüğü sebebiyle o gün yine banyo yapar.
Fakat sonrasında girdiği üşüme nöbetini yenemeyerek hayata gözlerini yumar. Sultan Abdülhamid’in cenazesine bütün İstanbul halkı ve devlet adamları katılmıştı.
Sultan Abdülhamid düşmanlığı ile bilinen İttihat ve Terakki’nin üst düzey isimleri de, nedamet getirmek için midir bilinmez, o gün cenazenin en ön saflarındaki yerini almıştı.
Bizim göreceli olarak yakın tarihimiz diyebileceğimiz dönem, Padişah 2’nci Abdülhamid’in iktidar dönemidir. Bu dönemde ülkeye büyük hizmetler yapan, eğitimde, alt yapı yatırımlarında devrim niteliğinde atılımları
gerçekleştiren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruyan Abdülhamid, sonunda bir darbeyle tahttan indirilmiştir.
Onun iktidarı döneminde ona muhalefet edenlerden biri olan filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı) yıllar sonra bir şiir yazarak onun ruhundan özür dilemiştir.
Bugün de haksız ve saplantılı eleştirileri seslendirerek herşeye muhalefet ettiklerini zannedenleri uyarmak için bu şiirin bazı bölümlerini hatırlatıyorum:
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına.
Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.
Pâdişah hem zâlim, hem deli’ dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ’belî’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
Bir asi zabitin pis külâhına.
Hoş oldu cilvesi Cumhuriyetin,
Tadı kalmamıştı Meşrutiyetin,
Deccal’a dil çalan böyle milletin,
Bundan başka çare yok ıslahına."
Sultan 2.Abdülhamid’i deviren İttihatçılar’ın elinde Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp çöktü. Onu deviren kadrolar da sağda solda terörist kurşunlarına hedef oldular...
***
Gelelim Sultan 2.Abdulhamid Hanın şehzade ve kızlarının sürgünde geçen acıklı hayatlarına bir bakalım:
Sürgüne gönderilen Osmanlı hanedanı mensupları kısa zaman içinde büyük bir sefalete düştü. Bunlara yardım eli uzatmak isteyenler, başka bir engele takıldı.
Hudut hârici edildikleri zaman, ellerine tek gidişe mahsus pasaport ve 1000 İngiliz lirası tutarında para verilmişti. Eli açık, hayır hasenata düşkün ve muayyen bir hayat seviyesinde yaşamaya alışmış insanlar için bu paranın ancak çok az bir zaman idare edeceği aşikârdı.
Ne ecnebi bankalarında paraları; ne de diğer hanedanlarla kendilerini destekleyecek akrabalıkları vardı. Hanedanın malî vaziyeti, daha memlekette iken bile, bir-iki tanesi dışında hiçbir zaman iyi olmamıştır. Üç gün içinde ellerindeki menkul eşyayı haraç mezat yok pahasına sattılar. Mülkleri de şunun bunun elinde çarçur oldu.
Yanlarındaki nakit para, kendilerini az bir zaman idare etti. Götürebildikleri mücevherler ve yükte hafif pahada ağır eşya satıldıktan sonra, acı hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Sürgünün birkaç ay süreceğini sanmışlardı. Şimdi ne yapacaklardı?
Hicaz Meliki Şerif Hüseyin, 11 Mart 1924’te bir beyanname neşretti:“Osmanlı ailesinin İslâmiyete ve Müslümanlara yaptığı hizmetler inkâr edilemez; kahramanlıkları küçük görülemez. Bu aile hakkında verilen son [sürgün] kararı Müslümanların yüreklerini dağlamış, kalblerini kırmıştır.
Bu sebeple, ailenin ihtiyaçlarını karşılamayı ve maişet sıkıntısı çekmelerine mâni olmayı, İslâm kardeşliğinin bir icabı görüyoruz. Ecri büyük olan bu işe iştirak etmek isteyen mertlik erbabının, Mekke-i Mükerreme’de bulunan vekillerimize arzularını bildirmeleri lâzım gelir.”
Fakir hükümdarlardan olan Şerif, San Remo’daki Padişah’a 2400 lira gönderdi... Ancak İngilizler, Ankara’yı küstürmemek adına, hanedanın para sahibi olmasını istememiştir. Yardım için kendilerine müracaat edenleri de “bütçede yeri olmadığı” gerekçesiyle geri çevirmiştir.
Haydarabad Nizamı, hanedanın hâlini öğrenince, esaslı bir yardım etmek istemiş; İngilizleri razı edebilmek için de, Halife’nin meteliksiz ve açlıktan ölmek üzere olduğunu vurgulamıştır. Bu devre ait ve mevzuya dair İngiliz raporları, ailenin sefaletine karşı hissiz, hatta küçümseyici mahiyettedir. Yardım için İngiliz ve Fransız hükûmetine, Hindistan racalarına şehzadelerin yazdığı mektuplar, okuyanın içini parçalar...
Böylece sürgünün ilk seneleri inanılmaz sefalet içinde geçti. Sultan Vahîdeddin’in tabutuna alacaklılar haciz koydular. Borçları, Şerif Faysal ve Abdullah ödedi.
Hanedan mensubu olup, memlekette kalanların vaziyeti de hiç iç açıcı değildi. Sultan Hamid’in hayattaki zevcesi, hükûmete müracaat ederek, devlet reisi ve ordunun başkumandanın dulu sıfatıyla maaş talebinde bulunduysa da, reddedildi. Miras teşebbüsleri de, Londra-Ankara konsorsiyumu tarafından engellendi...
Adnan Menderes iktidara gelince örtülü ödenekten bazı hanedan efradına maaş bağlattı; hanımların sürgünden dönüşüne izin çıkardı...
1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelmişti. Adnan Menderes iktidarının ilk yıllarında Fransa’ya bir seyahat yapmıştı. Menderes bu seyahat sırasında, Türk büyük elçisine Fransa’da yaşayan Osmanlı hanedanı mensuplarının durumlarını anlatan bir rapor hazırlattı.
Raporu okuyan Menderes son derece üzülmüştü. Çünkü bu ülkeyi 623 yıl idare etmiş bir hanedanın mensupları Fransa’da sefalet iğinde yaşıyordu. Osmanoğullarına mensup kadınlardan bazıları Fransız ordusunda bulaşıkçılık yapıyordu. Bu milletin Osmanoğullarına vefa borcu böyle mi ödenmeliydi?
Menderes yurda döner dönmez zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yanına gitti ve Fransa’daki büyükelçimizin hazırladığı raporu sunarak durumu arz etti:- Bir kanun çıkararak Osmanoğullarının yurda dönmesine izin verelim. Pek çoğu sefil bir hayat yaşıyor. Bu insanlar buna layık değil. Buraya getirip hiç olmazsa kendi ordumuzda bulaşıkçı yapalım.
Bu teklif karşısında Celal Bayar biraz düşündü. Menderes haklı olabilirdi, fakat dönemin zihniyeti böyle bir şeye izin vermezdi. Ve sonunda Menderes’e cevap verdi:-Bunu yapmamız mümkün değil.
Menderes hemen oradan bir kâğıt aldı. İstifa dilekçesini yazıp masanın üzerinde duran raporun yanına koydu. Bayar şaşkındı. Birşey söylemesine fırsat kalmadan Menderes odadan çıkıp gitmişti.
Menderes’in istifa haberi devlet erkânı arasında şok meydana getirdi. Yakınlarının ve bazı devlet erkânının araya girmesiyle Menderes istifasını geri almaya razı edildi. Bayar da bir kanun çıkartarak Osmanoğullarından sadece kadınların Türkiye’ye dönmelerine izin verdi. Yıl 1952...
1974 yılında çıkarılan bir kanunla da hanedana mensup erkeklerin de ülkeye dönmelerine izin verilmiştir. Ancak burada malları ve mülkleri yok pahasına satılan ve gittikleri ülkelerde kendi hayat düzenlerini oturtmuş olan bu insanlardan pek azı ülkeye geri dönmüştür.
Hanedan mensuplarının kimi Paris’te, kimi Amerika’da, kimi Bulgaristan’da öldü. Ama hiçbiri Türkiye’de gömülmedi. Cenazeleri Mısır’a, Medine’ye, Şam’a gönderilip, oralarda defnedildi. Bu insanlar buna layık mıydı? Vatana ihanet mi? Rejimi değiştirmek için isyan mı? Hayır! Tek suçlan Osmanlı soyuna mensup olmaktı.
1931’de Halife Abdülmecid Efendi’nin kerimesi Dürrişehvar Sultan, Haydarabad Nizamı’nın oğlu ile evlenince, hanedanın bir kısmı, biraz gün yüzü görebildi. Nizam, İngilizlerin izin verdiği limit içinde, hanedanı maaşa bağladı. Ama herkese ulaşamayan bu miktar ferdlere dağıtılınca çok cüzi kalıyordu. II. Cihan Harbi’nden sonra Hindistan kurulup, Nizam sürgüne çıkınca, bu da kesildi.
Mısırlı prenslerle evlenenler de nisbi bir refaha kavuştu. Sürgün boyunca, hanedana en büyük iyiliği, Mısırlı Prensler Ömer Tosun ve Yusuf Kemal Paşa gösterdi. Prenses Mehveş Fâzıl, evkaftan hanedanın hanımlarına 15 lira maaş bağlattı. 1952’de Mısır’da darbe olup, krallık devrilince, mallarına el konan bu prensler sürgün edildi. Hanedan için ikinci bir felaket doğdu.
Ellerine tahsisat ulaşmayanlar veya yetmeyenler, çalışmak mecburiyetinde kaldılar. Ancak bir meslek ve kariyerleri yoktu. Bu insanlar, herhangi bir iş yapmak için yetiştirilmemişti. Şehzâdeler askerdi ki bu da ecnebi bir memlekette hiçbir kıymet ifade etmiyordu.
Sermayeleri bulunmadığı için iş kuramayan hanedan ferdlerinin resmî vazife almalarına da diplomatik münasebetlerin bozulabileceği tehdidi ile Ankara mâni oldu. Çoğu haymatlos (vatansız) olduğu için, birkaç lisan bildikleri hâlde, tahsilleri olsa bile, her mesleği icra etmeleri kanunen mümkün değildi.
Memuriyete girmelerini, zenginlerle evlenmelerini Ankara engellemeye çalışıyordu. II. Cihan Harbi de çoğu memlekette hanedan ferdlerini şüpheli şahıs hâline getirmişti.
İsmin ve askerlik diplomasının işe yaramadığı gurbette, para getirecek tek şey, bir enstrüman çalmaktı. Nice şehzâdeler, kafelerde bir çingene gibi çalgıcılık yaparak ekmek parası temin etmeye çalıştılar. Kantarcılık, hamallık, taksi şoförlüğü, mezarlık bekçiliği, müzede biletçilik, seyyar satıcılık, bulaşıkçılık yaparak maişetini çıkarmaya çalışan hanedan efradı çoktur.
Elinde avcundakini satıp tüketen Ayşe Sultan, “Allah, sabredenlerle beraberdir” meâlindeki “İnnallahe maassâbirîn” âyet-i kerimesini eliyle beze işler, oğlu bunları geceleri sokaklarda ve metroda satardı. Yaşlılar bunu da yapamadılar. Gençler, olur olmaz evliliklere razı oldu.
Bir tek Şehzâde Burhaneddin Efendi, petrol şirketinde iş bulmuş; o ve oğulları bu sayede müreffeh yaşamıştır. Halife ve bazı hanedan efradı, ellerindeki serveti idareli kullanarak veya eş-dostun yardımı ile vasat bir hayat yaşama imkânı bulmuşlardır. Onun dışındakiler ümitsizce bir sefalet içinde yaşamışlardır.
Gece pazarlardaki çürük meyve ve sebzeleri toplayan hanedan ferdleri vardı. Bunu herkesten saklarlar; kimsenin kendilerine acımasını istemezlerdi. Nitekim “Kaplan sırtı için en tahammül edilmez yük, merhamettir.” Çocuklar, ayağı büyüdükçe ayakkabılarının ucu kesilerek idare ederdi.
Müşkül vaziyetteki hanedana, zaman zaman halktan yardım edenler olmuştur. Şehzâde Ahmed Nuri Efendi’ye, vaktiyle iyilikte bulunduğu bir Rum genci bir miktar yardım etmiştir. Zekiye Sultan’ın Pau’da kaldığı küçük otel odasından, otelin sahibi olan Ermeni ücret almamıştır.
Kahire’de hastalanan Behiye Sultan’ın ilaç ve bakımını Ermeni bir kadın üstlenmiştir. Sami Bey’e, vaktiyle İstanbul’da yardım ettiği bir Rus prensi el uzatmıştır.
Şehzâde Ahmed Nuri Efendi, bir parkta açlıktan ölmüş olarak bulundu. Şehzâde Abdürrahim Efendi, sefalete dayanamayarak intihar etti. Mediha Sultan’ın belediye yardımı ile geçinen torunu Hadice Sâmi de bu sıkıntılar sebebiyle pencereden atlamak suretiyle hayatına son verdi.
Çok büyük bir sefalete düşen Ârife Kadriye Sultan, acılarına dayanabilmek için morfine alıştı ve kısa bir müddet sonra vefat etti. İki kızı yetimhaneye düştü.
Nice’te, elindeki avucundaki biten Fehime Sultan, vereme yakalandı. Sadık bir zenci cariyesi, geceleri sokaklarda dilenerek topladığı üç-beş frankla efendisine bir çorba kaynatabilmişse de, Sultan hayata veda ederek dünya acılarından kurtulmuştur.
Parasızlıktan ve açlıktan ölen Ahmet Nureddin Efendi; aidat ödenmedi diye kabri kaldırılan kemikleri de kimsesizler mezarlığındaki mazgala atılan Şehzade Orhan Efendi; ev sahibinin acıyarak kira almadığı köhne bir pansiyon odasında vefat eden Zekiye Sultan;
Arnavutluk’ta bir Nazi toplama kampında tifodan ölen Naime Sultan… Vefatının 103’uncu yılında Sultan Abdülhamid’i ve sefalet içinde sürgün hayatı yaşayan, sahip çıkılmadığı için mezarları dahi olmayan evlatlarını rahmetle anıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924’de halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkmaya zorlanmasıyla Fransa’ya da yoğun göç yaşandı.
Başta son Halife Abdülmecit olmak üzere Fransa’yı tercih edenlerin büyük bölümü sefalet içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalıştı.
Fransa’da hayatını kaybeden hanedan üyelerinden birçoğu ise o dönemde Türkiye’nin kabul etmemesi nedeniyle Fransa hükümeti tarafından Faslılara hediye edilen Bobigny Müslüman Mezarlığı’na defnedildi.
1937’de açılışı gerçekleştirilen mezarlığa ilk olarak II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın eşi Mehmed Ali Rauf; son olarak ise 1973 yılında hayatını kaybeden Sultan V. Murad’ın torunu Şehzade Osman Fuad’ın cenazesi defnedildi.
Sultan Abdülhamid’in evlatlarından sadece 1945 yılında hayatını kaybeden Şehzade Ahmed Nureddin’in mezar taşı günümüze ulaşabildi.
1952’de Paris’te bir otel odasında öldükten sonra Ahmed Nureddin’in yanına defnedilen II. Abdülhamid’in diğer oğlu Şehzade Abdürrahim Hayri’nin ise ismi silinmiş mezar taşı günümüze ulaşmış. Diğer mezar taşları ise kaybolmuş durumda.
Şehzade Mehmed Orhan..Şehzade Mehmed Orhan, 2. Abdülhamid tahtan indirilirken dünyaya geldi. Çocukluğu parasızlık içinde geçti. Sürgüne gönderildiğinde Harbiye Mektebi’ne daha yeni başlamıştı.
Budapeşte’den Beyrut’a, Peşte’den Nice’e geçti. Nice’den Buenos Aires’e ulaştığında henüz 21 yaşındaydı. Elini cebine attığında onu hayatta tutacak sermayesi ise sadece 8 Frank kadardı.
Burada Kayserili bir Türk sayesinde teneke fabrikasında işçilik, hamallık, şoförlük yaptı. Evlenmek istedi ama kimliği olmadığı için evlenemedi. Kahire’de Mısırlı Prens Yusuf Kemal, Mehmed Orhan’a 100 Lira borç verdi.
Mehmed Orhan bu parayla kendine Playmouth marka bir otomobil alarak taksicilik yaptı. Arabasının arkasında Prens Mehemmed Orhan yazdırdı.
Birçok ülkede roman gibi hayat süren Abdülhamid’in torunu Mehmed Orhan, hep haymatlosluğunun (vatansızlığının) fukaralığını çekti. Mehmed Orhan Marsilya Konsolosluğu tarafından kendisine nüfus kâğıdı ve Türkiye pasaportu verildiğinde 82 yaşındaydı.
Türkiye’ye gelmeden bir yıl önce de Türk vatandaşlığını alan Orhan Efendi, İstanbul’da 20 gün kalmış ardından Fransa’ya dönmüştü.
Yıllarca vatansız kalan Orhan Efendi, kavuştuğu vatanını bir daha görmek istemiş ancak bu arzusunu yerine getiremeden Nice’de 12 Mart 1994’de, 85 yaşında vefat etmişti.
İstanbul’a tekrar kavuştuğunda aradan 62 yıl geçmişti. İki yıl sonra vefat ettiğinde 6 kişilik bir cemaat eşliğinde fakirlerin gömüldüğü bir mezarlığa defnedildi. Cenaze namazını akrabası Melike Sultan’ın para ile tuttuğu 4 Tunuslu kıldı.
Mehmed Orhan’ın mezarının yeri şu an bilinmemektedir. Çünkü mezarı için ödenmesi gereken 200 Euro aidat ödenmediği için, kemikleri umumi bir çukura atılmıştır. Tarihte 2. Abdülhamid’in yerine geçecek diye beklenen şehzadenin kabri yoktur.
***
Şehzade Ahmed Nuri Efendi..Şehzade Ahmed Nuri Efendi 46 yaşında bir miralay olarak sürgüne gitti. Seyyar satıcılık yaparak ekmek parası kazanmaya çalıştı. 1944 senesinin Ağustos ayında Fransa’daki bir parkta açlıktan vefat etti.
Polis parkta ölü olarak bulduğu Ahmed Nuri Efendi’nin cebinde 1800 Frank ve bir mektup buldu. Mektupta şöyle yazıyordu: ’Ben ölürsem, kimseyi suçlamayın; zira açlıktan ölüyorum. Bir sinemada piyano çalarak hayatımı kazanıyordum.
Şimdi bu işi de bulamıyorum. Cebimdeki para ile felanca dükkândan tabut alıp beni defnedersiniz.’
2.Abdülhamid’in oğlu Ahmed Nuri Efendi kimsesizler mezarlığına defnedildi…
Şehzade Abdürrahim sürgünde kaldığı otelde bir gün ablasının odasına girer. Üstü başı perişan… Elindeki filede birkaç konserve, bir elbise fırçası ve yarım şişe kolonya vardır.
Fileyi ablasına verdikten sonra odasına girer. Yüksek doz morfinle 28 yıllık sürgün hayatına son verir. Son vasiyeti cebinde kalan 200 Frank’la cenaze masraflarının karşılanması ve arkasından Kur’an-ı Kerim okutulmasıydı.
.Bidar Sultan...Bidar Sultan, ailesiyle birlikte Orient Ekspres’le sürgüne çıktığında henüz iki aylıktı. Bidar’ın anlamı uykusuz demek. Ancak onun küçük bedeni sürgün soğuğuna dayanamadı ve yolculuğun sonunda her ne kadar ailesi uyandırmaya çalışsa da uyanamadı. İki aylıkken sürgünde soğuktan vefat eden Bidar Sultan 2. Abdülhamid’in torunuydu…
Tarihte Bidar Sultan’ın adı, sürgünün en genç ve ilk kurbanı olarak geçer. Sürgün hikâyesi Bidar’ın kısacık ömründe son buldu ama babası Abdülkadir Efendi için uzun ve dert dolu geçti.
Bidar Sultan vefat ettikten sonra ailesinin yanlarında götürdüğü nakit para bitti. Satılacak mücevher de kalmayınca yokluk iyice hissedildi. Ailesi kaldıkları otelden ucuz bir pavyona geçti.
Babası saraydayken öğrendiği keman sayesinde evinin nafakasını çıkarmaya çalıştı. Orkestrada kemancılık yapan Abdülkadir Efendi, önce borçla sonra hastalıklarıyla baş edemedi. Aile Sofya’ya göçtü. Abdülkadir Efendi, Kral 3. Boris sayesinde kemancılıktan kantarcılığa terfi etti.
1944 yılında vefat ettiğinde, Müslüman Mezarlığı’na cesedi kokmadan gömüldüğü için, diğer sürgünlere göre şanslıydı.
Abdülhamid’in mirası önce kâtibi sonra dişçi Sami Günzberg tarafından iç edilmeseydi, belki Abdülkadir Efendi ve ailesinin sürgün hayatı daha rahat geçerdi.
***
Zekiye Sultan’ın çocukluğu sürgünde geçti..Sultan Abdülhamid’in kızı Zekiye Sultan, Fransa Pau’da, ev sahibinin acıyarak kira almadığı köhne bir pansiyon odasında vefat etti. Cenazesi bir Müslüman memlekete götürülmek üzere bir kilisenin bodrumunda kaldı.
İki sene sonra kimsesizler mezarlığında bir çukura atılmıştır. Boğaz Köprüsü’nün altında bugün Reina’nın bulunduğu yerde 110 hizmetkârın çalıştığı muhteşem bir yalısı bulunan, her ay fakirlere binlerle altın dağıtan Sultan’ın bir mezarı bile yoktur.
Sultan Hamid’i bir başka kızı Naime Sultan, Arnavutluk’ta bir Nazi toplama kampında tifodan öldü. Beraberindeki dört cariye, Sultan’ı teçhiz edip bir köy mezarlığına defnettiler.
Sultan Mecid’in torunu İbrahim Tevfik Efendi, Nice’de sefalet içinde öldü. Kimsesizler mezarlığında bir Hristiyanın yanına atılıverdi.Oğlu Burhaneddin Cem Efendi’ye bu da nasip olmamış; Amerika’da bir krematoryumda yakılmıştır.
Zevci 1937’de Paris’te vefat eden Ayşe Sultan, o sırada Paris’te bulunan Cezayirli âlim Sidi Kaddur Ben Gabrit’in yardımı ile Afrikalılara mahsus Bobigny Mezarlığı’na defnetti. Bundan sonra hânedandan Paris’te ölenler hep buraya defnedildi.
İskenderiye’de vefat eden hânedan efradının haylisi, Prens Ömer Tosun Paşa’ya ait türbenin hazîresine defnedilmiştir. Nâsır zamanında, yol geçme bahanesiyle türbe tahrib edildi.
Buradaki hânedan kabirleri Kâhire’deki Abbasiye’ye naklolundu. 1952’deki bulvar inşaatı bahanesiyle bunlar da kaldırılarak, Afifi’ye nakledildi.
1961’de Hulvan otobanı vesilesiyle buradan da alınıp harap hâldeki Hıdiv Tevfik Türbesi’ndeki bir mezarın içine topluca konuldu.(5)
***
Behice Sultan, Ahmed Nureddin ve Mehmed Bedreddin adlarını taşıyan şehzadeleri doğurdu. Ahmed 43 yaşında, sürgünde, Paris’te vefat etti ve Bobigny Müslüman Mezarlığı’na gömüldü. Mehmed ise 2,5 yaşında bir hastalıktan öldü.
Sadece 1945 yılında hayatını kaybeden II. Abdülhamid’in oğlu Ahmed Nureddin’in mezar taşı günümüze ulaşabildi.
1952’de Paris’te bir otel odasında öldükten sonra Ahmed Nureddin’in yanına defnedilen II. Abdülhamid’in diğer oğlu Şehzade Abdürrahim Hayri’nin ise ismi silinmiş mezar taşı günümüze ulaşmış. Diğer mezar taşları ise kaybolmuş durumda.
***
Fransa’nın başkenti Paris’teki Bobigny Müslüman Mezarlığı’ndaki Osmanlı hanedan üyelerinin kabirleri bakımsızlık sebebiyle ortadan kaybolmak üzere.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924’de halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkmaya zorlanmasıyla Fransa’ya da yoğun göç yaşandı.
Başta son Halife Abdülmecit olmak üzere Fransa’yı tercih edenlerin büyük bölümü sefalet içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalıştı. Fransa’da hayatını kaybeden hanedan üyelerinden birçoğu ise o dönemde Türkiye’nin kabul etmemesi nedeniyle Fransa hükümeti tarafından Faslılara hediye edilen Bobigny Müslüman Mezarlığı’na defnedildi.
1937’de açılışı gerçekleştirilen mezarlığa ilk olarak II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın eşi Mehmed Ali Rauf; son olarak ise 1973 yılında hayatını kaybeden Sultan V. Murad’ın torunu Şehzade Osman Fuad’ın cenazesi defnedildi. Şehzade Ahmed Nureddin’in mezarı dışında diğer mezar taşları ise kaybolmuş durumda…
***
Sultan Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın anılarını topladığı ’Babam Sultan Abdülhamid’ kitabında bahsedilen Bobigny Müslüman Mezarlığı’nda yatan Osmanlı hanedanından bazılarının isimleri ise şu şekilde:
"Rabia Peyveste Hanım (Sultan II. Abdülhamid’in eşi), Şehzade Ahmed Nureddin (Sultan II. Abdulhamid’in oğlu) Şehzade Abdürrahim Hayri (Sultan II. Abdulhamid’in oğlu) Şehsuvar Hanım (Halife Abdülmecid’in eşi) Pınardil Fahriye Hanım (Şehzade Abid’in eşi) Şehzade Osman Fuad (Sultan V. Murad’ın torunu) Damad Mehmed Ali Rauf Bey (Ayşe Sultan’ın eşi) Ayşe Sıdıka Hanımsultan (Sultan Abdülmecid’in torunu) Selma Sultan (V. Murad’ın torunu)
1944 yılında Paris’te hayatını kaybeden son Halife Abdülmecid’in naaşı ise dönemin Türk hükümetinin kabul etmemesi üzerine 10 yıl Paris Büyük Camii’nde bekletildikten sonra, Medine’ye götürülerek Cennet’ül Baki Mezarlığı’na defnedilmişti."
Sultan 2.Abdulhamid Han dedeme ve Şehzadelerimize,Sultanlarımıza Mevlam rahmet eylesin ,mekanları cennet olsun.
Ciğeri gavur parasıyla beş kuruş etmeyen Sabataist dönme azınlıklar, Pakrudin Yahudiler,Rum’lar,Ermeni’ler bu ülkenin en güzel yerlerinde yatarken (Devletimin askerleri polislerince korunup kollanarak hem de )Ceddime, Ecdadıma,Dedelerime bunları reva görenleri Rabbime havale ediyorum.
Ayasofya’mın açılması en büyük dileğimizdi.Hamdolsun o günleri görmeyi Mevlamız bize nasip eyledi.
İnşallah en kısa zamanda bu yanlıştan dönülür ve Şamda medfun olan Sultan Vahidettin Han dedemin kabr-i Şerifleri de İstanbul’da layık olduğu yere getirilerek törenle defnedilir.
O günleri ölmeden evvel bana da göster Allahım.Huzurla gözlerimi kapayıp ahirete gerçek vatana gideyim.Amin..
KAYNAKLAR:
1.(Abdülhamid K. Osmanoğlu- Sürgün)
2.(Şadiye Osmanoğlu- Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri)
3.(Şadiye Osmanoğlu- Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri)
4.(Ercümen Ekrem Talu- Büyük Doğu)
5. (Ekrem Buğra Ekinci, Mezarları Bile Olmayan Osmanoğulları)
20.05.2022//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.