5
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1097
Okunma
“Tesadüf” denen o muhteşem kelimeyi düşünüyorum. Evrendeki sonsuz yalnızlığa yayılışını. Beklenmedik zamanlarda hüzünlü kalplere sunulan o hediyenin yaşama sevincini uyandırışını… İptal edilmiş anılar kasabasından tanıdığım bir kıza, ilk defa gittiğim on altı milyonluk şehirde bir şiiriçi minibüsünde rastlamak, usulca yanına oturup gülümsemek… O gülümseyişe tutunmak. Ah, hislerin konçertosudur tesadüfler.
Küçük bir tesadüfü bile olmayan, planlanmış insanların yoksunluğunu, kıstırılmışlığını düşünüyorum. Bu düşsel gökyüzünün altında; derinliksiz, dostsuz, aşksız ve haksızlığa karşı isyansız yaşayan milyonlarca insanın çıkışsızlığını… Düşünüyorum, keskin dişleri var düşüncenin.
Ama asıl anlatmak istediğim tam olarak bu değil. Büyücü’yü anlatmak istiyorum; kötülüğün ve acının uçsuz bucaksızlığının ressamını. Bunca yıkıntıya rağmen başkaldırmayı unutturan illüzyonu. Bunca zulme rağmen insanları uysallaştıran fırçanın korkunç hünerini. Büyük ustalık gerektirir dizleri kanayan bir toplumda –ki diz çöktürülmekten kanar bir toplumun dizleri- mutsuzluğun üstünü örtmek. Orada herkes izleyici olmuştur artık. Tribünlerde yer kalmamıştır. Törenle, çoktan çekilmiştir milli açlar fikstürü.
Öfkemi vestiyere asmak istiyorum kısa bir süreliğine. Yere düşüyor. Kaldırıp tekrar asıyorum. Yine düşüyor. Zıplayıp duruyor evin içinde öfkem. Onu özgür bırakıyorum. Zaten özgür olan tek şey o. Balkona atıyorum kendimi. Sıcak bir akşamüstü, davetsiz misafir gibi birden bastıran sayın yağmurla göz göze geliyorum. Birden bastıran yağmurları beklenen yağmurlardan daha çok seviyorum. İnsan olduğumu hatırlatıyor. O yağmur seninle konuşmak için gelmiştir. Salıveriyorum kendimi, saklayacak bir şeyim olmuyor. Birden bastıran yağmur balkonlara daha çok yakışıyor. Yan yana dizilmiş şımarık damlacıkların balkon demirlerinden sarkışı nasıl da sevimli ve içi küçük düşlerle dolu. Çünkü zamanın ve mekânın tutsaklığına başkaldırarak uzaklaştırıyor bizden köleliğimizi.
Köleliğimiz.
Köleliğimiz, büyücünün en büyük ustalığı.
İnsan binlerce sayfa anlatabilir içinde “tesadüfler” ve “yağmurlar” olan içsel yolculukları. Ama durmadan kafasına sıkılan bir ülkede bu mümkün değil. Büyücü buna izin vermez. Huzur (ötekilerin huzuru) Büyücü’nün en sevmediği şeydir. Büyücü, o tetiği otomatiğe bağlamıştır. Piyon değiş tokuşlarını törenle arz eder Büyücü. Vatan, bayrak, ırk ve din kavramlarından bulutlar oluşturup kabullenilmiş kâbuslar yağdırır çukurlara doldurulmuş halkların üstüne. Bir de her yeri ve her şeyi denetleyen, gözetleyen, baskı altında tutan, korku salan çok çalışkan adamları vardır Büyücü’nün. Kendilerine vatansever der Büyücü’nün yüksek maaşlı adamları. Samuel Johnson’ın "Vatanseverlik alçakların son sığınağıdır" sözünü şuraya bırakıyorum şimdilik, sonra alırım tekrar buradan.
Bu çok yetenekli ressam ve ressam olmayan adamları, ressam olmayan adamlarının ayakçıları, yıllarca üzerinde özveriyle çalışarak çizdikleri kargaşa tablosunu sundukları lüks salonlarda, düşürmezler dillerinden vatanı. Kandan ve ölümden bahsederler kürsülerde. Ölümün yüceliğinden… En keyif aldıkları şey; bayrakların anlamlarını satmak. Sattıkça karşılığında; bolca tutku, koşulsuz bağlılık ve alkış alırlar. En önemlisi de kutularca para. Örtü böyle oluşur; mutsuzluğu unutturan o kusursuz örtü. Bilinsin istemezler ihale peşinde koştukları. İhaleler onların tanrılarıdır. Herkes bilir aslında neyin döndüğünü. Ama o bilgi dilsizdir. Dili olmayan bilgi, ölüdür. Başkalarına ait yaşamları parçalamak için cephelere gönderilenlerdir sadece neyin döndüğünü bilmeyen. Ancak bilmemek masumiyet anlamına gelmez. Bir de umutla ve inançla kurtarıcı bekleyenler var, onların durumu daha hazin. Onlar yapılan her şeyi bildikleri halde bir şeyler yapıp bedel ödemektense kurtarıcı gelsin bütün bedeli o ödesin diye beklerler. Her kim kurtarıcı bekliyorsa, kurtarıcı taklidi yapanlar onu bulup sömürür. Sömürülmek onun kaderidir. Bütün bu kargaşa konvoyunun kuyruğunda büyük yalancılar, bay ekonomistler, mülteciler, sığınmacılar, sığınmacı düşmanları, ardı arkası kesilmeyen insan tacirleri sallanıp durur. Doluluk ve uyuşturulma oranı yüksek zamanlarda muazzamdır “uğrunda ölürüm” cülerin haykırışı. Halk arasında “haykırıkçılar” denir onlara. Ama gerçeklik azgın atlar gibi üstüne gelmeye başladığında suskunluk bulutlarına atlayıp kaçarlar. Onlar, anlamın parçalanışıdır. Ve aldanış, ah şu aldanış yok mu, şu şiirsel hançer göz kamaştırarak anıtlaşır. Büyücü’nün kutsal kitabıdır o.
Tesadüflere ve yağmurlara inanıyorum ben. Mevsim normalleri üzerinde seyreden havalara inanıyorum. Perdeleri kemiren böceklerle konuşuyorum. İçinde soğuk iklimler geçen kitaplar okuyorum. Hiç gitmediğim kentlere gidiyorum hayalimde. Diplerde dolaşıyorum uzun süre tutarak nefesimi. Sonra inatla yüzeye çıkıyorum ve boşluğa meydan okuyan saf bilginin kanatlarına tutunuyorum. Büyücü’nün en korktuğu şeydir saf bilginin kanatları. Çünkü o kanatlarda direniş, mücadele, başkaldırı ve aldanışa itiraz etmenin bilgisi var.